18 Eylül 2015 Cuma

Pişmanlığı diri tutmak...

Tevbeyi, günahın terkiyle kuyruğu birbirine çok bağlı birşey gibi düşünüyordum eskiden. Yani günahı terket(e)miyorsanız, tevbe etmeniz de boş gibi geliyordu. Kapağını bile açmamak lazımdı, dürüstlük adına. Çünkü bazı tevbeler, günahkâr hayatlarınızla altından kalkamayacağınız iddiaları da içinde barındırıyordu. Bile bile yalan söylemek gibi oluyordu. (Çünkü ne kadar tevbe etseniz de bırakamıyordunuz.) Sürekli sözümden döneceksem, Allah'a tekrar be tekrar söz vermenin ne anlamı vardı? Hem ayıp değil miydi?

Evet, sözüne kıymet verdiğim insanlar 'yine de tevbe etmek gerektiğini' söylüyorlardı. Evet, ben de bu nasihatlerin haklı olduğunun (en azından bir seziş mesabesinde) farkındaydım. Neticede Rahman'ın kapısından başka gidilecek kapı mı vardı? Elbette yüzüm Onda kalmalıydı. Elim kulpta durmalıydı. Fakat, ne yalan söyleyeyim, yine de tesirini göremedim bu tavsiyelerin.

Biz, tevbeyi, bir terkin taahhüdü ve bu ahdin dil ile ilanı/iddiası gibi düşünüyoruz sadece. Fakat tevbe aynı zamanda kötünün kötülüğünün de ilanıdır/şahitliğidir. Yani insan, tevbe ettiği herşeyde aslında o şeyin kötülüğünü diri tutmuş olur. Bu ne demek? Aslında şu demek: Eğer tevbelerimiz olmazsa, kötü 'kötülüğünü' (bizce) yitirir. Nötrleşir bizim için. Sıradanlaşır. Meşrulaşır. İşte tevbenin hoş zatıdır ki, kötünün 'kötü' oluşunu hem hatırlayıp hem de ilan/itiraf edişimizle içimizde ona karşı buğzu diri tutar. Yerinden oynayan taşları yerine bırakır. Tevbeyle, dilimizle olsun o kötüye 'kötü' diyerek, yaşam alanımızın algı alanımızı bozmasına izin vermemiş oluruz.

Bu, 'yaşadığımız gibi inanmak' ve 'inandığımız gibi yaşamak' arasında çokça sürçtüğümüz ahirzamanda ayrıca kıymetli birşey. İnandığımız gibi yaşayamasak da (Allah cümlemize yaşamayı nasip eylesin) en azından yaşadığımız gibi inanmaya da 'dur' diyoruz böylece. Her tevbe şöyle bir cümleyi söylemek gibi yani: "Ben yapıyorum, ama doğrusu bunun yapılmamasıdır!" Veya Kenan Demirtaş abinin ifade ettiği gibi: "Allahım, biliyorum ve kabul ediyorum ki bu kötüdür."

Yani yaptığının kötülüğüne, onu yapmış olmana rağmen, yeniden iman ediyorsun. Yahut da onu yaparken bozulan dengelerine yeniden itikadî bir ayar çekiyorsun. Hani hadiste vardır: "Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaparken mümin olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kimse de, içki içerken mümin olarak içmez. Fakat tevbe (kapısı) açıktır."[1] Bu mana seni Müsned'de geçen şu hadise de yaklaştıracak belki: "İmanın kulplarının en sağlamı; Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir."[2]

İtikat dediğimiz şeyin özü bundan başka nedir ki? 'Emredildiğin gibi dosdoğru olma hali' Kur'anî ifadesiyle. Allah'ın helal/haram, hayır/şer, iyi/kötü dairesinin Onun emrettiği gibi olduğunun tasdiki, ancak insanın duası/ubudiyeti ve tevbesi/takvasıyla kendisini ortaya koyabilen birşeydir: Duayla hayırlı olanı isteriz. Tevbeyle şer olandan Allah'a sığınırız. Kötüye kötü ve iyiye iyi demeye devam ederiz böylece. Yaşadığımız/kaçınamadığımız yanlışın itikadımıza tesir etmesine engel oluruz.

Dua ve tevbe arasında 'kabul edilmek' mevzuunda da bir benzerlik var. Nasıl ki, dua için 'kabul edilmedi' demektense 'vakti kaza olmadı' demek daha doğrudur; 'terkedişi yerine getirilememiş' tevbelerde de 'vaktinin kaza olmadığına' inanmak daha doğrudur: "Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki, 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı."

Bu meselenin birinci boyutu. İkinci boyutu ise, tevbenin pişmanlığı diri tutması. İnsan tevbe ettiği sürece o günahı terketmeye dair bir kapı açık bulunur. Kötü ancak 'insanın yapmaktan pişman olduğu'dur. Yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "Pişmanlık tevbedir." Bu noktada tevbe araçsallaşıyor. Asıl diri tutulması gerekenin pişmanlık olduğu anlaşılıyor. Kötüye kötü demeye devam etmek de bu pişmanlığın canlı kalması açısından kıymetli. Günahları normalleştirmek belki de önce tevbelerde yaptığımız fireyle ortaya çıkan birşey. İkinci Lem'a'da yer alan 'herbir günah içinde küfre gidecek bir yol' uyarısı, tam da böylesi sakat bir normalleştirme/meşrulaştırma arayışını ifade ediyor:

"Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Tevvab isminin 'tekrar be tekrar affeden' manasına gelmesi bu açıdan ne kadar da anlamlı. Hak Teala zaten bizim tekrar be tekrar çukurlara düşesi bir canlı olduğumuzu biliyor. Bizden, birinci derecede onların terkini, fakat ikinci derecede de belki salt şunu itiraf edebilmemizi istiyor: "Allahım, bu çukurdu. Düştüm. Sen beni kurtarmazsan buradan nasıl çıkabilirim?" Bu noktada Hz. Yunus'un (a.s.) münacaatı ne kadar manidardır: "Allahım, senden başka ilah yoktur. Seni kusurlardan tenzih ederim. Ben kendine zulmedenlerden oldum!"[3]

O dua içinde Allah'ın 'subhaniyetini' ayrıca vurgulaması, bize tevbenin bir diğer özelliğini de haber veriyor: Tevbe, olandaki kusuru/kiri üzerimize almaktır. Onu normalleştirerek/meşrulaştırarak kusuru Allah'a da (hâşâ) bulaştırmaktan sakınmaktır. Zaten dikkat ediniz, itikadında tuhaflıklar oluşmaya başlamış insanların 'itirafa temayül gösteremedikleri' hataları olur. Kendilerini tenzih etmek pahasına itikadlarına ve (kendilerince) Allah'a bulaştırırlar o çamuru. Hasılı: Tevbenin bu yönüyle bize vereceği çok dersler var. Ve tekrarı, günahları terkedemesek bile, durduğumuz yerin ilanı açısından kıymetli.



[1] Tirmizî, İmân 11 (2627)
[2] Ahmed b. Hanbel, 30/488
[3] Enbiya sûresi, 87

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...