ibadet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ibadet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2017 Cuma

Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?

"(Musa:) Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, dedi. (Allah) Dedi: Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide sûresi, 25-26)

Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.

Peki bu neden yaşanıyor? Onun cevabını da bencileyin şöyle veriyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Birşey alışkanlık (ve hatta bağımlılık) noktasına geldiğinde, insan, onun emirlerini fıtratının doğal çağrılarından ayıramaz. Sesler karışır. Direnmek güçleşir. Fıtratın çağrıları zaruriyattır. Emmârdır. (Şiddetle emredicidir.) İnsan (veya başka bir canlı/cansız) onlara uzun süre karşı koyamaz. Zaten üzerlerine (yani onları gerçekleştirmek üzere) yaratılmıştır.

Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.

İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:

Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.

Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)

Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.

Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:

"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."

Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)

Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."

Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.

"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."

31 Mart 2017 Cuma

Latifleşme çabaları (3): Ayna nasıl özgür olur?

"Ben bir cümlelik nokta değilim."
Sagopa Kajmer, Neyim Var ki?

İslam'ın bize öğrettiği varlık algısı ile hürriyet tanımımız arasında yakın bir ilişki var. Biz, mana-i harfîyiz, yani arızîyiz. Aslolan biz olmadığımızdan tanımlarımızın tamamı gayba bakar. İfadelerimiz noktasını ebedde bulur. Ötemizde olan şeylerle kendimize anlam ararız. Bizle başlayan ve biten cümleler ruhumuza ağır gelir. Bizim sadece parçası olduğumuz ebede uzanan cümlelere talibiz. Dolayısıyla bize kim bakarsa 'dolayısıyla' baksın isteriz.

Kendimizi tarif ederken varlığımızın zayıflığına vurgu yaparız. 'Bismillah' der başlarız mesela. 'Elhamdülillah' der bitiririz. "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki!" buyururken Aleyhissalatuvesselamın bize öğrettiğidir bu. Asla atıflar yaparak aslolanın biz olmadığımızı ortaya koyarız. Bizzat varolmak istemiyoruz! Evet, istemiyoruz! Çünkü onda hayır/varlıksallık bulmadık. Bizzat varolmak varlığımızın zatımızla birlikte yokolması anlamına geliyor. Fakat birşeye dair olursak dair olduğumuz varoldukça varolacağız. Çünkü hep onunla olacağız. Zaman bizi nereye savurursa savursun. Bir kere girdik o sonsuz kareye. Ne mutlu! Şu baki cümleye yalnız başına anlamı olmayan bir 'ile' veya bir 've' veya bir 'ki' gibi sıkışsak yeter. Bizim birşey olmamıza gerek yok ki artık! Cümle birşey olsun yeter. Elifimizi cümlede erittik. Kendimizden aşkınız.

Arızî olanın hürriyeti asıl olanın hürriyeti gibi değildir. Madem ki; hürriyet varoluşa bakar, yani varolanın varolabileceği kadar ve şekilde varolabilmesidir özgürlük, o halde Kadîm ve Kayyum olanla mümkin ve arızî olanın hürriyeti bir olmaz. Her zaman ve hiçbirşeye muhtaç olmadan varolanla sonradan ve herşeye muhtaç olarak varolanın varlığı bir değildir. Dolayısıyla o varlığın sınırlarının arttırılmasında veya tayininde onun hali Rabbisinin hali gibi de değildir.

Allah şanı ve hikmeti neyi dilerse onu yaratır ve yapar. Fakat sen canın ne isterse onu yapamazsın. Senin varlığının devamı ve selameti seni varetmeye devam edenin yaratışına bağlıdır. O yaratışın şekli dileyişine bağlıdır. O dileyişin şekli rızasına bağlıdır. Onu kendinden razı etmezsen cennet aynasından alıp vücudunu cehennem aynasına yansıtabilir. Dünya perdesinden çekilen vücudunu cehennem perdesinde gösterebilir. Hem yalnız bu kadar da değil. Mürşidim diyor ki: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."

Her an için Allah'a muhtacız. Sadece acıktığımızda, sadece canımız yandığında, sadece hasta olduğumuzda, sadece parasız kaldığımızda, sadece birşeyi arzuladığımızda, sadece korktuğumuzda değil. Bir önceki andan tastamam bağımsız diğer anın varlığı için Allah'a muhtacız. Perdede yansıyan filmin projeksiyona muhtaçlığı gibi muhtaçlığımız var. Işığını bizden kesse mahvoluruz çünkü. Karelerden hiçbiri bir diğerinin yaratıcısı değil.

Önceki Ahmedlerden hiçbirinin sonrasındaki Ahmedleri yaratacak gücü yoktu. Yatay düzlemde ve eksik boyutta nasıl göründüğü önemli değil olayın. Ahmed'in Ahmed yaratacak gücü var mı, yok mu, o mühim. Hiçbir Ahmed'in hiçbirşeyi yaratacak gücü olmadı. Ahmed Ahmedleri seyretti sadece. Kendisine biçilmiş gömleklerin içlerinden geçti. Tıpkı bir çizgifilm karakteri gibi. Tek farkı, bu çizgifilmin çizeri, karakterinin iradesine de cüz'i bir 'isteme' alanı verdi.

Dolayısıyla varolan aslolanın rızasını aramak zorundadır. Üzerinde yansıyan güneş yüzünden değer gören bir ayna "Nerede istersem orada dururum!" diyemez. Durdurmazlar. O ancak güneşi gösterdiği yerde kıymetlidir. Göstermedikten sonra kıymeti kalmaz. Yanmayan ampulleri kim takılı tutar? Delik bardakla kim birşey içer? Bizim göstermeye de, yanmaya da, tutmaya da ihtiyacımız var. Bu bizi bizzat değil dolayısıyla özgür yapıyor.

"İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz!" derken mürşidim de buna işaret ediyor. Sen ne kadar hür olsan yine abdullahsın. Yine dolayısıylasın. Kayyum'unun seni yaratmasına muhtaçsın varolmak için. Dünyadaki ihtiyaçlarının çokluğu sana bunu hatırlatıyor. Yaraların hep bunun şahidi. Acıların, tanıştığın ihtiyaçların ve güç yetiremezliklerinin delili. Aczin ve fakrın tam burada 'makbul bir şefaatçi' oluyor. Aynalıkta hüner kazan ki güneş sende hep yansımak istesin. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Aynanın sadakati güneşin rızası yönüne dönmekten başka nedir ki?

1 Mart 2017 Çarşamba

Bir acemilik tedavisi olarak namaz

"Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın."
Mesnevî-i Nuriye'den.

Belki bu yazı, dolu dolu bir yazı gibi gelmeyecek size, ancak sadece sizin için yazmıyorum. Unutmamak için yazdığım da oluyor. "Bir hikayeyi canlandırmak onu gerçek kılabilecek şekilde yaşamaktır!" der Daniel Quinn İsmail'de. Birşeyleri anlatmak/yazmak da onları akılda (ve belki hayatta) tutmanın güzel bir yoludur. Dile gelmeyen, yani sesten veya harften olsun bir vücuda girmeyen şeyler, varlık sahnesinden çekilmeye meyyal oluyorlar. Zaten bir vücut giymemiş olanın varlık sahasını terketmesi de kolay. Tutmak biraz da bu demek. Tutmak biraz da tutunmak demek.

Daha üst bir vücut sahasından size 'ona tutunasınız diye' bahşedileni kendi vücut sahanızda tutmaya çalışıyorsunuz yazarak. 'Batıp gitmekle' ve 'batıp gidenleri sevmemekle' yaralısınız. Tutunmaya ihtiyacınız var. Ben de tam bu nedenle, aklıma gelen, bence değerli şeyleri not alıyorum. Birazı sizin içinse birazı da benim için. İnsan yazdığına önce kendisi muhtaç değil midir? Yaptığınız hâzâ cömertlik bile olsa, vermekten, verdiğinizden önce siz faydalanmaz mısınız? İyilik yapmak, izi ruhunuzu hiç terketmeyen, bir lezzete sahip olmak sayılmaz mı? (Alan el de veren ele 'veren el' olmayı hediye etmez mi yani?)

Demek iyilik (iyilikten muradımız amel-i salihtir) yapmak da kalbe geleni cisme büründürmektir. Allah'ın gönlünüze 'hissediş' veya aklınıza 'biliş' olarak bağışladığı güzellikleri iyiliklerle/fiillerle cisme büründürürsünüz. Kalbinize şefkat bağışlanır. Yavrunuzu kucağınıza alırsınız. Kalbinize aşk bağışlanır. Onunla bir çift göze tutunursunuz. O zaman tutarsınız işte. Hem melekler defterlerinde tutarlar. O iyilik sizi bırakmaz. O tadış sizi bırakmaz. O bir çift göz sizi ölünceye kadar bırakmaz. Tıpkı kurbanın bir omuzundan başka herşeyinin fakirlere dağıtıldığını duyan Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Aişe annemize (r.anha) dediği gibi: "Desene omuzundan gayrısı bize kaldı."

Evet, iyilik olan kaldı, olamayan gitti. Peki biz neye 'iyilik' diyoruz? Bence iyilik demekle kastettiğimiz daha çok 'bizden ötesinin varlığına yarayan' şeyler. Yolda gördüğünüz bir dilenciye para vermekle duyduğunuz ferahlık, aslında, parçanın bütüne ettiği hizmetle duyduğu ferahlıktır. Yardıma muhtaç insanlara ulaştıkça, benliğiniz, sadece kendisi için varolmadığını sezdiği için ferahlar. Tatmin olur. Kalpler ancak bütünlüğün anlamını zikrederek tatmin olur.

Tevhidî bütünlük, üzerine yaratılmış olduğumuz ve vicdanımızda bu 'üzerineliğin' sorumluluğunu hissettiğimiz bir bütünlüktür. Biz müstakil yaratılmışlıklar/parçalar değiliz. Bir büyük 'Ol'un içindeki küçük 'ol'larız. Bütün varlığı yokluktan çağıran 'kün' emrinin içindeki 'kün'cükleriz. Vahidiyetin gölgesinde halkedilmiş olmamız, parçamızı, bütünden haberdar kılıyor. Fıtratımız ve fıtrat-ı zişuur olan vicdanımız bizi uyuma çağırıyor.

Yalnız uyuma mı? Bütünün varlığına katkıda bulunmaya da çağırıyor. Anne çocuğunun hayatını korumak için neden çabalıyorsa, bir çevreci de, tabiatın üzerine yaratılmış olduğu düzeni korumaya o yüzden çabalıyor. O bütünün kendisiyle irtibatlı ve kendisinin o bütünlükten sorumlu olduğunu hissediyor. İşte ben de tam bu noktada size 5. Söz'deki şu paragrafı hatırlatmak istiyorum:

"Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver, diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, 'Ne yapıyorsun?' 'Devletin angaryasını çekiyorum' der. Demiyor, 'Nafakam için çalışıyorum.' Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. 'O devlet işidir, bana ne?' derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Birgün, muallem arkadaşı ona dedi: 'Birader, asıl vazifen talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et; o seni aç bırakmaz. O onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri padişahın vazifesidir; bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri bizim vazifemizdir; padişah bize teshilât ile yardım eder ki, talim ve harptir.'"

Seferberlik nedir? Acemilik nedir? Angarya nedir? Talim ve harp nedir? Hepsini tek tek konuşmaya bu yazı yetmez. Fakat şu kadarcık dokunmak istiyorum kendimce: Seferberlik bütünün anlamıdır. Ve bu sözde de onu temsil eder. Kainattaki şu koplike düzen, sürekli faaliyet, hiç durmayan çalışma ve dönüşüm tıpkı bir seferberlik gibidir. Kainat bir amaç uğruna çalışan bir fabrika gibidir. Fakat onun içindeki bazı parçaların, mesela bizim, ayrıca bütün (parçasının bütünlüğü) olduklarına dair bir şuurları vardır.

Bu yetenek onlara bir hikmete binaen verilmiştir. Ve parça acemi olduğunda telaşlanır. Bir yerin acemisini, bütünün içinde, kendi menfaatini sürekli kollamasından, hem kendi adına cidden korkmasından, hem kendisini fazla kaptırmasından anlarsınız. Bir işyerine yeni başlayan elemanlar tecrübelilere göre işe daha farklı bir vurguyla sarılırlar. Tecrübelilerin (muallem ve vazifeperverlerin) aldırmadıkları şeylere dahi büyük dikkat gösterirler. Daha fazla şeyden korkar, daha fazla şey için endişelenir, daha fazla şey için gerilirler. İşyerinin, maaşları veya öğle yemeklerini düzenli verdiğini bilen bir işçi, bir dahaki ay için (veya o günün öğle yemeği için) acemi kadar telaşlanmaz. Ama o telaşlanır. Çünkü bütünle uyumunu tamamlamamıştır. Henüz sisteme adapte olamamıştır. Tecrübesi arttıkça vurgusu değişir.

Hepimiz yaşadığımız iş maceralarından bunu biliriz. Eskiden, beraber çalıştığım birisinin, kolilerin üzerine yazdığımız firma isimlerini adeta elyazısı güzelliğinde yazmaya gayret ettiğini hatırlıyorum. Ona bu işi uzattığı ve paketlemeyi geciktirdiği için kızardık. Elyazısının güzelliği içinse takdir edenimiz yoktu. (Müşterilerin de takdir mesajı yazdığını hatırlamıyorum.) Zira işimiz kolilerin müşterilere sevkedilmesiydi. Vurgumuz bunaydı. Firma isimlerinin güzel yazılmasına ihtiyaç veya rağbet yoktu. Hatta, değil isimlerin tamamı, sadece başharfleri bile olsa yetiyordu.

İşte, 5. Söz'de mürşidimin altını isabetle çizdiği gibi, insan da bu dünyanın acemisi olduğunda kendi parçasına ve parçasına önemli/hikmetli gelen şeylere titizleniyor. Varlık amacının kendisi olduğunu sanıyor. Bütüne/bütünün amacına farkındalığı az oluyor. Namazı anlatan bir sözde şu hikayeciğin bize aktarılması elbette tesadüf değil. Namaz bütünün anlamı içindir. Rızık endişesi ise parçanın varlığını devam ettirmesi için. Parça, bütünün önemini görmez olduğunda, topyekûn bir seferberlikte olduklarını unuttuğunda, kendi önem hiyerarşisine ve vurgusuna göre amel etmeye başlar. Hatta kendisinden başka 'ben'lerle savaşmaya, onları kıskanmaya, rakibi gibi görmeye koyulur.

Ancak tevhide imandır bize bütünlüğü öğreten. Namazdır, unuttuğumuz her günde, beş vakit tekrar ile bütünlüğü ve amaçlarını hatırlatan. Bize tutunmamız için bizden aşkın bir anlamı bağışlayan. Namaz kılmayan insan bu hayatın acemisidir. Çünkü bütünün ne için varolduğunu unutmaya başlar. Öyle ya, mürşidim demez mi yine, "Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder." Evet, bütünün amacını unuttukça, parçanın menfaati için onlara zulmedersin. Bencillik de budur zaten.

12 Temmuz 2016 Salı

Ya zaman dua için yaratılmışsa?

Sen benim gibi yapma. Dua etmek için uygun zaman aramak yanlış arkadaşım. Zaman dua edelim diye yaratılmış zaten. Bediüzzaman'ın 'dua' ve 'zaman' arasında kurduğu ilgi, 9. Söz'den ta yağmur duasının hikmetini açıkladığı yere kadar, külliyat içerisinde bizi takip eden bir ilgi. Ben bu ilgiyi şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir oyun var. Bu oyunda çeşitli renklerde butonlar var. Bu butonlar neredeyse gelişigüzel sanılacak bir 'kuşatılamaz düzenle' yanıp sönüyorlar. Oyunu kazanmanız için yanan rengin üzerine, bir başkası/yenisi yanmadan, basmanız lazım. Zira bir başkası yandığında diğerleri sönüyor. Çabuk davranmalısınız. Dikkatli olmalısınız. O rengin yandığı zaman aralığını ıskalamamalısınız. Bu renkten renge koşmalar içinde oyunu yaşıyor ve son ışık söndüğünde tamamlıyorsunuz.

Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.

Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...

"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz..."

Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.

Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.

Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.

Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...