Cevşen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cevşen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2016 Pazartesi

Bediüzzaman Cevşen'i şia kaynaklarından mı aldı?

Daha başlarken şunun altını çizmeliyim belki: Bu yazı, mezkûr soruya net bir cevap vermek için değil, elinden gelebilirse 'soru işareti sayısını olması gereken seviyeye çıkarmak için' yazıldı. Böyle demekle neyi kastediyorum? Tarif edebilmek için Zaman İçinde Bediüzzaman kitabında değinilen bir hastalığımıza dikkat çekmem gerek. Deniliyordu ki o kitapta: Nur talebeleri, Bediüzzaman hakkındaki yapılan suçlamalara, dayanaklarını/argümanlarını yeterince sorgulamadan karşı koyuyorlar.

Örneklerden birisi şuydu: Bediüzzaman'ın Kürt Teali Cemiyeti'ne üye olup olmadığı meselesinde "Üyeydi!" iddialarına karşı "Değildi!" diyenlerin, bunu, Kürt Teali Cemiyeti'nin zararlı bir cemiyet olduğu ve Bediüzzaman'ın da asla vatana zararlı bir cemiyetin içinde bulunmayacağı üzerinden savundukları zikrediliyordu. Fakat kimse "Kürt Teali Cemiyeti hakikaten zararlı bir cemiyet miydi?" veya "Kürt Teali Cemiyeti içindeki herkes muzır kimseler miydi?" diye sorgulamıyordu. Halbuki Kürt Teali Cemiyeti'nin 'hâzâ şer' gibi sunulması bir Kemalist tarih öğretisiydi. Bediüzzaman bu cemiyete üye olsun veya olmasın, bu soruya mezkûr üslûpta cevap vermek, aslında iddianın yüzdeellisini sorgulamadan kabul etmekti.

Bu tehlikeye Ebubekir Sifil Hoca da eserlerinde sıklıkla dikkat çeker. Ona göre İslam coğrafyasında modernist akımlar, oryantalizmin sorularına 'dayandıkları argümanların doğruluğu sınanmadan' verilmeye çalışılan cevaplar sonucu oluşmuştur. Bediüzzaman da, hem Eski Said dönemine, hem de 'mütefekkirin kısmı' dediği insanlara dair bir eleştirisinde der ki:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

İlk yapmamız gereken sorunun sıhhatinin sorgulamakken, biz, sorulara tatmin edici cevaplar yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu da sorudaki argümanların doğruluğunu bir ölçüde 'layetezelzel' kabul ettiğimiz bir etkilenişe tekabül ediyor. Dört kadınla evlenebilme ruhsatı, recm, faizin haramlığı vs... meseleleri belki günümüzde kendisini en açık gösteren örnekleri bu rahatsızlığın. Bu başlıklarla gelen sorularda o kadar ezilip büzülüyoruz ki, hani neredeyse "Allah da bunu niye böyle yapmış ki canım?" sitemine kadar uzanıyor iş, Allah korusun. Zaten Kur'an'ın tarihselliği iddiaları da bu eziklikten beslenerek serpiliyor. Her neyse... Asıl konuma dönersem:

Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından aldığı yönündeki iddialara karşı verilen cevapların da böyle bir etkilenişle üretildiği kanaatindeyim. Şüphenizi burada yanıtlayayım: Bir ehl-i sünnetçilik damarıyla (o da her neyse) yapmıyorum bunu. Cevapların da, sorunun da altını yeterince dolu bulmadığım için yapıyorum. Kanaatim şu: Mevzuu, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet kodlarına bir nakise olarak kullanmak isteyenlerin de, Bediüzzaman'ın bir meziyeti olarak savunanların da elleri yeterince dolu değil. Bir kere Bediüzzaman'ın mezkûr iddiayı doğrulayan veya yalanlayan bir beyanı yok. Her iki kesimin de oluşturmak istediği Bediüzzaman imajına yönelik yorumları var sadece. Cevşen'in ehl-i sünnet kaynaklarındaki en eski yazılmış hali (bildiğimiz kadarıyla) Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin (k.s.) Mecmuatü'l-Ahzab'ı iken, nedense kimse Bediüzzaman'ın Cevşen'i ondan aldığını evvelemirde 'zannetmek' istemiyor. Acaba neden?

Bu neden mi önemli? Çünkü Ahmed Ziyaüddin Hazretlerinin şia eleştirisi yaptığı eserleri de var. Yani eğer Cevşen bir şia etkisi ise "Ahmed Ziyaüddin Hazretleri gibi şia üzerine eleştiriler kaleme almış birisinde bu etkilenişin ne işi olabilir?" diye sormak icap ediyor. Zaten Cevşen'in kendisinde de ehl-i sünnetin istikamet dairesini zorlayacak bir içerik veya iz yok. Bu noktada Cevşen'in içeriği üzerinden bir şia etkisi iddiasında bulunmak mümkün değil. Bediüzzaman, Cevşen'i şia kaynaklarından almış olsa bile, ki buna dair ne doğrulayan ne de yalanlayan bir beyanı yok, bu onda ehl-i sünnetin ve sünnetin sahibinin (a.s.m.) vüsatini gördüğü içindir. Bu noktada ben "Bediüzzaman şia kaynaklarına elini bile sürmez!" demiyorum. Hiçbir ehl-i sünnet âlimi de böyle birşey söylemez. Mürşidimin istikametine tüm zerrelerimle kaniyim ve eğer o şia kaynaklarında rastlayıp, bu münacaatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinin izini görmüşse, yemin ederim ki, o öyledir. Fakat... Bediüzzaman'ın verdiği bir 'değerli eşya' örneği var. Diyor ki orada:

"Münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir."

Bu örneği kullanarak sormak istediğim ise şu: Bediüzzaman talebelerine birşey talim etse, bunun kaynağını önce nerede aramak gerekir? O, önce hangi dairenin âlimidir? Bu soruya verilecek cevaba göre arayışın yönü de değişiyor. Mesela; Bediüzzaman'ın Cevşen'i şia kaynaklarından görüp aldığını savunan 'dostlar'da şöyle bir cevaplandırış var ki, her duyuşumda şaşıyorum: "Bediüzzaman 'mezhepler üstü' bir insandır."

Doğrusu, ehl-i sünnet ve günümüz şiası ekseninde bu hükmün konulacak bir yeri var mıdır bilemiyorum. Hele ehl-i sünnetin üstü neresidir, hiçbir fikrim yok. (Başlangıç noktasında ise, İmam Ali'nin taraftarlığı zaten ehl-i sünnet dairesine dahildir.) Eserlerinde defalarca kendisini ehl-i sünnet ve'l-cemaat içinde tarif etmiş, ehl-i beytten olmayı dahi 'ehl-i sünnet' dairesiyle tasvir etmiş bir âlimi, sırf daha yükseklerde göstermek için 'mezhepler üstü' denilen içeriği ve delili meçhul bir yere kaldırmak ne kadar doğru? Ondört yıldır Risale-i Nur okuyorum, o kadar yıldır da maaliftihar mürşidimdir, eserlerinde böyle bir iddia ne okudum ne de yorum çıkardım. Öyle yorumlayan da delilini göstermek zorundadır. O delilini gösterene kadar benim için Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir ve zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat bu ümmetin istikametli cadde-i kübrasını temsil eder.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

Kenan Demirtaş Hoca'dan, geçtiğimiz hafta, şia kaynaklarında geçen Cevşen ile Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen arasında takdim-tehir ve ifade farklılıkları olduğunu duydum. Kendim böyle bir karşılaştırma yapmadığımdan bilemiyorum. Abdurreşid Şahin ağabey ise İngiltere'de ve kutsal topraklarda rastladığı şiilerin Cevşen'lerinde Bediüzzaman'ın naklettiği Cevşen'den farklı birşeye rastlamadığını söyledi. İkisi de ehl-i ilim ağabeylerim olduğundan, mesele şu an benim nazarımda, kazıyye-i makbule açısından, ortadadır. Kenan Demirtaş ağabeyin iddiası şu:

Bediüzzaman, Cevşen'i, şia kaynaklarından değil, tasavvuf/tarikat geleneğinde vird olarak nakledilen şekliyle öğrenmiş ve öğretmiştir. Ben bu iddianın mantığıma şöyle bir yakınlığını görüyorum ki: Cevşen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bu ümmete bir mirası olarak, önce ehl-i sünnetin, yani istikamet çizgisinin hakkıdır. Ve o çizgi, sözlü anlatımın yazılı anlatımla omuz omuza devam ettiği bir tedrisi içerir. Bu açıdan bakınca: Neden en eski yazılı nüshaları şia kaynaklarında olduğu için Cevşen onların malı olsundur ki? Pekala ehl-i sünnet içinde de sözlü bir şekilde naklediliyor/öğretiliyor olabilir. Ki, yukarıda altını çizdiğim, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin ehl-i sünnet hassasiyetleri de bilinmektedir. Ona bu münacaatın metni nereden gelmiştir? Neden kendisine böylesi itirazlarda bulunulmamıştır?

İkinci olarak: Eğer şia kaynaklarındaki metinlerle Bediüzzaman'ın metinleri arasında farklılıklar varsa, bu da gösterir ki, Cevşen'in farklı bir rivayet şekli ve ravi silsilesi olabilir. Rivayet şeklindeki farklılık farklı bir nakil silsilesinin daha olduğuna işaret eder. Aksi takdirde, Bediüzzaman'ın kendi tasarrufuyla şiadan gelen metinlerde değişiklikler yaptığını söylemek zorunda kalırız ki, bu da bana hiç mantıklı gelmiyor. Ancak dediğim gibi: Nüshaların bu noktada karşılaştırılmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bu da benim gibi cahilin değil, ehl-i ilmin ellerine bakıyor.

Üçüncüsü: Ebced/cifir meselesi gibi hususlarda, keskin hassasiyetlerle Bediüzzaman'a muhalefet eden dönemi ehl-i sünnet âlimlerinin Cevşen konusunda bir muhalefetlerine rastlamayışımız büyük bir soru işareti. Bediüzzaman'ın ve talebelerinin hatıralarına dair epey miktarda okuma yapmış bir insanım; böyle bir nakil ne işittim, ne de duydum. Hatta düşmanlarının bile o dönemde Cevşen üzerinden Bediüzzaman'a şia eğilimi suçlaması yok. Suçlaması yok ki, onun da bunlara mukabil bir cevabı yok. Konuya dair söylediği, o da saded harici bir temas olarak, yalnız şu:

"İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche'den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebîr'le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım."

Şimdi bu metne bakıp Bediüzzaman'ın bu duayı şia kaynaklarından aldığını mı söylemek daha mantıklı, yoksa ehl-i sünnet âlimlerinden naklettiğini söylemek mi daha anlamlı? İmam Gazali ve İmam Zeynelabidin ehl-i sünnetin de imamları değil mi ki, Üstad, Cevşen'in dersini almakta şia kaynaklarına muhtaç olsun? Yine altını çiziyorum: Mesele, 'ehl-i sünnetçilik' gibi tarifi belirsiz bir modern zaman kavramlaştırmasıyla beni damgalamak ve ezberine inanmaya devam etmek değildir. Mesele, bir soruya cevap verirken 'önce soruyu sınamanız gerektiğini' unutmanızdır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...