Deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2022 Perşembe

Peygamberimiz hangi tarikattendi?

Damlaya geldiği deniz sorulur. Denize geldiği damla sorulmaz. Işığa kaynadığı güneş sorulur. Güneşe kaynadığı ışık sorulmaz. Kayaya koptuğu dağı sorarsın. Fakat dağa koptuğu kayayı soramazsın. Çünkü, arkadaşım, bütün parçadan daha azı olamaz. Bütünü parçadan az görmek bir mantık hatasıdır. O yüzden böylesi imâlarla edilen suallere karşı da dikkatli ol. Cevap vermekte acele etme. Üzerlerine kuruldukları mantığın sakatlığını ortaya koy önce. Sonra, eğer dilersen, yeniden kurgulayıp soruyu, bir yanıt verebilirsin. Bence en güzeli de budur. Aksi halde cevaplamak pusuya düşmek olur. Düşmanın mızrağını vücuduna saplayıp bedeninden çıkan ucuyla yine düşmana saldıramazsın. Öyle hücum edene cesur demezler.

"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.

Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem  kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.

İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki:  Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..." 

Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.  

23 Nisan 2022 Cumartesi

Deniz bizi ısırdıysa biz de denizi ısırdık

"Cesaretin dahi membaı imandır!" derken mürşidimin işaret ettiği birşeydir şu: İmanı olmayan hakikati savunamaz. İnanmak direnmenin mukaddimesidir. Ancak hikmetine-doğruluğuna inanılanın arkasında durulur-direnilir. Peki, diyeceksin ki şimdi, "Bâtıl nasıl avukat buluyor o zaman?" Bâtıl bâtıllığıyla avukat bulmuyor ki arkadaşım. İçindeki dane-i hakikat hatırına müdafiiler ediniyor çoğu zaman. Yahut da bâtıllığını kavrayamayan hamakatin elinde hak namına bayraklaştırılıyor. Veyahut da avukatının üzerinden eriştiği başka bir menfaat var. Üstlenmediği arzularını bu samanın altından yürütebileceğine kâni. Bâtılın arkasında duruyor ki hakkı gördüğü şey elinden alınmasın.

Hızır aleyhisselam "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diye sorarken böylesi bir hikmeti de imâ ediyordu belki. Musa aleyhisselamın tutunamadığı bir direnişe gönderme yapıyordu. (Allahu'l-a'lem.) Fakat suali cidden göz açıcıdır: Demek hakikat bilgisine sahip olunmayan şeyin sabrına erişmek zor. Metanetin de yaslanacağı okumalara ihtiyacı var. Hatırlarsan arkadaşım, Aleyhissalatuvesselama nübüvveti, "Yaradan Rabbinin adıyla oku!" emriyle geldi. Demek önce sabrın zemini inşa edildi kendisinde. Eşyanın içyüzü gösterildi. Arkasını görür oldu perdelerin. Sîretini sezer oldu olayların. Bu gavvaslıkla şeyler dünyasında başkalaştı. Sabretti. Sabretti. Sabretti. İbadette de sabretti. Takvada da sabretti. Musibetlere de sabretti. Onun sabrı okumasız açıklanamaz. Sabır direniştir. Savunmadır. Cesarettir. İmandır. Nice şenlik içyüzler hatırına kemlik sûretlere katlanılır. Yarının müjdeleri bugünün uğursuzluğunu aşılır kılar. 

Mücahide de gerektir ki cehdinin içyüzüne malik olsun. Yalnız kurşun atmasın yani. Kime attığını, niye attığını, ne attığını, (ve en önemlisi) kimin attığını (kendisini) da bilsin. İtikadımız önce bunu veriyor. Onda derinleştikçe 'kim'liğimizde, 'ne'liğimizde, dolayısıyla 'niteliğimizde' sabitleniyoruz. Pingpong topu değil gülle oluyoruz. İtikadı olmayansa hep kararsızdır. Temayülleri gayretinin akışını belirler. (Gündemler de temayyülerini.) Hatta belki o günübirlik kıpırtıları cihad sanmaktadır. Ama mücahid adandığı şeyin peşindedir. Eylemini imanında sabitlemiştir. Bu da kimliğinde daha sabırlı kılar onu. Daha devamlı kılar. Daha cesaretli kılar. Eğer bir irade dalgası oluşturmak istiyorsanız başlamanız gereken yer yumruklar değildir. Yanakta yumruk almaya hazır bir cesaret lazımdır. 

Bediüzzaman, itikadı savunmaya çağırırken bizi, "Defans yapalım!" demiyor sadece. Böyle anlamak eksik olacak arkadaşım. "Hücum edecekseniz de başlayacak yer burası!" demek istiyor. Hatta imanın kastı bizzat hücumdur. Müdafaa gibi görünürken bile saldırır. Vazgeçmediğinde hep kazanır. Kazanacaktır. Ulaşacaktır. Saracaktır. Dalga gelirken kaya kıpırdamıyorsa ne olmuş? Sonuçta pare pare edilen dalga değil mi? Kaya kayalığını unutmasın yeter. Kendisini tekrarlasın. Varlığını eda etsin. Dirensin. Taş olsun. Vazifesini pamukluk sanmasın. Suyu koynunda saklamasın. Okumalarından usanmasın. Fırtına dindiğinde onun da zamanı gelecektir. Evet. Tereddüt etmeyelim. Kaybettiğini sanandan başka kaybeden yok. Deniz bizi ısırdıysa biz de denizi ısırdık. Çok kere hem de.

13 Haziran 2019 Perşembe

Kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var

2008 yapımı The Happening/Mistik Olay filmini izleyenleriniz var mıdır bilmem. Enteresan bir yapımdı. Özet geçeyim: Dünyanın her yerinde insanlar toplu intiharlara başlıyorlardı aniden. Sebebi ise şuydu: Dünya, ona verdikleri zararlardan ötürü, iyice çoğalan insanlara karşı kendisini koruyordu. Bir tür antikor salgılayarak, tıpkı vücudun virüsleri temizlediği gibi, kendisini insanlardan temizliyordu. Onları iyice ilerlemiş bir enfeksiyon gibi görüyordu.

Bugün Yunus sûresini okurken 22. ve 23. ayetler kulağımdan tutup beni kendilerinde konaklattılar. "A acûl âdemoğlu, bizde de hisselerin var, sabırsızlıkla geçme, uğrayıp al!" dediler. Ben de "Eyvallah" dedim. Ellerini öptüm. Sofralarında konakladım. Ağzıma çaldıkları balın tek cümlede toplanışı şöyle oldu: "Dışımızdaki denizler taşıyorsa içimizdeki denizleri durdurmak içindir." Yahut şöyle: "İçimizdeki denizler şaşmasın diye taşırılıyor bazen dışımızdaki denizler." Veyahut da şu: "Dışındaki denizler taşıyorsa bil ki içindeki denizlerin durulmaya ihtiyacı vardır."

Hani basınç konusuna dair şöyle-böyle okuma yapanlar azbuçuk bilirler: Her canlının hayatta kalabileceği bir basınç aralığı vardır. İnsan vücudu atmosfer basıncına dayanır. Fakat suyun altında koruma giysisi olmadan inebileceği mesafe sınırlıdır. Suyun ağırlığı başka etkiler çünkü. Hatta inmeler-çıkmalar sırasında gözetilmesi gereken gavvas hassasiyetlerini kollayamazsa 'darbe' yer. Darbe ne demek? Bir tür basınç çarpması. Sonu ölümle biten bir yıkım.

Peki suyun altında böyledir de yukarılarda işler nasıldır? Özellikle Karadeniz bölgesinde seyahat yapanların tecrübelerine dayanarak size söyleyebileceği çok şey vardır. (Dağcılar hele bu işin en mütehassıslarıdır.) Yükseklere hızlı bir şekilde çıkarsanız oralarda da benzeri bir basınç sarsıntısı yaşarsınız. Kusarsınız. Başınız ağrır. Hastalanırsınız. Korkmayın. Mikrop kaptığınızdan değildir bu. Vücudunuz size yine uyarı vermektedir. Dışınızdaki basınçta meydana gelen değişime hazırlıksız yakalandığını bildirmektedir.

Dışarıda işler değişince hastalanıyoruz da içimizde işler deyişince başka mı oluyor? Bilakis, neredeyse aynısı oluyor, hatta fazlası yaşanabiliyor. Tansiyonunuz çıktığında bir sarsılıyorsunuz. Düştüğünde bir sarsılıyorsunuz. Kan basıncınızın inip-çıkmasıyla dışınızın üzerinizdeki tesirini daha farklı hissediyorsunuz. Yani herşeyin hassas bir düzeni var. İç-dış dengeli bir şekilde gitmeli. Dışarı taşarsa içerisi dikkatli olmalı. İçerisi taşarsa dışarısı duruma bakmalı. Her şekilde 'karışmayan denizler'in dengesi gözetilmeli.

Arkadaşım, sanma unuttum, başta yapmam gerekeni buraya kadar sakladım. İşte şimdi sana beni manalarında misafir eden ayet-i kerimelerin kısa bir mealini aktarıyorum. Buyruluyor ki: (22): "Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran Odur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: 'Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız!' derler." (23): "Sonra Allah onları oradan kurtarır. Kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz."

Bakar mısın: Sanki burada da bir tür iç-dış basınç dengesinden, içeride-dışarıda meydana gelen taşmalardan ve bu karşılıklı taşmaların örnekliğiyle görülen bir hakikatten bahsediliyor. Evet. Âdemoğullarının dengesini koruması gereken çok deniz var. Bu denizlerin bazısı içimizde. Bazıları ise dışımızda. İçimizdeki denizlerin dengesini korumakla biz görevliyiz. Cenab-ı Hak bizi bundan mesul kılmış. İmtihanı buna odaklamış. Haddimizi aşıp taşmamakla yükümlüyüz. Kibirlenmemeliyiz. Zalim olmamalıyız. Riyaya kapılmamalıyız. Aczimizi bırakmamalıyız. Fakrımızı unutmamalıyız. Şefkat etmeliyiz. Tefekkür etmeliyiz. Şükretmeliyiz. Hamdetmeliyiz. Duadan geri durmamalıyız. Allah'ı hatırlamalıyız. Böylesi fıkh-ı bâtına dair birçok detayı içimizin zenginliği bilmeliyiz. Kuşanabildiğimizce kuşanmalıyız. İşi ihlaslı tutmalıyız.

Tutamazsak ne olur? İşte o zaman dışımızdaki denizler taşar. Neden? Çünkü iç basıncımız bozulmuştur. İç basıncımızın bozulmasıyla dünyaya zulmetleye başlarız. Nasıl ki, dalgıçlar denizin basıncından çekinir, dünya da bizim basıncımızdan çekinir.

Say ki, dünya bizi içine almış bir deniz, biz de dünyayı içine almış bir insan deniziyiz. Onun basıncına karşı biz telaşlıyız. Bizim basıncımıza karşı da dünya telaşlı. Ve ne zaman haddimizi aşıp taşmaya başlasak dışımızda da kendi zararımıza dalgalar oluşturuyoruz. Dünya kendi basıncını yükselterek bize karşı korunmaya çalışıyor. Bizden gelen tsunamilere karşı sedler oluşturuyor. Belki biz de bu sedleri 'musibet' diye okuyoruz. 'Deprem' diyoruz. 'Sel' diyoruz. 'Fırtına' diyoruz. Onları gördüğümüzde tekrar haddimizi hatırlıyoruz. Aczimizi hatırlıyoruz. Sınırlarımıza dönüyoruz. En azından duruluyoruz.

Hani, şakayla söylenir, ama hakikati de vardır: Düşen uçakta ateist kalmaz. Çünkü uçağın düşmesi de bir dış dalgalanmadır. Dış dalgalanma başladığında, tıpkı yukarıdaki ayetlerde verilen fırtına-gemi örneğinde olduğu gibi, iç denizlerdeki bozulmalar sıkıntıyı farkeder. Hücumun tesirine karşı gerilere, olmaları gereken yere, doğru çekilirler. Böylece denge yeniden sağlanır. Fıtrat ayarları tekrar kendilerini gösterirler. Elhamdülillah. Şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan hareketle soruyorum arkadaşım: Mürşidimin birazdan okuyacağın satırlarında da böylesi bir etkileşimin izleri okunmaz mıdır? Hani o Duhan'ın 29. ayetini tefsir ederken diyor:

"Şu âyet mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.' Ve mefhum-u muhalifle delâlet ediyor ki: 'Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.' Yani, ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle der: 'Semâvât ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.' Zira, ehl-i iman ise, çünkü semâvât ve arzın vazifelerini bilir."

Günahlarımızı küçük görüyoruz. Çünkü dünyaya neler yaptığımızı göremiyoruz. Eyleyebildiklerimizi cirmimizle eş tutuyoruz. Fakat belki de dünya, tıpkı çevreye duyarsızlığımızla kirlendiği gibi, kulluğa duyarsızlığımızla da kirleniyor. Belki attığımız plastik poşetlerden zarar gören balık kadar melek zarar görüyor kötü sözlerimizden, kibrimizden, kemliklerimizden. İçimizde yükselen basınçtan kaç ayyüzlü darbe yiyor sezemiyoruz. Kaç sahile tsunami vuruyor görmüyoruz. "Neden başıma geldi ki bu!" diyoruz. Kızıyoruz. Halbuki kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Bu gürültüyü biz istedik

Korkmayalım. Üzerimize üzerimize gidelim. Yaralarımızı deşelim. Tekrar be tekrar duvarlarımıza çarpalım. Kanatalım. Rahatlayalım. Aynı cansıkıcı cümleleri yazalım. Mutsuz da olalım. Fakat kendimize numara yapmayalım. En çok buradan kaybediyoruz. İnsan bir kere kendisine numara yapmaya başladı mı arkasını toplamak zor oluyor. Çünkü yalanın en zor farkedileni o. Neden böyle? 'Olmak istediğin şeyi' veya 'olman istenen şeyi' olduğun şey gibi görüyorsun. Arzuladığın hakikatinmiş gibi dile geliyor. Ne acı bir gönül aldatmacası. Arzuyla hakikat aynı giysiye büründü mü ikisini ayırmak zordur. Adım adım kendinle aran açılır ama sen bunu bilmezsin. Hakikatinden başka birşey olursun.

Geri de dönemezsin. Dönecek zaman kalmaz çünkü. Hem senin ayaklarında yolu tekrar alacak güç kalmaz. Ağır ağır olursun. Sızısı da yavaş yavaş birikir. Turist Ömer'in dediği gibi: "Vicdan azabı gibi peşimdesin." Küçük bir cansıkıntısı hayatının fon müziğidir. Her an hafiften çınlar ama gürlemek için boşluklarını arar. Yalnızlığını kollar. Bozuk bir musluktan ağlayan damlaların sesi gibi. Gece olup tüm sesler kesildiğinde onun gökgürültüsü işitilir.

Duymamak için iltifatlarla meşgul olursun. Daha çok gürültü istersin daha çok. Daha çok yetmeyince de daha daha çok. Kibir buradan doğar. Kibir aslının çağrısını duymamak için meşgul olmak istediğin gürültüdür. Muhtaçsın bu gürültüye. Arzularsın bu gürültüyü. 'Mış gibi' yaptığında gelen iltifatlarla. Arttığını görürsün. Daha çok 'mış gibi' yaparsın. Ne de olsa harekettir.

Hareket de bir sarhoşluktur. Dikkati azaltır. Gürültü de bir sağırlaşmadır. Seslerdeki mesajı şiddetiyle yokeder. İnsanlar sever de belki bu 'mış gibi' halini. Daha da kötüleştirir bu durumu. Boğulursun. En kötüsü: Arzuladığın şey içinde boğulursun. İnsan boğulmayı kendisi arzuladı mı onu kurtarmak güçleşir. İntiharından haberi olmayanı kurtarmak daha zor değil midir?

Kendi içindeki tekinsizlik insanı dışındaki şahitleri arttırmaya zorlar. Kişi içine doğru düşüyorsa dışına daha fazla tutunur. Eğer yalancı olmadığınıza kendiniz inanmıyorsanız daha çok şahit istersiniz doğruluğunuzu savunacak. Güzelliğinize inancınız zayıfsa daha sık güzel bulunmak iyi gelir. Bir de şu açıdan düşün: Tesettür güzelin özgüvenidir. Örtmekle değişmeyecek olana güveniştir o. Mürşidimin "Cesaretin menbaı imandır!" derken dayandığı hakikat de belki budur.

Eğer yeterince inansaydın cesaretle de savunurdun. Hatta onu savunmak 'savunmak' gibi de gelmezdi. Savunmadan savunurdun. Doğal birşey olurdu. 'Olması gereken şey' olurdu. Tıpkı dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek gibi olurdu. Tıpkı yerçekiminin varlığını konuşmak gibi. Aksini söylemenin imkansızlığı, senin bu imkansızlığa duyduğun inanç, inandığını ifade ederken doğallığa dönüşürdü. İspatta abartıya kaçmazdın. Fellik fellik delil aramazdın. Sözü çoğaltmazdın. Doğallıktan gelen bir cesaret bulurdun. Saçların öyle güzeldi ki mesela açmanı gerektirmezdi. Her vakit ispatı gerekmezdi.

Yazmaya yeni başladığın zamanlarda 'yazabildiğini' duymaya çok ihtiyacın vardı. O yüzden aradın başkalarının ilgisini bu kadar. Bu kadar çok göze 'görsün' diye bakman içindeki zayıflıktandı. Zaman geçti. Zamanla geçti. Zayıflıklar (en azından bir konuda) azaldı. Önemsememek karizmatiktir. Aldırmazlık içinde bir kuvvet var. Aldırmazlık içinde aylak olmadığını gösterir. Aldırmamaya başladıysan denizin karar buluyor demektir. Bunu şimdi hissediyorsun.

Deniz karar buluyor. Ancak bu sefer de kendini motive etmekte zorlanıyorsun. Önceden iltifatların ardında saklı olan menfaatin bir motivasyon aracıydı. Gürültüyü arttırmakla mutlu oluyordun. Nihayetinde bir varlık artımıydı. Elinde değildi ama umuttu. Onlardan vazgeçmeyi bir derece öğrendin. Kafan duvarlara çarpa çarpa öğrendin. İsteye isteye ama verilmeye verilmeye öğrendin. Sevmeye de başladın. Fakat şimdi seni kim heyecanlı kılacak?

Arzu ettiğimizin hakikat olmadığını kabullenmemizin bedeli arzularımızın elimizden alınması. Nefis umduğu menfaatin gelmeyeceği yere motive olamıyor. Bu bizi durgunlaştırıyor. Tutuşumuz zayıflıyor. Tutunuşumuz azalıyor. Hayatın boşlukları daha görülür oluyor. Hareket ederken bu kadar görmezdik. Hızla hareket eden süratinden gelen bir yükselişle boşlukları aşabilir. Şimdi yavaşladık. Ayaklarımızın altında daha çok risk var.

Hayatımızı adadığımız dünyevî şeyler o kadar önemsiz gelmeye başladı ki bu sefer de yüzeyde yeterince kalamamaktan korkuyoruz. Arkadaşım, bu sözüme hakver, şu boğulma korkusu baştan gitmiyor. Sadece deniz değişiyor. Leyla'nın gözlerinden kaçıp Mevla'ya sığınıyorsun. O da bir deniz ki sonsuz. Ona dalıyorsun. Boğulmaya korktuğumuz denizlerden kaçmak için boğulmayı seveceğimiz denizler arıyoruz. Kalmayı katlanılır kılacak nedir? Yüzeyde kalmayı nasıl başaracağız? Bunun da cevabını bulacağız elbet. Kalmaya değer birşeyler ortaya çıkacak. Eğer severek kalamazsak inadına kalacağız. İnad da en az menfaat kadar bizi hayata bağlayacak. Bir yolunu bulacağız.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Dalga denizin nabzıdır

"Herşey dışarıya akar. Fotoğraflar geçmişleri, kitaplar sözcüklerini, duvarlar sesleri akıtır." Patti Smith, M Treni'nden.

Susan Fletcher'ın Gümüş Karası Deniz'inde okuduğumu hatırlıyorum. Şöyle diyordu: "İnci dalgayla doğar. Dalga denizin nabzıdır. Okyanusu ve içindeki herşeyi canlı tutar..." Benzer birşeyi de, mürşidim, Nebe sûresinin 7. ayetini (Kısa bir meali: 'Dağları zemininize kazık ve direk yaptım') tefsir sadedinde, dağlar hakkında söylüyor:

"Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, 'el-hikmetü lillâh' der."

Nabız neyin işaretidir? Kendi bedenlerimizden hareketle düşünelim: Temiz kanın, yani oksijenle temizlenmiş kanın, karbondioksitten arındırılmış kanın vücudun içerisine sevkedildiğinin, öyle değil mi? Nihayetinde bu da bir teneffüstür/nefeslenmedir. Veya teneffüs kanununun bir parçasıdır.

Teneffüs kanunu ile kastettiğim ise özetle şudur: Nefeslenmek birşeyin kendisinden taşarak veya kendisine katarak yaşadığı rahatlamadır. Yani; birşey, içindekiyle dışındaki dünya arasında bir etkileşim yaşıyorsa, yani ona bir parça katılıyor veya bir parçasını ona terkediyorsa ve bununla da bir sükûnet sağlanıyorsa, bu türden eylemelerin tamamı teneffüs fiiline dahildir. Ve biz böylesi nefeslenmeleri dışarıdan dalgalanma olarak okuruz.

İnsanın duyguları ve bunların sonucu olarak meydana gelen fiileri birer dalgalanma olduğu gibi, denizin yükselişleri ve inişleri de birer dalgalanmadır. Bütününe bakıldığında görülen hakikat o şeyin nefeslenmesidir. Kendisine verebileceği zararlardan kurtulmasıdır. Örneğin: Akıttırdığı gözyaşları hüznün içeride yapacağı yıkımı engeller. Tenden akan ter koşucunun hararetini alır. Bunlar içten dışa taşmalardır. Yani bir tür dalgalanmalardır.

Demek; dalgalar denizin, dağlar zeminin nefes almasını sağlıyor. Yani; birşeyin içinden yükselenler ve tekrar kendisine dönenler, bu hareketleriyle aslında o şeyin (veya içindekilerin) canlılığının da delili oluyor. Yaşananın yavaşlığı veya hızlılığı durumu değiştirmiyor. Tıpkı kaplumbağa ile tavşanın farklılığın ikisini birden canlı olmaktan alıkoymaması gibi. Veya kavak ağacı ile ceviz ağacının büyüme hızlarının ikisinin de 'ağaç olmasına' engel olmaması gibi.

Dikkat edin! Bedenimiz de aynı hareketi yapıyor aslında. Eğer biz tastamam su olsaydık, yani bedenimiz bir su birikintisi olsaydı, ciğerlerimizin o birikintideki hareketini nasıl algılardık? O yükselişlerin/inişlerin bedenimize kattığı hareket de dalgalanma gibi olmaz mıydı? Ciğerimizin her çıkışında ve inişinde meydana gelen dalgacıklar, giderek küçülerek, bedenimizin kenarlarına vurmaz mıydı? (Aslında her an benzeri şeyler oluyor ama katılığımız müşahademizi zorlaştırıyor.) O halde şunu söylemenin artık yanlış olmayacağını düşünüyorum ben: "Dalgalanan herşeyde bir canlılık vardır." Çünkü bir nefeslenmenin delilidir. Bizim ciğerimiz kalkıp indiği gibi, deniz de kalkıp iner, dalgalanır. Zemin de dağ dağ dalgalanır. Birisinin hareketindeki yavaşlık diğerinin hızıyla uyuşmadığı için kanunun dışına atılamaz. Dalgalanmanın olduğu heryerde bir nabız atıyor demektir.

Yine mürşidim bir yerde diyor ki: "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal. Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle. Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez."

Denilebilir ki: İnsan, nasıl kendisini sarsan büyük bir olay yaşadığında daha derinden ve daha koca nefesler alır ve etkileri vücuda daha hızlı yayılır, aynen öyle de, arz da veya deniz de büyük olaylar yaşadığında aldığı nefesler kocamanlaşır. Tsunami denilen deprem sonrası dev dalgaların veya fırtınalarda gemicilere zor anlar yaşatan benzerlerinin denizin heyecanı olarak tarif edilmesi imkansız mıdır? Hem yine, benzer şekilde, Kur'an'daki kıyamet tasvirlerinde yeralan 'dağların yürütülmesi' hakikati, zeminin kıyameti yaşamaktan ve üzerindeki kudret tasarrufunun sarsıcılığından nasıl heyecanlanacağını, bir açıdan, anlatmaz mıdır?

Öyle ya! Daha çok gerilen daha büyük nefesler alır. Daha çok korkan daha sık nefes alır. Daha sarsıcı şeyler yaşayan daha tempolu nefes alır. Ben de bu dalgalanma bahsinde, kendimce, dalgalanan herşeye bakışımızı Hayy ism-i şerifinin gölgesine taşıyacak bir bakış açısı geliştirdim. "Dalgalanan herşeyin hayatla bir ilgisi var!" diye düşündüm. Bu gitmeleri-gelmeleri bir varolma telaşı gibi tahayyül ettim. Her yorumun hakkı olan o cümleyle bitirelim: Allahu'l-alem.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kendi denizlerinin dalgıcısın

Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa kitabında diyor ki: "Sanatsal ifade, duyguları etraflıca ele almanın bir yolu değil, sadece duyguları dışavurma biçimidir." Buna yazmak noktasında bir itirazım var. Eğer yazmayı da sanatsal ifadenin bir çeşidi sayacaksak (ki saymalıyız) o zaman bu genellemeci cümlenin dışına seyahat etmemiz gerekir. Çünkü ben biliyorum ki; yazmak yalnız teşhis edilmek değil, bir nevi tedavi olmaktır. Sadece dışavurum anlamında değil. Dışavurulanın herkese açıklığı anlamında da geridönüş almak kaçınılmazdır.

Bu noktada onu resimden veya müzikten ayırıyorum. Resimde veya müzikte dışavurulanın kapalılığı yahut da keskin bir okuma isteyişi, onu yazı kadar açık kılmıyor. Bizi cümlelerimizden yakalamak daha kolay. Ve Allah da bize vahyini cümlelerle yolluyor. Geri kalan bütün sanatsal yapıtlarını bu cümlelerin eşliğinde okuyor ve görüyoruz. Yine ayet-i kerimenin ifadesiyle 'pekçoğunun yanından tesbihini anlamadan' geçiyoruz. Ama vahyin açıklığı, onu farkedenlerin sayısını diğer ayetleri farkedenlerin sayısından daha yüksek/çok kılıyor.

İkinci olarak; insan, yazdığında kendinden öteye seyahat eder. Bir üçüncü kişi olarak yazılanı ve kendini seyretme imkanı kazanır. Bu noktada kendi kitaplarını tekrar tekrar okuyan müelliflerin, bazen okuduklarından tekrar tekrar birşeyler öğrendikleri olur. Bir kitabın bizim içimizde dokunduğu teller kadar, yazar içinde de dokunduğu yerler vardır. Bediüzzaman'ın Mesnevi'sini anımsayalım. Orada, eserinin yazım hikayesini de okurlarına nakleden Bediüzzaman, bunun bir Eski Said'den Yeni Said'e dönüşme yolculuğu olduğunu söyler. Yani yazarken değişmiştir. Yazarken bambaşka birisi olmuştur. Yazdıkları en az dışındaki okurlar kadar, içindeki okuru/arayışçıyı sahil-i selamete çıkarmıştır.

Devanı içine saklıyor bazen Allah. Sen onu kaleminle dışarı çıkarıyor ve rahatlıyorsun. Kendi denizlerinin dalgıcısın. Nefesini bir sayfacık olsun tut. Kalemini kalbine batır.

Yalnız Bediüzzaman değil, böyle pekçok yazar var kendi kalemini üçüncü bir kişinin kalemi gibi gören ve onunla yetişen. Yazarken öğrenen. Allah ağaçlarda meyve yarattığı gibi insandan da kalemle bir mahsul alıyor. Kimisininki acı, kimisininki tatlı. Ama insan da hasat ediliyor.

Aynada bedenini izler, beyaz sayfalarda ruhunu. Teşhis önce 'görmeye' bağlı birşey değil mi? Kendimizi ve zaaflarımızı görmenin yoludur bir nevi, yazmak. Allah'ın 'kalemle yazmayı öğreten' oluşu, Kur'an'da hikmetsizce altı çizilen birşey değil. Resim yapmayı öğreten de o, müzik yapmayı öğreten de. Fakat dikkat et: Yazının altını daha kalın çiziyor. Vurgu, azı çoğa galip kılma sanatıdır. Allah birşeyi, başka şeyleri anmadığı halde, anıyorsa, sen galiben ona muhtaçsındır. Tıpkı 114 kez Rahman ve Rahim oluşunu anması gibi. Biraz da bu yüzden çocuklarınıza yazmayı sevdirin bence. Sırf dersler için değil. Ve yazdıklarını okumaktan sıkılmayın. O bile farketmez bazı şeyleri kendi hakkında, siz bu sayede farkedersiniz.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...