Dağcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dağcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Haziran 2019 Perşembe

Kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var

2008 yapımı The Happening/Mistik Olay filmini izleyenleriniz var mıdır bilmem. Enteresan bir yapımdı. Özet geçeyim: Dünyanın her yerinde insanlar toplu intiharlara başlıyorlardı aniden. Sebebi ise şuydu: Dünya, ona verdikleri zararlardan ötürü, iyice çoğalan insanlara karşı kendisini koruyordu. Bir tür antikor salgılayarak, tıpkı vücudun virüsleri temizlediği gibi, kendisini insanlardan temizliyordu. Onları iyice ilerlemiş bir enfeksiyon gibi görüyordu.

Bugün Yunus sûresini okurken 22. ve 23. ayetler kulağımdan tutup beni kendilerinde konaklattılar. "A acûl âdemoğlu, bizde de hisselerin var, sabırsızlıkla geçme, uğrayıp al!" dediler. Ben de "Eyvallah" dedim. Ellerini öptüm. Sofralarında konakladım. Ağzıma çaldıkları balın tek cümlede toplanışı şöyle oldu: "Dışımızdaki denizler taşıyorsa içimizdeki denizleri durdurmak içindir." Yahut şöyle: "İçimizdeki denizler şaşmasın diye taşırılıyor bazen dışımızdaki denizler." Veyahut da şu: "Dışındaki denizler taşıyorsa bil ki içindeki denizlerin durulmaya ihtiyacı vardır."

Hani basınç konusuna dair şöyle-böyle okuma yapanlar azbuçuk bilirler: Her canlının hayatta kalabileceği bir basınç aralığı vardır. İnsan vücudu atmosfer basıncına dayanır. Fakat suyun altında koruma giysisi olmadan inebileceği mesafe sınırlıdır. Suyun ağırlığı başka etkiler çünkü. Hatta inmeler-çıkmalar sırasında gözetilmesi gereken gavvas hassasiyetlerini kollayamazsa 'darbe' yer. Darbe ne demek? Bir tür basınç çarpması. Sonu ölümle biten bir yıkım.

Peki suyun altında böyledir de yukarılarda işler nasıldır? Özellikle Karadeniz bölgesinde seyahat yapanların tecrübelerine dayanarak size söyleyebileceği çok şey vardır. (Dağcılar hele bu işin en mütehassıslarıdır.) Yükseklere hızlı bir şekilde çıkarsanız oralarda da benzeri bir basınç sarsıntısı yaşarsınız. Kusarsınız. Başınız ağrır. Hastalanırsınız. Korkmayın. Mikrop kaptığınızdan değildir bu. Vücudunuz size yine uyarı vermektedir. Dışınızdaki basınçta meydana gelen değişime hazırlıksız yakalandığını bildirmektedir.

Dışarıda işler değişince hastalanıyoruz da içimizde işler deyişince başka mı oluyor? Bilakis, neredeyse aynısı oluyor, hatta fazlası yaşanabiliyor. Tansiyonunuz çıktığında bir sarsılıyorsunuz. Düştüğünde bir sarsılıyorsunuz. Kan basıncınızın inip-çıkmasıyla dışınızın üzerinizdeki tesirini daha farklı hissediyorsunuz. Yani herşeyin hassas bir düzeni var. İç-dış dengeli bir şekilde gitmeli. Dışarı taşarsa içerisi dikkatli olmalı. İçerisi taşarsa dışarısı duruma bakmalı. Her şekilde 'karışmayan denizler'in dengesi gözetilmeli.

Arkadaşım, sanma unuttum, başta yapmam gerekeni buraya kadar sakladım. İşte şimdi sana beni manalarında misafir eden ayet-i kerimelerin kısa bir mealini aktarıyorum. Buyruluyor ki: (22): "Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran Odur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: 'Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız!' derler." (23): "Sonra Allah onları oradan kurtarır. Kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz."

Bakar mısın: Sanki burada da bir tür iç-dış basınç dengesinden, içeride-dışarıda meydana gelen taşmalardan ve bu karşılıklı taşmaların örnekliğiyle görülen bir hakikatten bahsediliyor. Evet. Âdemoğullarının dengesini koruması gereken çok deniz var. Bu denizlerin bazısı içimizde. Bazıları ise dışımızda. İçimizdeki denizlerin dengesini korumakla biz görevliyiz. Cenab-ı Hak bizi bundan mesul kılmış. İmtihanı buna odaklamış. Haddimizi aşıp taşmamakla yükümlüyüz. Kibirlenmemeliyiz. Zalim olmamalıyız. Riyaya kapılmamalıyız. Aczimizi bırakmamalıyız. Fakrımızı unutmamalıyız. Şefkat etmeliyiz. Tefekkür etmeliyiz. Şükretmeliyiz. Hamdetmeliyiz. Duadan geri durmamalıyız. Allah'ı hatırlamalıyız. Böylesi fıkh-ı bâtına dair birçok detayı içimizin zenginliği bilmeliyiz. Kuşanabildiğimizce kuşanmalıyız. İşi ihlaslı tutmalıyız.

Tutamazsak ne olur? İşte o zaman dışımızdaki denizler taşar. Neden? Çünkü iç basıncımız bozulmuştur. İç basıncımızın bozulmasıyla dünyaya zulmetleye başlarız. Nasıl ki, dalgıçlar denizin basıncından çekinir, dünya da bizim basıncımızdan çekinir.

Say ki, dünya bizi içine almış bir deniz, biz de dünyayı içine almış bir insan deniziyiz. Onun basıncına karşı biz telaşlıyız. Bizim basıncımıza karşı da dünya telaşlı. Ve ne zaman haddimizi aşıp taşmaya başlasak dışımızda da kendi zararımıza dalgalar oluşturuyoruz. Dünya kendi basıncını yükselterek bize karşı korunmaya çalışıyor. Bizden gelen tsunamilere karşı sedler oluşturuyor. Belki biz de bu sedleri 'musibet' diye okuyoruz. 'Deprem' diyoruz. 'Sel' diyoruz. 'Fırtına' diyoruz. Onları gördüğümüzde tekrar haddimizi hatırlıyoruz. Aczimizi hatırlıyoruz. Sınırlarımıza dönüyoruz. En azından duruluyoruz.

Hani, şakayla söylenir, ama hakikati de vardır: Düşen uçakta ateist kalmaz. Çünkü uçağın düşmesi de bir dış dalgalanmadır. Dış dalgalanma başladığında, tıpkı yukarıdaki ayetlerde verilen fırtına-gemi örneğinde olduğu gibi, iç denizlerdeki bozulmalar sıkıntıyı farkeder. Hücumun tesirine karşı gerilere, olmaları gereken yere, doğru çekilirler. Böylece denge yeniden sağlanır. Fıtrat ayarları tekrar kendilerini gösterirler. Elhamdülillah. Şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan hareketle soruyorum arkadaşım: Mürşidimin birazdan okuyacağın satırlarında da böylesi bir etkileşimin izleri okunmaz mıdır? Hani o Duhan'ın 29. ayetini tefsir ederken diyor:

"Şu âyet mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.' Ve mefhum-u muhalifle delâlet ediyor ki: 'Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.' Yani, ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle der: 'Semâvât ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.' Zira, ehl-i iman ise, çünkü semâvât ve arzın vazifelerini bilir."

Günahlarımızı küçük görüyoruz. Çünkü dünyaya neler yaptığımızı göremiyoruz. Eyleyebildiklerimizi cirmimizle eş tutuyoruz. Fakat belki de dünya, tıpkı çevreye duyarsızlığımızla kirlendiği gibi, kulluğa duyarsızlığımızla da kirleniyor. Belki attığımız plastik poşetlerden zarar gören balık kadar melek zarar görüyor kötü sözlerimizden, kibrimizden, kemliklerimizden. İçimizde yükselen basınçtan kaç ayyüzlü darbe yiyor sezemiyoruz. Kaç sahile tsunami vuruyor görmüyoruz. "Neden başıma geldi ki bu!" diyoruz. Kızıyoruz. Halbuki kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kalbin mehre alışsın

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik!' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût sûresi, 2)

Şunu farkettim arkadaşım: Yol, onu bir kere seçtikten sonra, sahibini kendisine mecbur eder. Şartlarını dayatır. Yani 'gitmek istediğin yere' veya 'görmek istediğin şeye' göre katlanman gereken kuralları olur. Kurallarından vazgeçersen yoldan da vazgeçersin. Dağa tırmanmanın mehri yorgunluktur. Suda yürümenin bedeli ıslaklıktır. Bulutların duvağını yükselerek açarsın. Denizlerin tenine alçalarak dokunursun. Yol aslında nedir peki? Yol bir tür bedeldir. Menzilin bedelidir. Varmanın kaporasıdır. Hatta duasıdır.

Manzara denilen en mukavemetsiz şey bile seyrinize kendisini bedelsiz bırakmıyor. Emek istiyor. Gayret istiyor. Dikkat istiyor. Hatta en güzel manzaraların bedeli en zor yollar. 'Gidilmez' denilen yerlere gittikçe, 'Çıkılmaz' denilen yerlere çıktıkça, 'Varılmaz' denilen tepelere vardıkça alıyorsunuz ücretinizi. Ayaklarınız yola bir nevi 'yüz görümlüğü' takıyor. Hem dağcılık da ancak buradan bakınca anlaşılabilecek bir sevdadır. Başka gözlerin aşinası olmadığı harikalara varabilmek için dağcı bir bedel öder. Bizden daha fazlasını ödemeye hazırdır her zaman. Daha azimlidir. Daha cüretkârdır. Daha sebatkârdır. Allah sebatında sabredenleri muvaffak eder.

Sadece zaman/zahmet olarak değil hem de. Ümit ve korku olarak da bedel ödemeye hazırdır. Dağcının yaşadığı kazalar, salgıladığı adrenalin, döktüğü ter, gösterdiği dikkat, aldığı tedbir, mahrum kaldığı rahatlık ve serbestlik... Bunların tamamı 'şahidi olunacak manzaranın' bedelidir. Çıkacağı makamın istediğidir. Ve artık, dağcı, maksadına ulaşmıştır.

Gözleri 'gözlerimizin asla şahit olmadığı' bir dünyaya şahit olmuştur. Dünyamızın 'daha yukarısından' ve 'daha çoğuna' bakmıştır. 'Kalb-i beşere hutur etmeyen' şeylere dokunmuştur. Mürşidimin tabiriyle 'hiç ender hiç' iken 'bütün mevcudatı umumen' elde etmiştir. Biz, yani aşağıdakiler, ancak onun çektiği fotoğraflarla ve hayalimizle yetiniriz şahitliğini anlayabilmek için. Neden? Ödenmesi gereken bedelden kaçıyoruz çünkü. Mehrini vermediğimiz manzara da bize duvağını açmıyor.

Tasviri çok mu uzattım arkadaşım? Doğrudur. Tamam. Sadede geleyim: Ben bu kadar şeyi sana neden anlattım? Anlattım, çünkü dağcı, manzara ve yol arasındaki ilişki benim takvayı da anlamamı sağlıyor. Kur'an buyuruyor: "Akıbet takva sahiplerinindir!" Bu ayet-i kerime bana dağcının zirveye ulaştığı anı hatırlatıyor. Takva manzarası güzel bir yola ödenmesi gereken dikkat bedelidir. Düşünsene! Allah'ın rızasını istiyorsun. Cennet istiyorsun. Hem bu dünyada hem ahirette selamet istiyorsun.

Nasıl bedelsiz elde edeceksin? Öyle kıymetli şeyleri bedelsiz verirler mi? Öyleyse dikkat edeceksin. Az şey istemiyorsun. Arzunda ciddi isen bedeli 'dikkat' olacak. Bazen de çile çekeceksin tıpkı dağcının çektiği gibi. Herkesin evinde oturup rahatça televizyon izlediği zamanlarda sen yolla boğuşacaksın. Oruç tutacaksın mesela. Aç kalacaksın. Günde beş vakit namazın olacak. Talim yapacaksın. En sıcak vakitlerde bile örtüneceksin. Tenin zararlardan korunacak. Dilin, en öfkeli anlarında bile, bir sınırı geçemeyecek. Duracak. Ne kadar albenili dursalar da günahkâr eğlencelerden uzak kalacaksın. Küçük görme. Bakarsan ciddi bedeller bunlar. Düzlükte yaşanacak bir hayattan vazgeçiyorsun sen.

Birşeye niyet ettin çünkü. Bir manzaraya talip oldun. Aşağılar yetmez göründü sana. Sonsuzluğa talip oldun. Az şey değil. Hiç az şey değil. Zerresin ama Şems-i Sermed'i istiyorsun artık. Hiç ender hiçsin ama bütün mevcudatı umumen istiyorsun. 'Bedelini sevmek' başka şey amma, sormadan edemiyorum arkadaşım, nasıl 'bedel ödememeyi' beklersin? Nasıl zahmetlerden alınır, Allah'a gönül koyarsın, nazlanırsın? Talip olan sensin. Bu dünyayla yetinemeyen sensin. Allahsız bir hayatın boşluğundan yakınan sensin. Fanilikten usanan sensin. Sevdiklerini kaybetmekten yanan sensin.

Nasıl bütün bunlardan kaçmak için girdiğin bir yoldan yakınırsın? Kendin diledin onu oysa. Böyleyken halimiz, Bediüzzaman'ın, Mevlana Celaleddin-i Rûmî'den (Allah ikisinin de şefaatine nail eylesin bizi) alıntıladığı gibi değil midir? Hani o 'Kalubela gününü' pek güzel tasvir eder ve der: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Bela/Evet' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." Evet arkadaşım. O halkaya katılmadan dağı tırmanamazsın. Tek başına dağcılık olmaz. İz lazım. Tecrübe lazım. Dost lazım. Sonra Derviş Yunus'un (k.s.) tarif ettiği gibi olur halimiz: "Göçtü kervan, kaldık dağlar başında..."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...