1 Nisan 2020 Çarşamba

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (5)

Elhamdülillah. Serinin ilk yazısına gelen yorumlara cevap vermeye devam ediyoruz. Rabbimizin izn u inayetiyle bir süre daha bunu yapmaya devam edeceğiz. Salihlerin anıldığı yere nur iner. Biz de nurcu olduğumuzdan nurun her türlüsünü severiz. Belki bu yazılar o 'peygamber yıldızlarının' gönlünü bize karşı hoşnut eder de umulmadık ikramlara nail oluruz. Âmin. Önceki birkaç yazı boyunca Halil Bey'in paylaştığı metni/itirazı etüt etmiştik. Mezkûr metnin anlattığı şeyin 'nasıl anlaşılması gerektiğine' dair analizlerde bulunmuştuk. Evet. Orası 'aşk-ı demokrasiyi' veya 'Ehl-i Beyt muhabbetini' Muaviye radyallahu anh düşmanlığına çevirenler açısından kritik bir öneme sahip olduğundan üzerinde fazlaca eğleştik. Şimdi diğer suallere daha hızlı cevap vermeye çalışacağız. Tevfik Allah'tandır.

'Mehmet Mehmet' rumuzuyla yazan (herhalde) Mehmet Bey soruyor: "ahmet bey saltanat, yani güç ve iktidarı bırakmamak, hz alinin sırf lillah için olan davası gibi değil, hem ustat başka yerde sanırım fetih suresini tefsir ederken 'sahabelerde mühim kusur olacağını... bu yüzden mağfiret geçiyor...' yani sahabelerde kusur varda nurcularda olamazmı??? yani kişileri kusursuz sorgusuz sualsiz itaat doğru değildir, akıl, muhakeme, ve irademizi herhalukarda kullanmak zorundayız, yoksa uysal bir koyundan farkımız kalmaz, ve kullanılmaya müsait kişi ve kitleleer oluruz, iyiniyet masumluk bizi kurtarmaz, Cenabu Allah akıl, irade.... vs. verdiği maddi manevi duyguların hakkını vermemizi istiyor, uyanık olmamızı istiyor, çok iyi niyetli karıncaya zarar vermez ama kandırılıyoruz, e cezamızı cekeceğiz, sen neden uyanık olmadın, aklını iradeni cesaretini neden kullanmadın diye bizden hesap sorulur, hiristiyanlar yapamayız."

Parça parça cevap vermeye çalışalım: Serinin daha evvelki yazılarında da dikkat çektiğim üzere, Muaviye radyallahu anhın Hz. Ali radyallahu anha karşı çıkışı bidayette tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhüm ecmain isyanları gibi 'Hz. Osman radyallahu anhın katillerinin açığa çıkarılması' meselesiyle ilgilidir. Sıffin Savaşı'nın nihayetine kadar Hz. Muaviye'nin 'hilafet' iddiası yoktur. Eylemini yanlış bulmakla birlikte, Ehl-i Sünnet uleması, bunun 'güç tutkusuyla' değil 'hakkı arayan farklı bir içtihadla' olduğunda müttefiktirler. Bediüzzaman da Muaviye radyallahu anhın bu seçimini 'ruhsatla amel' çerçevesinde ele almaktadır. (Önceki yazılarımızda konuşmuştuk.) Bize bu savaşın 'güç tutkusuyla' olduğunu söyleyen herhalde yalnız şia kaynaklarıdır. Onların sahabe yaklaşımını zaten kabullenebilmemiz mümkün değildir. Zira onlar Hz. Ali'nin yanında yeralmamış veya daha sonraları ayrılmış herkese 'hain/münafık' nazarıyla bakıyorlar. (Hatta o çatal dillerini ümmetin en ulularına kadar uzatıyorlar.) Hâşâ! Biz 'iyi niyetli farklılıklar' diyoruz. Döneme dair kaynaklarda tarafların da birbirlerine böyle baktıkları anlaşılıyor. Allah hepsinden razı olsun.

'Sahabeye sorgusuz itaat' meselesine gelince. Biz kesinlikle böyle birşey yapmıyoruz. Sahabenin umumen âdil olduğu, yine Bediüzzaman'ın da katıldığını ifade ettiği, bir Ehl-i Sünnet ittifakıdır. Onlar, haklarında ayet-hadis bulunan, ilk olmanın sorumluluğunu bihakkın yüklenmiş, 'referans nesil'dirler. Eğer sahabeyi bu şartlar içinde kabul etmezsek, Kur'an da dahil, onlardan gelen hiçbirşeyi güvenilir bulmamamız gerekir. Halbuki hadis/şeriat ilminin dakik muhafızları, bütün dikkatlerine rağmen, böyle birşeye rastlamamışlardır. Yani sahabeden birisinin Allah'a, Resulüne veya dinine dair yalan uydurmadığı tabiinin ve tebe-i tabiinin zeki talebelerinin onlarda ayna gibi gördüğüdür. Allah hepsine ecrini versin. Hemen arkalarından gelen zeki neslin tüm dikkatlerine/tetkiklerine rağmen göremediği şeyi, 14 asır arkadan bakıp gördüğünü iddia eden varsa, herhalde gidip güzelce bir yüzünü yıkamalıdır. Çünkü bu durum genelde 'yanlış empati' sonucu oluşmaktadır. Biz kendi ahlakımıza bakarak "Sahabe de bizim gibi insandır canım!" diyemeyiz. Bizim yalancılığımız onlara delil olmaz vesselam. 'Mühim kusurlar'dan kasıt ise işte yukarıdaki gibi meselelerde yapılan yanlış içtihadlarıdır. Dahilî harpleridir. İçtihad eden, yetkinlik sahibi ve aradığı rıza-i ilahî olduktan sonra, hata da etse sevap alır. Bu böyledir.

Mehmet Bey'e bu noktada hadis/şeriat ilminin içeriğine/usûlüne dair okumalar yapmasını tavsiye ederiz. Onlara ümmetin ittibaının 'delilsiz ruhbanı taklit' gibi olmadığını, bilakis, 'epeyce birikmiş bir delile istinat ettiğini' görecektir. Eğer göremezse ya kalp kasavetinden veyahut inadının günahındandır. Zira, bırakın dini bütün müslümanları, oryantalistler bile sahabenin bu noktada açığını bulamamışlardır. Veya iddia etmişlerse de tastamam cevaplarını ulemamızdan çatır çatır almışlardır.

Bu yazıyı daha fazla uzatmayarak Hutbe-i Şâmiye'den sahabeye dair bir bahse bağlamak istiyorum. Galiba mezkûr sualin en güzel cevabını orası veriyor: "(...) sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, 'Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler bütün sahihtir!' diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr hakikattir."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Leyla Mevla'nın bahanesidir

"Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayı...