Sahabe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sahabe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2023 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu'nun Selahaddin Eyyübî hakkındaki sözlerine nasıl bakmalıyız?

Bediüzzaman'a bile "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." dedirten durumlar vardır. Siyahla beyaz kolayca ayrılmaz onlarda. Araya griler karışır. Hatta griden başka renk seçilmez olur. En çok tarihte rastlarız onlara. En çok orada yadırgarız. Yargılarız da bazen. Zaten peygamberler aleyhimüsselam hariç kimse ismet sahibi değildir. Birtek onlar, hayatlarıyla ümmetlerine iletilen vahyin/dinin hakkı için, korunmuşlardır. (Peygamberler günahkâr olursa mesajlarına da şüphe düşer.) Kusur insanın imzasıdır. Hatta kusur mahlukiyetin de imzasıdır. Her ne ki, mahluktur, öyleyse Halık değildir. Halık olmadığı için de sonsuzluğa sahip değildir. Sonsuzluğa sahip olmadığı için de Sonsuzluğun Sahibine kıyasla her zaman kusurludur. Bu kusur derece derece bir imza olarak hayatına yansır. Allah yarattığı için kusurlanmaz varlık. Hâşâ. Ona bakan cihetiyle, yani melekutiyetiyle, herşey olması gerektiği gibidir. Fakat, elimizden göründüğü için, mülkte kusurlanır. Bizim gördüğümüz şekliyle kusurlanır. Bize göründüğü şekliyle kusurlanır. Bizce kusurlanır. Çünkü biz, Descartes'ın Metafizik Üzerine Düşünceler'de belirttiği gibi, varoluşu bütünüyle göremeyiz. O halde gördüğümüz büyük "Kün!/Ol!" emri tecellisinden eksik bir manzaradır sadece. Okuyuşumuz eksiktir. Duyuşumuz eksiktir. Aklımız eksiktir. Eh, işte, eksiğin yargısı da eksiktir. Bundan kaçamayız.

Kadir Mısıroğlu merhumun 'Selahaddin Eyyübî' hakkındaki beyanlarını tahlil ederken de bu hakikat hatırımızda bulunmalıdır bence. Fakat, önce, merhumun yiğitlik hakkı verilmeli. Zor zamanlarda kemalist rejime karşı gösterdiği dik duruş takdir edilmeli. Rahmet dilenmeli. Aziz hatırası incitilmemeli. Ancak insaniyeti de unutulmamalı. Evet. İnsanız. Sınır sahibi olmaktan kurtulamıyoruz. Hepimiz için durum böyle. Ve bakışımız bizi taraf sahibi de yapıyor bazen. Yanlış anlaşılmasın. 'Taraf sahibi olmak her şekilde kötü birşeydir' demiyorum. Hakka taraftar olmaktan daha leziz nimet yoktur zira. Bâtıla taraftarlıksa yenilecek en acı lokma. Cehennem zakkumundan ısırık. Sığınacaksak bundan sığınırız Mevla'ya. Bir de arada kalınan durumlar var tabii. Yani, yine Bediüzzaman'ın ifadelerine atıf yaparsak, "Hak da taaddüd eder..." demeyi mecbur edecek durumlar var.

Yavuz Sultan Selim Han misalinden ilerleyelim. (Ruhuna rahmetler dilemeyi ihmal etmeden.) Onun şehzadelikten padişahlığa yürüyüşü maceralı olmuştur. En küçük kardeşken padişah olmayı dilemiştir. Bu dileği nedeniyle ordu toplayıp babasıyla savaşmıştır. Yenilmiştir. Bahtı hain cezası görmeye doğru akarken yüzüne gülmüştür. Beyazıd-ı Velî Han bir şekilde tahttan çekilmeye mecbur edilmiştir. Hem de kendisine bırakmak üzere. Sonra babası da ölmüştür. (Bazıları bu ölümde parmağı olduğunu söyler.) Tahta geçtikten sonra da meşakkati bitmemiştir üstelik. Ellerinden tahtın çalındığını düşünen kardeşleriyle ters düşmüştür. Kılıçlar yeniden çekilmiştir. Sadece kardeşlerini değil yeğenleri de katletmiştir. Bundan sonrasıysa Osmanlı için, âlem-i İslam için, ehl-i sünnet dünya için büyük bir inşirahtır. Şah İsmail'in üzerine yürüyerek hem şiilerin bölgedeki sünniler üzerindeki baskısını kırmıştır hem de Kürtlerle Türkleri birleştirmiştir. Sonra Suriye'yi, Mısır'ı, Hicaz'ı fethederek Araplarla da birliktelik oluşturmuştur. Şiirinde ifade ettiğini neredeyse başarmıştır yani: "Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,/Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni./İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz,/İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni."

Ancak, bir de Bayezid-i Velî Han'ın gözünden izleseydik yaşananları, bugün okuduğumuz şekilde mi okurduk acaba? Yahut da, bahtı yüzüne gülmese idi Yavuz Sultan Selim Han'ın, bir hain olarak yargılanıp boğdurulsaydı mesela, o zaman yine bugünkü takdirkârlığımızla mı tahattur ederdik kendisini? Bunlar cevabı kolay olmayan sorulardır. Ve kabul edelim ki, yanıtlarının, tarihi okuma şeklimizden etkilenen yanları vardır. İşte, Kadir Mısıroğlu merhumun, Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî arasındaki hâdiseleri okuma şeklinde de bu taraftarlığın izleri görünmektedir. O, tabir-i caizse, Beyazıd-ı Velî'nin penceresinden bakmaktadır yaşananlara. Bizse, yine tabir-i caizse, Yavuz Sultan Selim'in nazarıyla görmekteyiz olayları. "Keşke yaşanmasalardı!" demekten kalbimizi geri koyamayız elbette. Ancak Bediüzzaman gibi de deriz: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." Yahut da yine kendisinin, sahabe ihtilafları sadedinde, Ömer bin Abdülaziz rahimehullahtan naklettiği şu söze kulak veririz: “Allahu Teala ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi biz de dilimizi tutup bulaştırmayalım!” 

Aynı konu daha sonraları kendisine sual edildiğinde İmam Şafiî rahimehullah da benzer bir karşılık vermiştir. Ki ehl-i sünnet ulemanın duruşu da ekseriyetle öyledir. Ümmetin hayırlılarından bilinen insanların yaşadıkları anlaşmazlıklarda, olaylara yalnız birinin gözünden/duygularıyla dahil olmak, bütünü görmekteki kusurumuzu arttırmak yanında, günah sahipliğinden ileriye mana taşımaz. Madem ümmet hayırları üzerine ittifak etmiştir. Hepsine rahmet dilemekten teberri etmeyiz. Aziz hatıralarını incitmemeye çalışırız. Hataları yok mudur? Hangimizin yoktur ki? Elbette onların da vardır-olabilir. Fakat defterleri bu yönüyle kapanmıştır. Bizimkisi halen açık durmaktadır. Üstelik hakkımızda hüsn-i şehadet edecek onlar kadar yoktur. Bediüzzaman'ın aslını Kürtçe olarak alıntıladığı bir muhakkike ait şu sözü biz de hatırlayalım: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i cennettirler." Belki Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî de, İslam'a hizmet etmiş iki büyük isim olarak, dünyadaki meseleleri dünyada bırakarak hem, cennete kolkola girerler de, biz dedikoduları nedeniyle uzaklarında kalırız. Allah bizi böyle bir akıbetten muhafaza eylesin arkadaşım.

19 Şubat 2021 Cuma

Hz. Osman'a (r.a.) torpil yaptırmak mümkün mü?

Hz. Osman radyallahu anh bizim için herhangi bir siyasi figür müdür? Sahabe yan apartmanda oturanlar kadar haklarında rahat konuşulacak bir sosyoloji midir? Belki ben onları böyle sıradanlaştıramadığım için alınganlaşıyorum. Canım sıkılıyor. Dişim sıkılıyor. Daralıyorum. Ahmed Yıldız ağabeyin önüme düşen 'flood'unu okurken de böyle bir gerilim yaşadım bugün:

"Genişleyen siyasi sınırlar içinde hükümran olma formülünü 'güven' üzerine kuran Hz. Osman, bu sebeple tüm yöneticiliklere akrabalarını atamış, böylece kamu düzenini sağlayabileceğini düşünmüştü. 'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti. Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu. Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır."
 
Bununla övünülmez ya: Ben cahil bir adamım. Bir alanda uzmanlık yapamadım. Belki şimdi 'bu sözleri doğru anlayamadığım' da söylenecek. Kendimi temize çıkarmam. Olabilir. Lakin kalbimin sesini de önemserim. Göğsüm pusulam gibidir. Ve kalbim bu silsilenin bana söylediği şeyden cidden rahatsız oldu. İlk rahatsızlığı şuydu: Bugünün siyasetiyle/saflaşmalarıyla ilgili bir mevzuu götürüp Osman radyallahu anha bağlamakta ne maslahat var? Çünkü, elhamdülillah ki elhamdülillah, mü'min reflekslerimizin böyle yeşermediğini düşünüyorum. Biz hayatta bir yanlışla karşılaşınca onu ta götürüp sahabeye bağlamak arzusu duymayız. Ya? Mümkünse, o çamuru yalar-yutar, üzerimize alır, o pâk eteklere sıçratmayız. Komşum bana ırkçılık yapsa mesela, mevzuu alıp, "Bir keresinde Ebu Zerr radyallahu anh da Bilal-i Habeşî radyallahu anha..." falan filan diye yerde sürüklemem. Onu şununla bağlamam. Zaten ilgisi yoktur ki bağlayayım. Kusur burada durur. Kusur bende durur. Kusur zaten bana/bize yakışır. Onlara değil.

O nedenle 'adam kayırmacılık' üzerinden bugüne söylenecek birşeyin de ta götürülüp Hz. Osman-ı Zinnureyn'e bağlanmasını anlamam. Meleklerin kendisinden hayâ ettiği bir ahlak sahibine böyle şeyleri götürmenin maslahat adına da birşey getireceğini sanmam. Ne getirir peki? Sahabeye tân getirir. Bu konularda kelam etmeye haddi olmayanların çenelerini açar. Cahile cesaret verir. Sanarlar ki: Sahabe de bizim gibi insanlardır. Adam kayırırlar. Kul hakkına girerler. Ahlaksız yönetimler sergilerler. Bir yalanı, hileyi, hatayı 'ahlaksızlığı belirtir bir ısrarla' bütün yönetimleri boyunca tekrarlarlar. Hatta, şianın iddia ettiği şekliyle, Aleyhissalatuvesselamı defnetmeyi unutur da "Başa ben geçmeliyim!" kavgasına tutuşurlar. Hâşâ. Böyle bayağı-denî karakterler değildir onlar. Biliyoruz ki: Bugün sahabeyi böyle anlamayı sevenler genelde ehl-i bid'a ekollerdir. Onların müntesipleridir. Sahabeyi tân etmek denilince onlar akla gelir.

Neden? Çünkü her bid'anın gidip çarptığı duvar 'sahabeye hürmet'tir. Ümmet-i Muhammed'in bu aziz tutumu bid'aların revacını engellediği için, farklı ekollerden de olsalar, sahabeye tân edeni severler. Hepsi aynı kuyuyu kazmaktadır çünkü. Aynı surda delik açmaktadır. Niyetleri ne olursa olsun. Buradan hepsine ekmek çıkar. Bu nedenle Ehl-i Sünnet de sahabe konusunda ayrıca hassastır. Haysiyetlerine ayrıca düşkündür. En küçüğünü olsun korumasız bırakmaz. Dokundurmaz. Bunun en güzel ifadesi de Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyhin "Allah kanlarına ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" tutumudur.
 
Biz ne yapıyoruz? Biz, Allah selamet versin, feraset versin, istikamet versin, pek iyi yapmıyoruz. Ahmed ağabey de iyi yapmıyor. Ki kendisi de biliyordur: Hz. Osman isminde birisi hiç yaşamamış olsaydı, şimdi-şu anda varlığını bütün tarihten çekip çıkarabilseydik, silebilseydik, bu sorunlar yine olacaktı. Devlette de olacaktı. Millette de olacaktı. Bizde/bende de olacaktı. Hiçbir coğrafya/sistem bundan kurtulamayacaktı. Çünkü bunlar fıtratın yaralarıydı. Yukarıdaki arızaları insanlık tarihine Osman radyallahu anh sokmadı. İlk akrabasını vali atayan da o değildi. 'Adam kayırmacılık' denen hâdise Habil ile Kabil kıssası kadar eski bir mesele. Kurcalasanız gider. Hatırlayalım: Yakub aleyhisselamın oğulları onu neyle suçluyorlardı? Yusuf aleyhisselamı kayırmakla değil mi? Dolayısıyla, haklı-haksız, belirtileri/dedikodusu tarihin her köşesinde görülen kronik hastalıklar için sahabeye müracaatın ne manası var? Ne şifa umulur bu tândan?
 
Kusura illa bidayet inşa edilecekse, ihtiyaçsa(!), Allah'tan 'başkasının değil kardeşinin nübüvvetini dilediği için' Musa aleyhisselam da suçlanabilir. Hâşâ. Veya ehl-i beyte mevedded bahsinde "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır!" dediği için Aleyhissalatuvesselama da çamur atılabilir. "O ehl-i beytini kayırmasaydı kimse akrabasını kayırmazdı!" falan denebilir. Hâşâ. Cenab-ı Hak böyle bataklıklarda altın aramaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Kaldı ki: Osman radyallahu anhın olayı "İlle de Benî Ümeyye olsun ister çamurdan olsun!" üzerinden tanımladığına dair bulgumuz da yok. Eldeki delillerin hepsi onun 'akrabasına iyilik etmeyi sevdiğini' gösteriyor. O kadar. Ki bu tutum cuma hutbelerinden aşinamız ayetin de emridir. Benî Ümeyye asabiyeti değildir. Hamiyet-i diniyedir. Bir de karakteri itibariyle Ömer radyallahu anh gibi sert olmayan yönetimi var. Bunları biliyoruz. Ancak akrabalarını valiliklere atama hususunda yalnız değil ki. Aynı tutumu hilafeti döneminde Hz. Ali radyallahu anhın da gözettiğini birçok kaynak naklediyor. Yani o da tıpkı Hz. Osman gibi akrabalarını vali atıyor. Evet. O zaman belki şunu da düşünmek gerekiyor: "Belki de o şartlarda en hikmetlisi buydu ha?"

Peki bu seçimlerde şer'i şeriften ayrıldığına dair bir delilimiz var mı? Yok. Olsa olsa emîrü'l-mü'minînin iradesine bırakılmış bir alanda seçimini böyle beyan buyurmuştur. Tasarrufunu böyle kullanmıştır. Zaten kendisinin de dönemindeki ifadesi "Böyle yapmakla Allah'ın rızasını aradığı..." yönündedir. Valiliğe atadığı kimseler de alelekser liyakatsiz insanlar değildir. Muaviye radyallahu anh gibi öne çıkan bazılarıysa zaten Ömer radyallahu anhın döneminde de aynı görevlerde bulunmaktadırlar. Yani Benî Ümeyye'nin yönetimde görev alması ilk kez Osman radyallahu anh ile de değildir. Kaldı ki: Benî Ümeyye, hâşâ, bir nasipsizler kervanı, lanetliler kavmi vs. de değildir. Haşimoğullarının amcaoğlu, Kureyş'in asil hanedanlarından, yetenekli-zeki insanlar barındıran bir kavimdir. 'Arabın dehaları' sayıldığında Benî Ümeyye'den birçok kişi listeye girer.

"'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu." Vallahi Hz. Osman kemalinde birisi ne kendisinin ne de atadığı birisinin 'hesap vermeye kapanacağını' rüyasında görmemiştir. Hesap vermeye kapalı iktidarlar varsa bunlar kendilerini 'her anının hesabıyla yaşayan' Osman radyallahu anh ile referanslandıramazlar. Onun merhamet yolunu tutması böyle bir sonuç amaçlamamıştır. Bu sonucun membaının orası olduğu metazoridir.

"Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti." 'Akrabaya veya tanıdığa görev vermek' ile 'liyakatin yok sayılması' arasındaki kaçınılmaz bağı ben göremiyorum. Hatta bu kaçınılmazlık iddiasında bir tür demagoji tadı da alıyorum. Bir insan akrabasından liyakatli bir kimseye sorumluluk veremez mi? (Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Ali radyallahu anha verdiği sorumluluklar az mıdır?) Veya şöyle soralım: Tanıdıkla çalışmanın zorunlu olarak liyakati ötelediği sahih bir yaklaşım mıdır?
 
Bu konulardan fitne çıkması da yeterli delil oluşturmaz. (Fitne Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Usame radyallahu anhı genç yaşında komutan atamasında da kendine yer bulmuştur.) Zira şer'an böyle bir yasağın mevcudiyetini bilmiyoruz. Olsa olsa maslahata göre seçilebilir meşru şıklardan birisidir. Maslahat olur seçilir. Maslahat olmaz seçilmez. Süleyman aleyhisselam gibi evladı olsa hangi baba onu yerine sultan bırakmaz? Bir de aksini düşünelim: Hiçbir akraba-tanıdık çalışmayan yönetimlerde 'keyfilikler, yozlaşmalar, yolsuzluklar, torpiller' yokedilebilmiş midir? Yoksa 'icab-ı idare' her yerde kendisini idare edecek argümanları bulmakta mıdır? Herhalde insanlık bu konuda da yeterince tercübeye sahiptir. Evet. Gruplaşmalar fıtratları meyyal olanlarda yine yeşerir. Velev ki içlerinde hiçbir yakınlık bağı olmasın. Bulurlar. Kurarlar.

"Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu." Yani "Aynı İslam tarihine mi bakıyoruz?" diye bazen şüpheye düşüyorum. Bu yaklaşımla rasat edince sanki İslam tarihi 'hukuksuzluk tarihi' gibi birşey oluyor. Ne kuvvetli bir veda ediliyor! Sanki bundan sonraki asırlar şeriatla/adaletle yönetilmediler. Çağdaşlarına gıpta parmağı ısırtmadılar. Ha, nameşru şeyler hiç olmamış mıdır, olmuştur. Kim sırr-ı imtihanı üzerimizden kaldırabilir? Ahmed ağabeyin hayal ettiği sistem uygulansa acaba bunlardan kurtulunabilecek midir? Bana sorulsa "Mümkün değil!" derim. İnsan varsa imtihan var. İnsan varsa arıza var. İnsan varsa sapma var. Fertlerde varsa toplumlarda-devletlerde de var. Hiçbir rejim, adı-sistemi-işlemi ne olursa olsun, şeytanın aralarına giremeyeceği saflara sahip olamayacak. Çünkü insanlardan kurulu olacak. İnsanlar buna müsait olup yozlaştıracaklar. Bu noktada da, hepsi aynı ümitle dünya sahnesine çıkıp, devireceklerini devirip, aynı inkisar-ı hayalle devrilen ideolojiler (hatta ideolojiler çağı) yeterli bir tecrübeyi ders verir.

"Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır." Ahmed ağabeyin dikkat-i nazarı bir nur talebesine göre çok fazla devlete bakıyor. Halbuki bu rahlenin bize ilk öğrettiği her yaranın başlangıcının bizde olduğu. Ancak biz düzelirsek düzeleceği. Yeni Said en çok bundan eskisine güceniyor. Yani müslüman dünyanın esas problemi siyasal değil takvasaldır. Siyaset dairesi zaten günahsızlık/ismet dairesi değildir. Siyasetçinin ekserce müttaki olamayacağı Ahmed ağabeyin de aşina olduğu bir manadır. Biz kendimizi yıllarca siyasal İslamcılardan bu mihengle ayırdık. Şimdi gözümüz onlar kadar kemali devlette arayacaksa nurcu inceliğimiz-derinliğimiz nerede kalır?

Çok uzattım. Diyeceklerim de kaldı ama hülasa edip fasıl vereyim: Ben Ahmed ağabeyin siyaseti-iktidarı-hükümeti-partileri vs. eleştirmesine karşı değilim. Bunu herkes gibi yapabilir-yapar. Ama Metin ağabeye bir ay kadar önce ettiğim sitemin aynısını ona da ediyorum: Bunu böyle söyleyebilmek gayet mümkünken ta sahabeye kadar gitmeye ne gerek var? Çıkıp dese ki: AK Parti hükümeti atamalarda liyakati değil akrabalığı önemsiyor. Her makama kendi adamlarını getiriyorlar. Bu anlayış yolsuzluğu doğurur vs. Söyleyemez miyiz? Zaten hergün binlerce cümle bu bahiste yazılmıyor mu? Bunu böyle burada bırakarak söylemek mümkünken işi ta Hz. Osman radyallahu anha çıkarmaya ne gerek var? Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin.

Konu hakkında bir ders için: https://www.youtube.com/watch?v=9KskRVIBNrE&t=2s

25 Nisan 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (6)

Aslında daha uzun bir seri yapma niyetim vardı. Fakat, insanız, gündemler değiştikçe heyecanımızı diri tutmakta zorlanıyoruz. Ben de bu yazıyla şu seriyi 'şimdilik' sonlandırmaya karar verdim. Efendim, serinin ilk yazısından beri şunun iddiasındayız, hatırlayarak devam edelim: Nereden kafalarına estiği belli olmayan bazı yorumcuların iddia ettiği şekilde, Bediüzzaman Hazretlerinin, Muaviye radyallahu anha dair bir 'rezervi' veya 'acabası' yoktur. Risale-i Nur'da hiçbir bölüm bize böyle birşey söylememektedir.

Aksine, külliyata bakıldığında, mürşidimin Hz. Muaviye'ye bakışının diğer sahabilerden ayrılmadığı görülecektir. Kendisinin sünnî bir âlim olduğu anımsanırsa zaten bundan başka bir duruşa sahip olmayacağı da kolaylıkla kabullenilecektir. Kabullenemeyenler, metinlerinde böyle bir muhalefet gördükleri için değil, hevâlarına sığdıramadıkları için kabullenememektedirler. (Yuh olsun onların nefislerine!) Evet. İşte bu yazıda da 'itirazlara dayanak kılınmaya çalışılan' bir metni 'ne kadar buna elverdiği yönüyle' analiz edeceğiz.

Metnimiz Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nden. Aleyhissalatuvesselamın ihbar-ı gayb mucizelerinden birisine delil olmak üzere mürşidim iki hadis sevkediyor orada. Meallerini alıntılayalım: "Hilâfet, benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır." (Müsned, 5:220, 221.) "Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak." (Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273.) Şimdi, bu metinlere hiçbir önyargımız olmadan baktığımızda, buradan Muaviye radyallahu anha dair bir 'karalama' malzemesi çıkarılabilir mi? el-Cevap: Doğrusu ben böyle birşey göremiyorum. Görenin de nasıl görebildiğini anlayamıyorum. Çünkü devamı şöyle geliyor: "(...) deyip, Hazret-i Hasan'ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış."

Mezkûr hadislere dair başka izahlara baktığınızda, zikredilen hilafetin 'ideal hilafeti' kastettiğini, sonraki hilafetlerin 'saltanat hilafeti' şeklini aldığını anlıyoruz. 'Saltanat hilafeti' Bediüzzaman'ın da kullandığı tabirlerdendir. Külliyatta tarama yapılarak bulunabilir. Bu hilafet elbette hulefa-i raşidînin hilafetine kıyasla eksiktir. İdeal değildir. Fakat, dikkatinizi çekerim, Aleyhissalatuvesselamın "Sultanlara itaat etmeyiniz!" şeklinde bir emri yoktur. Sahabeden de böyle bir nakil/uygulama yoktur. Sonraki salîh nesillerde de böyle bir tutum yoktur.

Hatta Muaviye radyallahu anha bizzat 'ileride ümmetin başına geçeceğini' haber verdiği hadis-i şerifte dahi Efendimiz aleyhissalatuvesselam onu saltanattan men etmemiştir. Bir sayfa sonrası. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım: "Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, 'Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran!' (el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:186; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Â'liye [tahkik: Abdurrahman el-A'zamî], no. 4085.) fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş."

Hatta burayla yetinmeyelim. Münazarat'a da uzanalım. (Çünkü istibdada en ağır eleştirilerini o eserde yapmaktadır.) Bakalım orada Muaviye radyallahu anh hakkında ne diyor? "Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer'iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zaynâb gibi Yezid'in istibdadına kuvvet verdi."

Arkadaşlar, ilk yazımdan itibaren altını çiziyorum, kaç takla atarsanız atın, ne tevillere girişirseniz girişin, Bediüzzaman Hazretlerinin Muaviye radyallahu anhı 'zulümle/kötülükle' suçladığı bir metin bulamazsınız. O noktada yapılan bütün atıflar Hz. Muaviye'den sonrasınadır. Yezid, Velid vs. gibi isimleredir. Saltanata geçişin Emevî hanedanından zalim isimlere yöneticilik yolunu açtığı söylenebilir, bu doğrudur, fakat Muaviye radyallahu anhın bizzat ümmete zulmettiği söylenemez. Mürşidimin böyle hiçbir beyanı yoktur. Suçlaması yoktur. Onu anarken ne 'Hz.'tisini ne de 'radyallahu anhı'nı eksik etmektedir. Külliyatta yapacağınız bütün taramalar aynı kapıya çıkar. Meğer ki metne kalbinizde kem bir niyetle müracaat etmeyin. Tıpkı Napolyon'un "Kabil-i tevil olmayan bir cümle söyleyin de sizi onunla idam edeyim!" demesi gibi yapmayın. Kem niyetliler hevâlarına, kinlerine veya garazlarına malzeme kılacakları birşeyleri illa 'kanırtırlar.'

Bu seriyi 'şimdilik' kaydıyla bitirmiş olduk. Eğer üzerine tartışmalar sürerse ben de yazmayı sürdüreceğim. Çamur ağızların sahabeye tân ettiği yerde elimi/dilimi geri koymayacağım. Allah doğrunun yardımcısıdır. Biz de, acz u fakrımızı şefaatçi yapıp, dostlarını savunurken Ondan yardım dileriz. Rabbim cümlesinin şefaatine bizleri nail eylesin. Âmin.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (5)

Elhamdülillah. Serinin ilk yazısına gelen yorumlara cevap vermeye devam ediyoruz. Rabbimizin izn u inayetiyle bir süre daha bunu yapmaya devam edeceğiz. Salihlerin anıldığı yere nur iner. Biz de nurcu olduğumuzdan nurun her türlüsünü severiz. Belki bu yazılar o 'peygamber yıldızlarının' gönlünü bize karşı hoşnut eder de umulmadık ikramlara nail oluruz. Âmin. Önceki birkaç yazı boyunca Halil Bey'in paylaştığı metni/itirazı etüt etmiştik. Mezkûr metnin anlattığı şeyin 'nasıl anlaşılması gerektiğine' dair analizlerde bulunmuştuk. Evet. Orası 'aşk-ı demokrasiyi' veya 'Ehl-i Beyt muhabbetini' Muaviye radyallahu anh düşmanlığına çevirenler açısından kritik bir öneme sahip olduğundan üzerinde fazlaca eğleştik. Şimdi diğer suallere daha hızlı cevap vermeye çalışacağız. Tevfik Allah'tandır.

'Mehmet Mehmet' rumuzuyla yazan (herhalde) Mehmet Bey soruyor: "ahmet bey saltanat, yani güç ve iktidarı bırakmamak, hz alinin sırf lillah için olan davası gibi değil, hem ustat başka yerde sanırım fetih suresini tefsir ederken 'sahabelerde mühim kusur olacağını... bu yüzden mağfiret geçiyor...' yani sahabelerde kusur varda nurcularda olamazmı??? yani kişileri kusursuz sorgusuz sualsiz itaat doğru değildir, akıl, muhakeme, ve irademizi herhalukarda kullanmak zorundayız, yoksa uysal bir koyundan farkımız kalmaz, ve kullanılmaya müsait kişi ve kitleleer oluruz, iyiniyet masumluk bizi kurtarmaz, Cenabu Allah akıl, irade.... vs. verdiği maddi manevi duyguların hakkını vermemizi istiyor, uyanık olmamızı istiyor, çok iyi niyetli karıncaya zarar vermez ama kandırılıyoruz, e cezamızı cekeceğiz, sen neden uyanık olmadın, aklını iradeni cesaretini neden kullanmadın diye bizden hesap sorulur, hiristiyanlar yapamayız."

Parça parça cevap vermeye çalışalım: Serinin daha evvelki yazılarında da dikkat çektiğim üzere, Muaviye radyallahu anhın Hz. Ali radyallahu anha karşı çıkışı bidayette tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhüm ecmain isyanları gibi 'Hz. Osman radyallahu anhın katillerinin açığa çıkarılması' meselesiyle ilgilidir. Sıffin Savaşı'nın nihayetine kadar Hz. Muaviye'nin 'hilafet' iddiası yoktur. Eylemini yanlış bulmakla birlikte, Ehl-i Sünnet uleması, bunun 'güç tutkusuyla' değil 'hakkı arayan farklı bir içtihadla' olduğunda müttefiktirler. Bediüzzaman da Muaviye radyallahu anhın bu seçimini 'ruhsatla amel' çerçevesinde ele almaktadır. (Önceki yazılarımızda konuşmuştuk.) Bize bu savaşın 'güç tutkusuyla' olduğunu söyleyen herhalde yalnız şia kaynaklarıdır. Onların sahabe yaklaşımını zaten kabullenebilmemiz mümkün değildir. Zira onlar Hz. Ali'nin yanında yeralmamış veya daha sonraları ayrılmış herkese 'hain/münafık' nazarıyla bakıyorlar. (Hatta o çatal dillerini ümmetin en ulularına kadar uzatıyorlar.) Hâşâ! Biz 'iyi niyetli farklılıklar' diyoruz. Döneme dair kaynaklarda tarafların da birbirlerine böyle baktıkları anlaşılıyor. Allah hepsinden razı olsun.

'Sahabeye sorgusuz itaat' meselesine gelince. Biz kesinlikle böyle birşey yapmıyoruz. Sahabenin umumen âdil olduğu, yine Bediüzzaman'ın da katıldığını ifade ettiği, bir Ehl-i Sünnet ittifakıdır. Onlar, haklarında ayet-hadis bulunan, ilk olmanın sorumluluğunu bihakkın yüklenmiş, 'referans nesil'dirler. Eğer sahabeyi bu şartlar içinde kabul etmezsek, Kur'an da dahil, onlardan gelen hiçbirşeyi güvenilir bulmamamız gerekir. Halbuki hadis/şeriat ilminin dakik muhafızları, bütün dikkatlerine rağmen, böyle birşeye rastlamamışlardır. Yani sahabeden birisinin Allah'a, Resulüne veya dinine dair yalan uydurmadığı tabiinin ve tebe-i tabiinin zeki talebelerinin onlarda ayna gibi gördüğüdür. Allah hepsine ecrini versin. Hemen arkalarından gelen zeki neslin tüm dikkatlerine/tetkiklerine rağmen göremediği şeyi, 14 asır arkadan bakıp gördüğünü iddia eden varsa, herhalde gidip güzelce bir yüzünü yıkamalıdır. Çünkü bu durum genelde 'yanlış empati' sonucu oluşmaktadır. Biz kendi ahlakımıza bakarak "Sahabe de bizim gibi insandır canım!" diyemeyiz. Bizim yalancılığımız onlara delil olmaz vesselam. 'Mühim kusurlar'dan kasıt ise işte yukarıdaki gibi meselelerde yapılan yanlış içtihadlarıdır. Dahilî harpleridir. İçtihad eden, yetkinlik sahibi ve aradığı rıza-i ilahî olduktan sonra, hata da etse sevap alır. Bu böyledir.

Mehmet Bey'e bu noktada hadis/şeriat ilminin içeriğine/usûlüne dair okumalar yapmasını tavsiye ederiz. Onlara ümmetin ittibaının 'delilsiz ruhbanı taklit' gibi olmadığını, bilakis, 'epeyce birikmiş bir delile istinat ettiğini' görecektir. Eğer göremezse ya kalp kasavetinden veyahut inadının günahındandır. Zira, bırakın dini bütün müslümanları, oryantalistler bile sahabenin bu noktada açığını bulamamışlardır. Veya iddia etmişlerse de tastamam cevaplarını ulemamızdan çatır çatır almışlardır.

Bu yazıyı daha fazla uzatmayarak Hutbe-i Şâmiye'den sahabeye dair bir bahse bağlamak istiyorum. Galiba mezkûr sualin en güzel cevabını orası veriyor: "(...) sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, 'Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler bütün sahihtir!' diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr hakikattir."

21 Mart 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)

"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğini duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478

Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin.

Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir.

Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır.

Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş:

"Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı!

Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu.

Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!"


Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir?

Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi.

Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik.

Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi.

İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.

16 Mart 2020 Pazartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (2)

Allah azze ve celle doğrunun yardımcısıdır. Ben de Onun dostlarını savunurken Ondan yardım dilerim. Bir önceki yazının finalinde dilegetirdiğim bir hakikatin tekrar altını çizerek bu yazıya başlamak istiyorum: Sahabe bütünlüğünü parçalamak, onlardan birisini/birkaçını sahabelikten 'aforoz' etmek veyahut onlardan birisinin/birkaçının duruşunu (diğerlerini gözden düşürecek şekilde) öncelemek, tarih boyunca 'fırka-i dâllenin/sapkın fırkaların' takındığı bir tavır olmuştur. Şianın Ehl-i Beyt radyallahu anhum ecmain ekseninde yaptığı da budur. Daha ahir bir dönemde FETÖ'nün Ebu Zerr radyallahu anh üzerinden yaptığı da budur. Evet. O dönemin şahitleri olanlar anlatırlar ki: Gülenciler nurculardan kopuşlarını Ebu Zerr Hazretlerinin sahabenin geneline göre aykırı bir görüşe sahip olup uzlete çekilmesiyle açıklamışlardır. Sonra bu genelden kopuşun, aykırı duruş sahibi oluşun, kendini daha özel görüşün işi nereye getirdiği ise malumdur. Allah tekrarını bir daha bu millete yaşatmasın. Âmin.

Yani özetle demek istediğim o ki: Bu 'dışarıya atmalar' da 'aşırı parlatmalar' da aslında maksadlı şeyler. Denge dini olan İslam'ın ahengini bozan şeyler. İşte bu yüzden ümmetin istikametli ana omurgasını teşkil eden Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat sahabeyi birbirine tercih etmemeyi bir şiar olarak edinmişler. Büyük resimde görünen hakikatin daha küçük resimler üzerinde yapılan manipülasyonlarla bozulmasını böylece engellemişler. Bunun yanında şunu da inkar etmiyoruz: Elbette sahabiler içerisinde derece farkları var. Fakat onların içinde hain yok. Düşman yok. Münafık yok. Ajan yok. Hepsi, Bediüzzaman'ın da altını çizdiği üzere, 'adalet sahibi' kişiler. Elhamdülillah. Siz de böyle sahabeden birini/birkaçını diğerlerini gözden düşürür bir şekilde vurgulayan bir ekole rastladığınızda onlardan hemen uzaklaşmalısınız. Zira muhtemelen sizdeki manevî muvazeneyi bozmaya çalışıyorlardır. Evet. Yanlış vurgu bütünün dengesini bozar.

Şia bunu en fazla Ehl-i Beyt vurgusu üzerinden yapar. Her müslümanda Kur'an'ın emriyle bulunması gereken Ehl-i Beyt'e karşı muhabbeti kendi kanallarına doğru akıtmaya çalışırlar. Safevîliğin ilk kurulduğu dönemde Sünni bir tarikat olduğu fakat ilerleyen zamanda tarikatlerde hep varolagelmiş Ehl-i Beyt muhabbeti suistimal edilerek şiiliğe saptırıldığı bilinen bir gerçektir. Şia bunu bugün de yapıyor. İran'ın devlet desteğiyle/imkanlarıyla finanse edilen organizasyonlar dünyanın her yerinde Ehl-i Sünnet müslümanları şialığa döndürmeye gayret ediyorlar. Muaviye radyallahu ahn ismi üzerinden yaşadığımız gerilimi bu nedenle önemsiyorum. Ve korkuyorum. Zira bu gerilimde oluşan saflar bizim üzerimizde de bir operasyon yürütüldüğünü ve epeyce de başarılığı olduğunu gösteriyor. Yoksa nurcular, Ehl-i Sünnet müntesibi müslümanlar olarak, Muaviye radyallahu anh hakkındaki bu düşmanlığı kendi kaynaklarından ders almıyorlar. Yok ki ders alsınlar. Bu fikirler içlerine dışarılardan sokuluyor. İthal ediliyor. Görememek körlüktür.

Şimdi, bu fazla kaçırdığım girizgâhın ardından, bir önceki yazıya gelen bazı yorumları/soruları cevapmaya çalışayım. Belki bir-iki yazı daha bu soruları cevaplamaya gayret edeceğim. Keşke âlim olsaydım. O zaman daha yerinde cevaplar verebilirdim. Lakin ahirzamanda mü'minlerin bildiklerini saklamaları da hadisçe men edilmiş. Ben de bildiğim kadarını yazarım. Allah azze ve celle dilimizi doğrusuna döndürsün. Ağzımızdan hakikatlerini döktürsün. Âmin.

1) Halil Bey, yazımın altına şu metni bırakarak, muhtemelen bir itirazda bulundular: "Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

Çok nadir ifratlar dışında Ehl-i Sünnet'in umumu ihtilaflarda 'İmam Ali radyallahu anhın haklı olduğunu' belirtmişlerdir. Bu konuda hiçkimsenin bir çekingesi yoktur. Benim yazımda itiraz ettiğim şey: Bu hatanın Muaviye radyallahu anhı 'sahabeliğin gerektirdiği hürmet ve sevgiden mahrum edemeyeceği'dir. Muaviye radyallahu anh Aleyhissalatuvesselamın vahiy katiplerindendir. Dualarına mazhar olmuştur. İdareciliği bizzat Ömer radyallahu anh gibi 'adam seçmekte çok hassas' kişiler tarafından takdir edilmiştir. Zaten onu Şam'a vali olarak atayan da odur. Hilafeti boyunca orada vali olarak kalmıştır. Alınmamıştır. Atılmamıştır. Haksızlıkla suçlanmamıştır. Osman radyallahu anh da bu durumu devam ettirmiştir. Zaten zekası hakkında 'Arabın on dehasından birisi' olduğu yönünde bir şöhret de yayılmıştır. O böyle birisidir.

Şunun da altını çizelim: Ebu Zerr radyallahu anhı, Müslim'de geçen bir rivayette "Ey Ebu Zer, kendim için istediğimi, senin için de isterim. Fakat, sen zayıfsın, iki kişinin bile başına geçme! Vazifesini hakkıyla yürüten kimseler hariç, âmirlik, kıyamet gününde pişmanlıktır!" diyerek yöneticilikten men eden Aleyhissalatuvesselam, aksine, Muaviye radyallahu anha 'birgün müslümanların idaresi ona geçerse merhametli olmasını' tavsiye etmiştir. Yani bu işe layık olduğunu düşünmüştür. Zaten âlimlerimiz de bu durum hakkında derler ki: "Muaviye radyallahu anh bu gibi hadis-i şerifleri kendisinin yöneticiliğine işaret/onay olarak da yorumluyordu. Bu yorum, Allahu'l-a'lem, hata değildi. Yalnız şu noktada hata etti: Ali radyallahu anh sağken bu iş ona düşmezdi. Onun liyakat sırası daha gerilerdeydi. O bu sıraya riayet etseydi hakka isabet edecekti." Nitekim Mektubat'ta İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhin görüşü de bu yöndedir. Muaviye radyallahu anhın hilafete liyakati vardır. Fakat ondan büyükler sağken değil.

Benim anladığım: Halil Bey gibi kişiler saltanat-hilafet meselesini düşünürken bir parça yaşadıkları konjonktürden etkileniyorlar. Hatta cumhuriyet Türkiye'sinin saltanata biçtiği 'hain-satıcı-sömürücü' yaftasını o döneme de taşıyorlar. Hayır. Bu tuzağa düşmeyelim. Ne yakın tarihte Osmanlı saltanatı ne de uzak dönemde Muaviye radyallahu anhın yönetimi büsbütün 'zaleme' dönemler değildi. Biz biliyoruz ki: Osmanlı padişahları genel anlamda âdil padişahlardı. Zaten devlet-i âliyenin 600 senelik ömrünün başka bir açıklaması da olamaz. Hatta içlerinde Fatih Sultan Mehmed Han gibi hadisle müjdelenenler dahi bulunmaktaydı. Şimdi, neden toptancılığın tuzağına düşerek, "Kim ki saltanat sürmüştür o haindir!" veya "Kim ki saltanat sürmüştür o zalimdir!" veyahut "Kim ki saltanata talip olmuştur o sömürücüdür!" gibi şeyler söyleyelim? Süleyman aleyhisselam da Davud aleyhisselamın sultan oğlu sultan evladı değil miydi? Bundan, böyle haksız genellemelerden, Allah'a sığınırız. Tarih bize aksi birçok örneği göstermiştir. Evet. Emeviye saltanatından gelmekle Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh gözden düşer mi? Hâşâ. Kişileri başa gelişlerindeki sistemle değil idareciliklerindeki tasarrufla yargılamak gerekir. Hitler seçimle başa gelmiştir de insanlığa çok mu büyük faydaları dokunmuştur?

Saltanat bir sistemdir. Cumhuriyet de bir sistemdir. Demokrasi de bir sistemdir. Meşrutiyet de bir sistemdir. Bunların herbiri bir yönetim sistemidir. Kur'an'da ve sünnette "İslam devleti şu şekilde yönetilecek!" diye belirgin bir emir yoktur. Emredilen şeyler vardır: Adalet, meşveret, merhamet vs. Dört halifenin başa geçişleri dahi farklı farklı şekillerde olmuştur. Muaviye radyallahu anh da kendi bilgisince o dönem için bir içtihadda bulunmuştur. Saltanatı istikrar için gerekli saymıştır. Ha, hatalıdır, o ayrı. Fakat bunu 'güç tutkusundan' falan yapmış gibi anlamak, hâşâ, sahabeyi anlamamaya işaret eder. Bunu böyle söyleyen "Ashabım yıldızlar gibidir!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sırrını da anlamamıştır. Neyse. Yazı çok uzadı. Bir dahaki yazıda da soruları cevapmaya devam edelim. Halil Bey'in sorusuna da 'ruhsat'ı hatırlatarak veda edelim: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

13 Mart 2020 Cuma

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi?

Bugünlerde en çok üzüldüğüm şeylerden birisi de; mürşidlerinin külliyat içerisinde defalarca vurgu yapmasına rağmen, Ehl-i Sünnet olduğunu belirtmesine rağmen veya istikametli olanın Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası olduğunu ifade etmesine rağmen, kimi nurcu kardeşlerimin Ehl-i Sünnet'ten farklı görüşlere sahip olabilmesidir. (Hatta 'Ehl-i Sünnet kalıpçılığı' gibi meş'um ifadelerle fırka-i nâciyeyi eleştirebilmeleridir.) Sorun sadece 'sahip olabilmeleri' de değildir üstelik. Bunu Üstad'a da dayatabilmeleridir.

Okuyanlar hatırlayacaklar: Geçenlerde bir yazım vesilesiyle Muaviye radyallahu anha bakışımızı da bir parça konuşmuş olduk. (Yine Risalehaber'de yayınlanan Bekir Berk abi konulu metnimin yorumlarına bakanlar aydınlanacaktır.) Ne gördük peki orada? Bazı nurcu kardeşlerimiz, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' duasına layık olmadığına dair çıkarımlarda bulunmuşlar. Neye dayanıyorlar peki? Bediüzzaman'ın sahabe arasındaki ihtilaflara dair yazdığı birkaç metne. Peki o metinlerde hakikaten Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' denilmeye seza olmadığı mı söyleniyor? Hâşâ! Böyle hiçbir beyan yok. Hiçbir metin böyle birşey söylemiyor. Fakat hayatı okumayı siyaset, siyaseti okumayı da demokrasi çerçevesine sıkıştıranlar, hilafetin saltanata dönüşüm süreci üzerinden uçuyorlar da uçuyorlar. Kimbilir: Belki demokrasiyi itikatlarından da fazla önemsiyorlar. Allah böyle birşeye kapılmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Ben bu yazıda dayandıkları metinlerin ne kadar onların 'arzularını' söylediğini irdelemeyeceğim. (Bunu belki başka bir yazıda yapacağım.) Fakat Risale-i Nur'da bizzat kendisinin de Hz. Muaviye hakkında 'radyallahu anh' ifadesini kullandığı sabit olan Üstad'ın bir mürşidine uzanacağım. Kimdir bu mürşid? Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh. Bu arkadaşlar, bizim sözlerimizi (yaşımız gibi) belki küçük görürler, fakat herhalde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin adı anılınca ceketlerini ilikleyecekleri gelir. Nihayetinde zikredilen kişi Bediüzzaman'daki kıymeti bilinen birisidir. Gerçi avukatlık nefsin elini tutunca insan her aşırılığa savrulur. Lakin bize düşen yine de hakikati beyan etmektir. Yani, tebliğ bizim görevimizdir, hidayet ise Allah'tandır. Allah kalbimizi istikametine çevirsin.

Bendeki nüshaya göre 251. Mektub'da, Mevlana Muhammed Eşref'e 'sahabe arasındaki ihtilaflara nasıl bakılması gerektiğini' anlatan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, 'Muaviye radyallahu ahna nasıl bakılması gerektiği' noktasında da kıymetli şeyler söylüyor. Bu zeminde yaşanacak sapmaların nerelere gidebileceğine dair talebesini uyarıyor. Elhamdülillah. Hepsini alıntılamayacağım. Çünkü uzundur. Ancak parça parça aktarmalar yaparak mevzuun o büyük İmam'ın gözünde ne kadar ehemmiyetli olduğunu nazarlarınıza vereceğim. İçeriği ilgisini çekenler (yukarıda numarasını da verdiğim) mektubu elbette bulup okuyabilirler:

"Ashab-ı Kiram 'aleyhimürrıdvan' arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek; dünyalık için, menfaat için bilmemek lazımdır. Çünkü onların ayrılığı içtihad ve te'vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i Sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. (...) Hz. Muaviye radyallahu anh için nasıl zalim denilebilir? Onun Allahu Teala'nın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu es-Sevaikü'l-Muhrika'sında allame İbn-i Hacer-i Mekkî yazıyor. (...) Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat Muaviye radyallahu anh için söylemek çok çirkin olur. Peygamberimiz aleyhissalatuvesselamın Hz. Muaviye'ye hayır dualar ettiği hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Onun duasının kabul olunacağı ise şüphesizdir. (...) İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh tebe-i tabiîndendir. Hz. Muaviye radyallahu anhın asrında yaşamıştır. İşte o büyük âlim (eğer kemallerine inanmasa) 'Muaviye ve Amr b. Âs'a sövenleri öldürünüz!' der mi idi? Demek ki ona sövmeyi büyük günahlardan saymıştır. (...) İyi düşünmek lazımdır ki: Hz. Muaviye bu işlerde yalnız başına değildi. Ashab-ı Kiram'ın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer Hz. Emîr (Hz. Ali) radyallahu anhla muharebe edenlere kâfir/fasık denilirse din-i İslam'ın yarısı yıkılır. O halde ancak din-i İslam'ı yıkmak isteyenler onları kötüler."

Uzatmayayım. Zira daha sarsıcı birçok ifade bu mektupta bulunmakta. Hatta İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh başka birçok âlimden delil getirerek de Muaviye radyallahu anha karşı soğukluk hissedenleri uyarıyor. "Aman, sakın, zihnar!" diyor. Allah ondan razı olsun. el-Hak, Bediüzzaman'ın duruşu da böyledir, fakat kanaatimce bu noktada kimi nurcular bir parça operasyona maruz kalıyorlar. Mahallelerini şaşırıyorlar. Bu operasyonun ardında şia da olabilir (çünkü onlar mesleklerini bu husumet üzerine bina ederler) modernistler de olabilir (çünkü onlar da sahabeye hürmeti kırmayı severler). Her şekilde bu bir operasyondur. Yerli bir düşünüş/inanış değildir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak sahabeyi birbirinden ayırmamayı mesleğimiz bilmişiz. Hep bunun üzerine yaşamışız. Şimdi duruşumuzu bozmak/parçalamak isteyenlere, hep düşman demek olmasa da, 'aptal dost' denmeye de sezadırlar. Zira dine verdikleri zararın farkında değildirler. Allah onların kalplerini istikamete çevirsin. Âmin.

17 Ocak 2018 Çarşamba

Sahabe 'devletin bekasını' düşünür mü?

'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' konusunu, en azından kavramların tanımlarını netleştirmek amacıyla, âdilane bir şekilde tartışmak/konuşmak onları gündelik siyasetin veya konjonktür baskısının etkisinden korumakla mümkündür. Zira meselenin tarihçesi sahabe dönemine kadar uzanmaktadır.

Sahabe dönemine dair yapılan yorumlarda ise, eğer insaflı olunmazsa, insanın ahiretini berbat etmesi gibi tehlikeler vardır. Ömer b. Abdülaziz'i (r.a.) "Allah kanlarını ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" demeye iten veya (Bediüzzaman'ın alıntıladığı şekilde) bir Kürt zat-ı muhakkiki "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler!" sözünü söylemeye zorlayan çekince budur. İşte, geçmişten günümüze taşınan bu 'mübarek hassasiyet' nedeniyle mü'minler sahabe arasındaki anlaşmazlıklar hakkında kem kelam etmeye çekinirler. Ahir ve akıbetlerinin bu kem kelamlar nedeniyle berbat olmasından korkarlar.

Fakat şimdilerde bu afiyeti bulamıyoruz. Ahirzaman geldi. Artık birçok aydın insan gündelik siyasî tartışmaların eksenini, kendisine kuvvetli bir referans bulabilmek için, götürüp sahabe dönemine dayayabiliyor. Şimdiki zamanda analiz ederek bırakmıyor. "Aman dilimiz o berrak kanlara bulaşmasın!" demiyor. Pekçok örneğine şahit oluyoruz. Pekçok nümunesini görüyoruz. Hani bunu yapanlar âlimlerimiz olsa yine iyi. Lakin yok. Siyaset bilimcisinden gazetecisine, köşeyazarından twitter fenomenine, aydınından aydınlanmamışına herkes sahabe dönemini, siyeri, Kur'an'ı yeniden okumak-okutmak telaşında.

'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' tartışmalarında da bu oluyor. Mesela diyor ki birileri: "Hz. Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından Hz. Ali (r.a.) halife olunca katillerin hesabını sorabilmek için süre istedi." Neden istedi? "Çünkü suçlu ile suçsuzu tam olarak ayırabilmeyi istiyordu. Adalet-i mahzayı uygulamak istiyordu." Peki ne yaptı muhatapları? "Cıngar çıkardılar. 'Geciken adalet 'adalet' değildir!' dediler. Muhalefet ettiler. Adalet-i izafiye istediler."

Ne arzu ediyorlardı? "Arzu ediyorlardı ki: Birin günahıyla gerekirse bin de yansın. Suçlu-suçsuz farkolunmasın. 'Devletin bekası' veya 'umumun menfaati' için lazım gelirse Hz. Osman'ın (r.a.) evinin etrafında toplanan herkes asılsın, kesilsin veya farklı şekillerde cezalandırılsın. İntikamı mutlaka alınsın. Çok da ince elenip sık dokunmasın. Şöyle şatafatlı bir gözdağı verilsin. Kul hakkına falan bakılmasın." Vay! Kim söylemişti bunları peki? "İsimlerini siz de bilirsiniz ama ben bazılarını zikredeyim: Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha), aşere-i mübeşşereden Zübeyir b. Avvam (r.a.), yine aşere-i mübeşşereden Talha b. Ubeydullah (r.a.) ve daha niceleri..." İşte bunlarmış yukarıdaki şeyleri söyleyen.

Gördün mü ahirzaman müslümanlarını! Nasıl yakaladılar aşere-i mübeşşerenin fahiş hatalarını! Bak sen şu cengaverlere! Bak sen şu âdil aslanlara! Bak sen şu Kur'an'ı ve sünneti en iyi anlayanlara! Peki ya sahabe? Sahabe bunları anlamaz mıydı? Hele sahabenin büyükleri? Hele aşere-i mübeşşere? Onlar suçlu-suçsuz, haklı-haksız, masum-zalim ayırmazlar mıydı?

"Çok karıştırma canım oraları. Olmuş demek ki bir hataları. İdare etmek lazım." Yahu nasıl olur? Dinimizin yarısını Hz. Aişe'nin (r.a.) rivayetlerinden alıyoruz. Biz bu insanları Aleyhissalatuvesselamın etrafındaki 'en faziletliler' biliyoruz. Sahabeye 'Umumen âdildir!' diyoruz. Ehl-i Sünnet olarak böyle itikat ediyoruz. Bunlar böyle 'birin günahı için gerekirse bini yakacak' kadar Haccac-ı Zalim türünden insanlarsa onlardan alınan dine güven olur mu? Ya umumun menfaati için dinde de birşeyler yaptılarsa? Şianın dediğine gelmiyor mu iş o zaman? "Ne diyor ki onlar?" Onlar diyorlar ki: Hz. Ali (r.a.) ve arkadaşlarından başkasının rivayetine güven olmazmış. "Eeeh... Şeeey..." Ne oldu? Cevap versene!

Cevap yok. Çünkü cevap gündemin tuzağına çoktan düştü. Yaşananlar üzerine zaten belli olan söylenecekler için sahabe hayatını açtığınızdan çoktan şeytanın ipine dolanmaya başladınız. Çoktan bakış açınızın baskısına maruz kaldınız. Halbuki meseleyi anlamak gayeten kolaydı. Orada savaşın yaşanmasının sebebi 'süre istenmesi' veya 'bir için bin yakılmasının talep edilmesi' değildi. Hz. Ali (r.a.) Hz. Osman'ın (r.a.) katillerini bulamıyordu. Evet. Bu kadar basit.

Hz. Osman'ın (r.a.) eşini sorguladı. O gün suikast niyetiyle Hz. Osman'ın (r.a.) evine sızan üç kişiden (aynı zamanda Hz. Aişe'nin üvey kardeşi de olan) Muhammed b. Ebu Bekir'i (r.a.) sorguladı. Sonuç? Sonuçta bu cinayet davası çözülemedi. Muhammed b. Ebu Bekir (r.a.) kendisine Hz. Osman (r.a.) tarafından merhum babası hatırlatılınca pişman olup odayı terketmişti. Diğer iki kişi de bilinmiyordu. Dosya hakkında, modern zamanların tabirince, 'takipsizlik' kararı verildi. Adalet adl-i ilahîye bırakıldı. Ve karar kendi içinde yüzdeyüz doğruydu.

Peki muhalefet neden oluştu? Muhalefet bu 'takipsizlik' kararını kabullenmekteki güçlükten oluştu. Yahu insaf edin! Hz. Osman (r.a.) gibi güzel bir insanı böyle elîm bir olay neticesinde yitirmek kolay bir hâdise midir? Elbette dostları bu acıyı kabullenmekte zorlandılar. Katilleri konusunda verilen 'takipsizlik' kararını kabullenmekte iki kere zorlandılar. Onlara göre eğer Hz. Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup hesabı sorulmazsa ümmet ileride daha büyük kargaşalar yaşardı. İşte 'adalet-i izafiye' de zaten buradan doğdu. Onlar kendilerince ve Allah rızası için iki muhtemel durumu birbirine nisbet ettiler. Bu nisbet nedeniyle izafî bir seçim yaptılar. Ehven-i şerreyn düsturuyla doğru olanın 'katili aramaya sebat etmek' olduğuna vardılar. Hz. Ali'ye (r.a.) elbette bu mümkün olsa yapacaktı. Ama mezkûr olayda bu mümkün değildi.

Hz. Ali'nin (r.a.) Cemel'deki muhalefetinin bundan fazla dediği yoktur. Yok efendim, "Gerekirse birin günahına bin yansın!" demişler, "Umumun menfaati için cüz'ün zararına bakmayalım!" söylemişler, "Devletin bekası için o kuşatmaya katılan herkes cezalandırılsın!" istemişler... Bunların tamamı zandır. Onların böyle şeyler talep ettiklerine dönük bir delil yoktur. Ha, şu var, adalet-i izafiyenin böyle sonuçları olur mu? Olabilir. Adalet-i izafiye, eğer adalet-i mahzanın yerine genel-geçer şekilde uygulanır bir hale gelirse, ondan bu tür zararlar sıklıkla doğabilir. Hele ki naehil ellerde... Bediüzzaman'ın metinlerinde dikkat çektiği tehlike de budur. Çünkü adalet-i izafiye muhtemel durumları da dikkate alarak olay hakkında hüküm vermeyi esas alır. Muhtemel tehlikeler ise hükmedicilerin kafası komplo teorilerine ne kadar çalışıyorsa o kadar uçar gider. Adalet-i mahza ise sadece olayı esas alır. "Bu bir cinayet davası mıdır?" Evet. "Tam olarak suçlu tesbit edilebiliyor mu?" Hayır. "O zaman masumların incinmemesi adına takipsizlik veriyorum." Bitti. Cenab-ı Hak elbet yüce mizanında katillere müstehakını verir. Onun adaletinden kimse kaçamaz.

Meselenin sahabeye bakan yanı yalnızca bu kadarcık iken onlar hakkında 'potansiyel zalim' tanımlamaları yapmak, suçluyu-suçsuzu önemsemiyorlarmış gibi yargılarda bulunmak, bugün sıradan bir müslümanın bile yapabildiği vicdanî bir takdiri onlardan esirgemek... Bunlar doğru şeyler değil. Bunlardan önce gündelik siyasetin içine sahabeyi çekmek ve tabiinin büyüklerinin bile dilini karıştırmaya korktuğu şeyler hakkında kıl u kal etmek doğru değil. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Sahabe efendilerimizin cümlesinden razı olsun. Onların güzel şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin. Binler kere âmin.

12 Eylül 2017 Salı

Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın

Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:

"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."

Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.

Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?

Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.

Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.

Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.

Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.

İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."

Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.

Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.

Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.

Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"

Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.

Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.

14 Haziran 2016 Salı

Dik durmayan kaç kişiyle durursa dursun yeniktir

"Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

'Vehn' hadisinin verdiği derslerden birisi de şu: Muktedir olmak salt çoklukla ilgili bir mesele değildir. Hatta iktidarda olmakla da ilgili bir mesele değildir. Eğer 'dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' kalbinizde yer tutmaya başlamışsa, bu, her niceliksel üstünlük içinde sizi zayıf kılar. Neden böyle olur? Kemiyetin kıymeti bireylerin salabetleri nisbetindedir çünkü. Eğer bireylerin fert fert sahip oldukları bir sağlamlıktan bahsedilemiyorsa, ittihadlarının da sağlamlığından bahsedilemez.

'Dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' önce bireylerin kalbinde yer tutar. Sonra ittihadı kemirir. Dallar birleştiklerinde kırılmazlar. Doğrudur. İpler birleştiklerinde kopmazlar. Doğrudur. Ancak bu salabet onların küçük küçük de olsa sahip oldukları sağlamlıkların toplamından meydana gelir. "Yalanlarla ittihad yalandır..." derken mürşidimin dikkat çekmek istediği de biraz budur. Hakikat karşısında hiçbir hakiki varlığı (ve dolayısıyla karşıkoyabilirliği) olmayanların ittihadı nasıl 'var' veya 'karşıkoyabilir' olabilir? Demek bir ittihad-ı İslam düşlüyorsak başlangıç noktası yine fertlerin doğruluğuna ve izzetine bakıyor. Onlar direniyorlarsa ittihadları da direnecek. Yoksa yalan olacaklar.

Daha evvel bir yazıda değindiğimi hatırlıyorum. Bediüzzaman'ın talebelerine yazdığı mektuplara çoklukla 'aziz, sıddık kardeşlerim' diyerek başlaması tesadüf değil. Bir bağlantıyı hatırlatmaya çalışıyor. Nasıl bir bağlantı bu? Bence biraz şöyle: Sadakat ancak izzetli olanların kaldırabileceği bir yüktür.

Eğer siz kendi değerinizi/doğrunuzu başkalarının sizi değerlendirişi üzerinden değil de kendi değişmezleriniz üzerinden değerlendiriyorsanız bu ahlakınızda da devamlılık sağlar. Eğer 'mış desinler' diye değil de 'öyle olmak doğru olduğu için' öyle oluyorsanız, bu sizi ona sâdık ve onda sebatkâr kılar. Huzur içten gelen böylesi bir kabullenişin sonucudur. İzzet bu kabullenişin tezahürlerinden birisidir. İlkeli, prensipli veya ahlaklı insan 'kendisiyle çelişkiye düşmeyen' insandır. Bir öyle bir böyle olmayan insandır. Karara varmış insandır. Nihayetinde bu durum bizi 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki bağı kabule zorluyor. Demek izzet 'dik durmak'tan önce 'kendi tanımlarının/yargılarının üzerinde durmak'tır. Değerlenmek için başka göze muhtaç olmamaktır.

Yukarıda 'ferdin dayanıklılığı' derken kastettiğim de buydu. Kalbinde 'dünya sevgisinin' ve 'ölüm korkusunun' artmadığı birey, dışından daha az etkilenir ve daha az dışarıya göre yaşamaya başlar. Enbiyanın, sahabenin, asfiyanın veya evliyanın hayatlarını incelediğimizde rastladığımız 'dik duruş' örnekleri ve genel olarak gördüğümüz güzel ahlakları ancak böylesi bir içsel kabullenişle açıklanabilir. Kendi içinde karara varan başkasının gözüne girmeye daha az çalışır veya hiç çalışmaz. Onun rızasını kazanmaya çalıştığı yalnız Allah'tır. İzzet, rızası arananın yalnız Allah olmasıyla kalpte yer tutmaya başlayan bir duruştur. Allah'ın değişmezliği ona göre yaşayanı da bir derece sabit kılar.

Bu noktada mü'minlerin "Sekülerler ne der?" korkusuyla amel etmesi tehlikeli bir alanın varlığına da işaret ediyor. Fakat burada bir nefes alalım. Dikkatinizi başka bir konuya çekeceğim: Malum, şu an Avrupa'da veya Amerika'da antisemitizm ile damgalanana gün yüzü gösterilmiyor. 'Yahudi düşmanı' olarak işaretlenmeniz, itibarsızlaştırılmanız için yetiyor da artıyor. Bir tanıdığım, biraz da bu endişeyle, Avrupa'da yaptıkları Risale derslerinde 'yahudilerle' ilgili ifadeleri fazla dillendirmediklerini belirtmişti. Neden? Çünkü o ifadeler duyulursa nurcular da bu damga ile damgalanacak. Hatta Avrupa'ya gönderilecek külliyatlarda bu kısımların ayıklanmasının doğru olacağını ifade etmişti. Kendisine İsrailoğulları ile ilgili Kur'an'daki ifadeleri hatırlattım. Onları ne yapacaktık? "Sıkıştıkça 'çıkarmak' belki de doğru bir yöntem değildir ha?"

Kendinizi dışarıya göre anlamlandırdığınız sürece değişmesi gerekenin sonu yok. Güzelliğimizi başka gözlerin takdirinde değil, kendi delil sistemlerimizin meşruluğunda aramalıyız. Ben bu noktada Prof. Dr. Mustafa Aşkar'ın "Namaz kılmayan hayvandır!" sözüne de buradan yaklaşılmasını talep ediyorum. En çok ıskalananın da bu olduğunu düşünüyorum. Programın tamamında Aşkar neler söylemiş? Bu sözünü nereden getirip nereye bağlamış? Bütün bunları sorgulamamız Aşkar'ın bizdeki hakkı değil midir?

Bu ilk kez yaşanan birşey de değil. Nurettin Yıldız Hoca'ya saldırır sekülerler, bazı dindarlar onlardan da hızlı davranır. "Ramazan'da oruç tutmuyoruz diye dövdüler!" diye yalan söyler sekülerler, bazı dindarlar öfkede onları da geçerler. Bir yere saldırı olur, teröristler müslüman kökenli çıkar, bazı kardeşlerimiz kardeşlerini tokatlamakta sekülerlerden daha gayretli davranır. O kadar tekerrür ediyor ki bu facia. İnsanın ciğeri yanıyor. Kendi kabuğuna karşı bu güvensizlik, bu çabuk dolduruşa gelme ve öfke neyden besleniyor?

Biz, bize, mü'min bir kardeşimizin sözü iletildiğinde, Hz. Ömer'in (r.a.) nasihat verdiği gibi, mümkün mertebe iyiye yormaya çalışırız. Bediüzzaman'ın 'hüsnüzanna memuruz' derken altını çizdiği de budur. Bizden olmayanlar içimizden birisine saldırıyorsa, önce 'bizden olanın' sözünün hak verilmeye müsait olup olmadığına bakarız. Sonra tevil edilmeye müsait olup olmadığına. "Ene'l-Hak!" dediği için Hallac-ı Mansur Hazretlerini, "Ondan başka hiçbir şey yoktur!" dediği için Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini silmeyen bir çizginin devamıyız. Neden şimdilerde safımızı kolay terkediyoruz?

Bu, üzerine gelindiğinde gerileme tavrı izzetli mü'minin tavrı değildir. Aşkar Hoca'nın ifratı kendisine... Özür de dilemiş zaten. Fakat her üzerine gelindiğinde telaşla gerilemek, bunu karşı tarafın yelkenine rüzgâr olacak bir aşkla yapmak, hatta iştiyakta onu bile geçmek... Ben buna karşıyım. Ve evet, sosyalmedyada beyan ettiğim gibi: Namaz kılmayanın insanlığının eksik kalacağını 'insaniyet-i kübra olan İslamiyetçe' ben de savunuyorum. Hatta başta iman olmak üzere farzlardan ve hatta amel-i salihin her parçasından mahrumiyetin bir açıdan insanlığın bir parçasından mahrumiyet olduğuna kaniiyim. Buna inanmıyorsak neden bu yolculuğu 'insan-ı kamil olma yolculuğu' olarak tanımlıyoruz? Doğru şık burası değilse burada ne işimiz var? Demek biz de insaniyetimizin yaralarının ibadetlerle tedavi olduğuna iman ediyoruz. Her ibadet bizi biraz daha hayvanlıktan kurtarıyor. Asl-ı insana yaklaştırıyor.

Nur talebelerine çok fazla örnek vermeme gerek yok. Bediüzzaman kimi zaman imansızlığı, kimi zaman ibadetsizliği, hatta bazen bu ibadetlerden birisinden iradeyle geri kalışı 'insanlık dışı' olarak görür ve gösterir. (Ramazan Risalesi'nde oruçsuzluğu böyle konumlandırır mesela.) Eğer böylesi noktalardan her üzerimize gelindiğinde geri basarsak, yarın iş Kur'an'a uzandığında ne yapacağız? Kafirler hakkındaki ifadelerin ağır olduğunu, liberal dünya düzenine yakışmadığını, Kur'an'ın 'Hepimiz kardeşiz' boyutuna çekilmesi gerektiğini söyleyenlere ne diyeceğiz? İyisi mi, kendi ayaklarımız üzerinde duran mü'min fertler olalım. Kur'anî tabirle "Kınayanın kınamasına aldırmayalım." Başkalarının rüzgârıyla yönümüz değişmesin. Kendi ayaklarımız üzerinde durduğumuz zaman ancak ittihadımızda bir anlam var. 'Vehn' hadisi bize diyor ki: Sayı çokluğu önemli değil. Sağlam durmak önemli.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Bediüzzaman hatasız mıydı? (2)

Bu serinin birinci yazısında[1] bir karmaşaya dikkat çekmiştim. Yüzleri Nur talebelerine dönük olarak; "Bediüzzaman'ın hiç mi hatası yoktu be kardeşim?" diye soranlar aslında o cümleyle zâhir-i cümlenin işaret ettiği manayı değil, başka bir manayı murad ediyorlar. Çünkü görünüşte cümlenin ifade ettiği şeye hiçbir Nur talebesi dönüp; "Haşa, o hata yapmaz. İsmet sahibidir!" şeklinde karşılık vermez/veremez. Verirse, zaten Nur dairesinde kalamaz. Nur talebeliği Bediüzzaman'ın 'masum imamlığına' iman etmekle değil, onun da (sık sık altını çizdiği gibi) hataya açık olduğuna iman etmekle mümkün olan birşeydir.

Fakat dediğim gibi; yukarıdaki sorunun sahipleri, o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu, diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: "Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?" İşte Nur talebeleri olarak biz buna "Hâşâ!" diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur'an ve sünnet içinde ve de ehl-i sünnet geleneğinde bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, 'asıl itibar edilecek olan' olarak gelmeyebilir. Siz, diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.

Bugünlerde okuduğum İstikamet Yazıları 1 kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca'nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyor. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:

"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını 'udul' kabul eder. Bunun anlamı (Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi) onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler."

Devamında ise bunun 'masumluk' anlamına gelmediğini; sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) 'udul'le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:

"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. 'Sohbet' şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından (nadiren de olsa) içki içmiş, zina etmiş... kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, 'sohbet-i canan'a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır."

Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben, Bediüzzaman'ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun Nur talebelerinin mürşidlerini savunurken hissettikleri ve inandıkları şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani Nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman'ı 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak' görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.

Şimdi soruyorum: Bir insanı 'mürşid' bilmek zaten onun duruşunu 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla' mümkün değil midir? Biz, mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman'ın sapkınlıklarını isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman'a her atar yapana "Sen de haklısın..." demek değil, mürşidimizi savunmaktır. Sadakat bunu gerektirir. 'Talebenin sadakati' bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife'yi (r.a.) savunurken, herhalde 'masum imamlığını' savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin.



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/07/bediuzzaman-hatasz-myd.html

5 Ocak 2015 Pazartesi

Varlığım hakikatine armağan olsun

“Bunlara benzeyen (tenkid içeren) daha birçok meseleyi sana yazdım. Allah’ın seni muvaffak etmesi ve ömrünü uzun kılması beni sevindirir. Çünkü bunda insanlar için menfaat olduğunu umuyorum. Her ne kadar birbirimizden uzak yerlerde isek de, senin varlığına alıştığım için, senin gibi birisinin (vefat edip) aramızdan ayrılmasını bir kayıp olarak görür ve bundan korkarım.” İmam el-Leys b. Sa’d’ın İmam Malik’e yazdığı mektuptan. (Allah ikisinden de razı olsun.)

Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.

Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.

“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.

Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.

Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”

[1] Müslim, Cumu’a 13.

24 Ekim 2014 Cuma

Mutlak vekilliğe serzenişler 3: Tehlikeli kıyaslamalar

'Mutlak vekillik' meselesine dair yazdığım, yarı eleştirel, yarı analiz yazılarımdan sonra, bana en sık yapılan itirazlardan birisi de şöyle: "Onlar (yani abiler) Bediüzzaman'ı gören, onunla bulunan, ondan ders alan 'ilkler' sınıfındandırlar. İlkler başkadır. Sahabe, nasıl ki, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamı görmekle ümmet içinde ilk ve üst bir konumdadır; Bediüzzaman'ı görenler de Nurcular içinde ilk ve üst bir konumdadırlar. '(...) sohbette insibağ ve in'ikâs vardır.' Yazılarınızda bu sırrı yakalayamamanız üzücü." İnanın, cümleler değişse de, pekçok kişi aynı perspektiften yaklaşıyordu meseleye. Bunlardan birisine şaka yollu şöyle itiraz ettim: "Aman, bunu 'sevmeyenlerimiz' duymasın! Yoksa bize 'Bediüzzaman'ı Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın yerine koyuyorsunuz' diye saldırırlar." Diğer birisine ise daha ciddi şekilde şunu teklif ettim:

"Bu teşbihinizde hata var. Benzetilen ve benzeyen arasındaki kıyaslanmazlığı ıskalıyorsunuz. Bediüzzaman, bir varis-i nebi olsa da (ki buna can u gönülden inanıyorum) nuru velayettir, kurbiyet-i ilahiyeye bakar. Nübüvvetin nuru başkadır, akrebiyet-i ilahiyedendir. Eğer böyle bir kıyaslama yapacaksak, sahabeye bakmak yerine, ilk müceddid olduğu rivayet edilen Ömer b. Abdülaziz (k.s.) başta olmak üzere Mevlana Halid-i Bağdadî'ye (k.s.) kadar müceddidler kervanına bakmalıyız. Onlarda muamele nasıl olmuş? Analiz etmeliyiz. Acaba onlarda da ilk olanlar tabii olarak üst ve sorgulanmaz vekiller olarak mı muamele görmüşler? Hak verirsiniz ki: Benzetmeye yakışan, benzerine bakmaktır. Bediüzzaman'ın, müceddid olması hasebiyle, benzeri ise diğer müceddidlerdir, Allah Resulü değil."

Tabii bunu söyleyince iki tavırla karşılaşıyorsunuz: Muhatabınız eğer ehl-i insafsa, bu sorgulamanın 'daha evvel hakkında düşünmediği bir alana tekabül ettiğini' kabul ediyor, düşünmeyi vadediyor. Ama yeni soruları sevmeyen bir tipse, cevabı hazır: "Sen de nurcuların Abdülaziz Bayındır'ısın."

Bir keresinde sadece beni değil, böyle sorgulamaları sever bir grubu da itham etmişlerdi aynı şekilde: "Siz de nurcuların Mutezilesisiniz." Eh, anlıyorum onları da. Sorulara mantıklı cevaplar aramaktansa, ezberlerine sarınıp uyumak daha kolaydır. Cevap aramak emek ister, zahmet ister, mesai ister. Hazır cevapların üzerinde yan gelip yatmak varken yenilerine ne gerek var? Ezberi bozulan her insanın ilk tepkisi, biraz da bu yüzden, öfkedir zaten. Öfkedir, çünkü onu yeni bir mesaiye mecbur etmişsinizdir. Rahatın terki, ehl-i hamiyetten olmayana, zordur.

Bu meselede sahabeyle kurulan benzerlik bir yandan da bana ironik geliyor. Zira irşadına maşuk olduğumuz kişinin 'sonraki hiçbir neslin sahabe ile kıyaslanmayacağına dair' bir eseri de var: 27. Sözün Zeyli. "Sahabeler hakkındadır..." ifadesiyle başlayan bu eserin her parçası şunun altını çiziyor: Ümmetin geri kalanıyla sahabiler arasında fazilet veya konum açısından kıyaslama yapılamaz. Onlar eşsizdir. Durumları farklıdır.

Yazılarımı eleştirirken, ilklerden olmanın ehemmiyetini, aynı eserden alıntıladıkları; "Çünkü, sohbette insibağ ve in'ikâs vardır..." cümlesine dayandıran bu kardeşlerin, o cümlenin, mezkûr eserde sahabe için söylendiğine dair bilgileri bulunmuyor mu acaba? Yani kullandıkları amacın tam tersi bir şekilde, ehl-i velayetten olanların (veya velayet ehlinin yanında bulunanların) Allah Resulünün yanındakilerle kıyaslanamayacağının altı çizilmiyor mu orada? Peki, o cümle nasıl birden bire tam tersi bir amaçla kullanılabiliyor?

Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları) isimli eserinde okurları iki sınıfa ayırır: 1) Metinleri kullananlar. 2) Metinleri yorumlayanlar. Kullananlar pragmatisttir. Metinleri işlerine geldiği gibi bükerler. Ki ben buna Gülen hakkında yazdığım Siyer-Bükücü başlıklı yazılarda bir nebze değindim. Diğerleri ise metinlerin onları götürebileceği bilgi miktarını arttırmaya çalışırlar. İki grup arasındaki nüansı şöyle tarif eder Eco:

"Bulunan şey, metnin metinsel tutarlılığına ve bunun ardındaki özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylediği şey midir, yoksa alıcıların kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak buldukları şey midir?" Yukarıyla bağlayarak ifade etmem gerekirse: Siz o cümleyi sahabeyi diğerlerinden ayırmak için mi kullanıyorsunuz? Yoksa sahabeyle diğerleri arasında benzerlik kurabilmek için mi? Ayırmak için kullanıyorsanız metnin sistematiğine uygun harekettir ve yorumdur. Ama benzetmek için kullanıyorsanız, bu metnin sistematiğine uymaz ve yaptığınız şeye de ancak 'beklenti sisteminiz için metni kullanmak' denir. İronik bulduğum bir anlamda bu.

Biraz daha detaya girersem, mesela Bediüzzaman orada pekçok 'sebep' ve 'hikmet' çerçevesinde (sebep ve hikmet, eserdeki bölümlerin başlıklarıdır aynı zamanda) sahabeyle ümmetin geri kalanı arasında benzerlik kurulmasının imkansızlığı ifade ederken; takipçileri aynı eserden yaptıkları tırnaklamalarla bir benzerliği savunmaktadırlar. "Nasıl ki, Allah Resulünün etrafındakiler, ilkler, farklıdır. O zaman Bediüzzaman'ın etrafındakiler ve ilkler de farklıdır."

Birisinin kitabını okuyup tam tersini söylemek böyle olsa gerek. Halbuki Bediüzzaman orada ne çok başkalığın altını çizer! Bazılarını sayarsam: Sohbet-i nebeviye başkadır. O zamandaki inkılab-ı azîm-i İslamî'nin şartları başkadır. Yalana ve gerçeğe bakış, aralarındaki mesafe başkadır. Hakikate uyanıklığın derecesi başkadır. Marziyat-ı ilahiyeyi kelamından anlamaya konsantre oluşun derecesi başkadır. Kurbiyet/akrebiyet denkleminde konum başkadır... vs. Benzerliğin kurulmasını engelleyen bir sürü başkalık vardır.

Ben bu yazıyı yazmayı tasarlarken, bir abim enteresan bir komplo teorisinden bahsetti bana: Nurcuların ümmetten koparılıp ayrı bir grup olmaya yönlendirilmesi projesi. Gülen ve takipçileriyle şiddetlenen, ama ondan öncesinde de Nurcular içinde telkin edilen birşey, bir tuzak olduğunu söylüyordu bunun. Gülen'in siyer anlatımı hakkında yazdığım 'Siyer-Bükücü' yazılarımda bu ucundan yakalıyordum bunu, ama proje olarak, bir komplo teorisi olarak düşünmemiştim. Gülen'in, Efendimizin (a.s.m.) "Kardeşlerime selam olsun!" diye başlayan bir hadisini sürekli kendisine ve etrafındakilere dönük okuması gibi; Nurcuların mühim bir kısmı da sahabiler ve kendi aralarında doğrudan bağlantılar kuruyorlar aslında. "Onlar dostlarıydı, biz ahirzamandaki kardeşleriyiz!" tarzı, aradaki bütün geleneği ve müceddidî mirası görmezden gelen bir okuma bu. Bu, başlarda iyi niyetli olsa bile, sonradan zıvanadan çıkanlar olabiliyor. Mesela benim gibi birisi Yenibosna'da gittiği bir sohbette şunu işitebiliyor: "Eğer Kur'an Türkçe gelseydi, Risale-i Nur olurdu." Saçmalığın daniskası.

Evet, ben bu cümleyi şu kafamdaki kulaklarla işittim. Çok şükür ki, bu Nurcular arasında ancak birkaç meczubun söylediği birşey. Ama bir adım ötesinde, sahabe ve kendi aralarında kurulan sağlıksız benzerlikler farklı aşamalarda pekçok Nurcuda var. "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez." Nurcuların belki bu yönden de bir özeleştiri yapmaları lazım. Biz ümmet içinde seçkin/üst bir sınıf değiliz. Hakkını verebildiğimiz kadar müminiz, müminler içinde. İman ve Kur'an hepimizin davası. Mutlak vekillik meselesinden başlamak üzere bütün vekillik/seçilmişlik davaları bu noktada riskli. Sahabenin biricikliği üzerine bir eseri okuyup, tefekkür edip, sonra 'ikinci bir biriciklik' davasına girmek doğru birşey mi?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...