7 Eylül 2015 Pazartesi

Parçalaştığın kadar ihlaslısın

İhlas, sadece insanın yapmakla yükümlü olduğu birşey değil. Böyle algılarsak yanlış olur. Kainatın çalışma şeklidir ihlas. Başarı formülüdür. Hizmet ettiği bütünlük adına kendi parçalığının hakkını vermeye çalışan herşey bir çeşit ihlasla amel eder. Bu açıdan, ihlası salt bir samimiyet olarak tarif etmek yanlış. İhlas, gayretin mümkün mertebe bencillikten arındırılmasıdır. (Ben merkezli bakmayanın gayretinden ancak ihlas ümit edilir.) Ben'den daha yüce birşey adına yapılmasıdır. 24. Söz'de geçtiği şekliyle, çabuk aradan çekilir bir vücuttur, Makam-ı Reşha'dır. Eğer samimiyetten bahsedeceksek böylesi bir samimiyetten bahsedebiliriz. Yoksa bencil bir samimiyetten ihlas ortaya çıkmaz.

Daha geniş manada söylersem: Ait olduğu bir bütün adına kendini/çıkarını/varlığını ikincil konuma indirebilmiş insanın sergileyebileceği şeydir ihlas. (Allah'ta fena olmak derken de bunu kastederiz. Yok olmak değil, aslolmadığını anlamak. Tebeî olmak.) Aslı, 'Rabbü'l-Âlemin' olan (yani bütünün tek sahibi olan) Allah'ın rızasına uygun hareket etmekle mümkün olur. (Asıllar asılı Odur çünkü. Vacibü'l-Vücud'dur. Gerisi, mümkini ve masivasıdır. Olmazsa olmaz yalnız Odur.) Sahtesi ise insanların ait oldukları daha farklı gruplara 'örtülü çıkarları' için verdikleri hizmetlerde kendini gösterir. Kendi parçasını arkada bırakmayı göze alıp bütünü önemseyen her fert bir tür ihlas sahibidir. Karşılığını mutlaka görür. Bütünü eğer dünyevî ise, dünyada görür. Uhrevî ise, inşaallah, ahirette görmesi ümit edilir.

"(...) ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir."

Mezkûr metinde geçen 'dalalette bir ihlas'ı da ancak bu şekilde, onu bütünlüğe bağlayarak ve bencillikten kurtararak (veya örtülü bir bencillikle) anlayabiliriz. Yine Şualar'da geçen, Bediüzzaman'ın, Re'fet ağabeyin sualine cevap sadedinde yazdığı Filistin tahlili de bu noktada incelenmeye değerdir:

"Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan'da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti."

Başta 'ihlasın kainatın çalışma şekli olduğunu' söylemiştim. Bunun üzerinde biraz daha duralım. İzahta, Bediüzzaman'ın ihlasa dair dersler verirken kullandığı örneklere yaslanalım. Bunlardan birisi 'kuru üzüm çubuğu.' Risale metinleri az/çok bilen herkesin aşinası olduğu bu örnekleme aslında bize neyi anlatıyor? Çubuğun aczini mi? Evet, bir açıdan bunu anlatıyor. Üzüm tanesinin meziyetlerini/hasiyetlerini kuru çubuğunda aramamamızı öğütlüyor bize mürşidim. Fakat bunun yanında, üzümü sulu hale getirirken kendisi kuru kalan çöp, yukarıdaki bakış açısıyla nazar edersek, üzüm bütünlüğü için varlığından vazgeçen, ikincil konumda kalmayı seçen bir ihlası temsil etmiyor mu? Öyle ki, bütün takdiri/iltifatı üzümün tanesi görüyor. Çöpü kimse önemsemiyor. Kuru dal, bir nevi, varlığını üzümün varlığına armağan etmiş oluyor.

Yine Bediüzzaman'ın kullandığı örneklerden birisi: "Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu'cize-i mâneviye-i Kur'âniyeye geçmiş biliyorum." Çekirdeğin davranış şekli de tıpkı kuru üzüm çubuğu gibi. Kendisi çürüyor, fakat bağrından bir ağaç yetişiyor. Varlığından daha büyük bir maksadın vücuda gelebilmesi için vücudundan vazgeçiyor. Kendisini ikincil bir konuma düşürebiliyor bütünün hatrına.

Vereceğim üçüncü örnekse şu: "Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder." Burada da bize anlatılan hâl yine bir ihlas tarifi değil mi? Hem hindistan cevizi hem de nar, meyvelerin varlığının devamı için kendi varlıklarından, daha doğrusu, bencilliklerinden vazgeçmiş olmuyorlar mı? Kendileri çamurlu suya kanaat ederken, meyveleri (ve sonrasında da o meyveyi yiyen diğer canlıları) saf bir şarapla sevindirmiyorlar mı?

Bediüzzaman'ın, yavruları için canlarını feda eden anneleri anlattığı bölümde; "Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor..." derken kastettiği, yine böyle bir bütüne hizmet için kendi parçandan vazgeçebilme hali değil mi? 'İhlasa sevkeder' diye andığı tokatların ismini de 'şefkat tokadı' koyması manidar değil mi? Ve yine bu tokatların genelde bir şekilde bencilce hareket etmiş talebelere gelmesi anlamlı değil mi?

Arkadaşlar, daha böyle alıntılayabileceğim birçok metin var. Hepsinde de aynı sonuca varıyorum: İhlas dediğimiz şey, ancak kendimizden ötede bir bütüne hizmet etmekle ulaşabileceğimiz birşey. Kendimizi arkada bıraktıkça yüzümüze gülümseyen birşey. Bu Allah'ın rızası olursa, zaten O bütünler bütünüdür, bütünün tek maksadıdır, ihlasın kemali bu oluyor. Onun dışında güttüğümüz bütüncül gayeler ise bu ihlasın sahtesi. Hatta ehl-i dalaletin bile, eğer bütünlük için kendinden geçiyorsa, dalaleti içinde bir ihlası var. Risale metinlerinin bana öğrettiği ihlas böyle birşey oldu. Buradan da şehitlik mertebesinin yüceliğine bir kapı açıldı ki, şöyle: Şehit zaten hakikatin vücudunun devamı için kendi vücudundan/varlığından vazgeçen değil midir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...