Nur talebeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nur talebeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2016 Cuma

Mutlak vekilliğe serzenişler (5): Bediüzzaman'ın vekili 'mutlak' olur mu?

Mutlak vekilliğin, kavram olarak kendisine değil, 'anlaşılış şekline' yönelik eleştirilerim yeni değil. İki yıl önce bir yazı dizisiyle konuyu ele almıştım. Halihazırda bir kısım nur talebelerince dayatılan anlama Risale-i Nur'un genelinin ve özelde 'mutlak vekillik' ifadesinin geçtiği metinlerin ne kadar el verdiği ile ilgili analizlerde bulunmuştum. Üstelik, elimden geldiğince, meseleyi burada bırakmamış, ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinde ve İslam tarihi düzleminde mezkûr parçanın uyumunu sorgulamıştım. Çünkü parçaya verilen anlamın kabulü ancak bütüne uyumluluğu ile mümkündü. "Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor. Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz." Mutlak Vekilliğe Serzenişler serisini okuyacaklar az-çok bu söylediklerimi orada bulacaklardır.

Bugün ise kavramı oluşturan iki kelimeyi analiz ederek 'mutlak vekilliğe' bir kısım nur talebelerince verilen karşılığın 'neden yanlış olduğunu' ortaya koymaya çalışacağım. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona... Mutlaklığı sorgulamakla başlayalım. Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat isimli eserinde, Maide sûresinin 51. ayeti ("Yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin!") üzerinden kendisine yöneltilen bir soruya şöyle cevap verir:

"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. Bununla beraber nasıl 'dost olunuz' dersiniz? Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Sadece Kur'an'ı değil, karşımıza çıkan her metni doğru anlamada bir usûl dersi içeren bu soru-cevap öncelikle neyi öğretir? Bir metindeki ifadelerin doğru anlaşılmasının sadece 'öyle okunmasına' bağlı olmadığını gösterir. Aklın, dikkatin ve insafın titizlikle devrede olduğu bir sürece daha ihtiyacı vardır derinlikli okumaların. Peki, dikkat edilecekler nelerdir?

Bunlardan bir tanesi "kat'iyyü'l-metîn" olanın "kat'iyyü'd-delaleti"dir. Herhangi bir metindeki herhangi bir ifadenin, ondan bizim anladığımızı mı, yoksa müellifin murad ettiği başka bir manayı mı kastettiğini anlamak, ancak 'delaletinden emin olmakla' mümkündür. Yoksa "Filancanın ensesi kalındır!" veya "Falancanın eli uzundur!" denildiğinde bunları biyolojik birer teşhis olarak anlamak işten değildir. Tevil ve ihtimalin mecali varsa, bunları da kollamak, en azından dikkatli olmak, insafın ve aklın gereğidir.

İkinci olarak: Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki "Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!" emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalan herkesi harama girmekle suçlamak olur. Yine Ahzap sûresinin 53. ayetindeki "Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın!" emrini bağlamındaki kayıtlardan yoksun anlamak 'sohbetin haram olduğunu düşünmek' gibi garip sonuçlar verecektir. Bunun böyle olmadığı ise size sünnet-i seniyyenin rehberliği ve zamanın müfessirliği söyler. Mü'minler bu emirleri zaman düzleminde böyle 'mutlak bir şekilde' uygulamamışlardır. Çünkü sünnet-i seniyyede böyle görmemişlerdir.

Üçüncü bir dikkat edilecek husus da şudur: Diyelim ki; babanız, "Doğrulardan ayrılma!" dese, siz bunu 'dik çizgilerden ayrılma' olarak anlamadığınız gibi 'ismi Faruk olanlardan ayrılma' olarak da anlamazsınız. Burada hükmün bina edildiği doğru 'doğruluk ahlakı' olarak şekillenir zihninizde. Bu yüzden, sözgelimi, ismi Faruk olsa da yalancı birisinden uzak durabilir, soyadı Boynubükük bile olsa doğru bir insandan ayrılmazsınız. Burada, hükmün hangi manaya/kasta bina edildiğini anlamak, doğru anlamak konusunda yardımcı olmuştur size. Muhtemel anlamların baskısından kurtardığı gibi mutlaklığın sınırlandırılmasını da sağlamıştır.

Dördüncü olarak da şeriatın bütünlüğüne bakılması gerekir. Eğer iki emir veya izin birbiriyle çelişiyor gibi görünüyorsa bu genelde 'birisinin diğerini takyid ettiğine' yorulur. Ehl-i Kitap bir kadınla evlenmeye verilen izin mezkûr ayetteki mutlak hükmün şeriatça sınırlandırıldığına delildir. Demek bazı şartlarda izin vardır. Bir kafirle İslam'a zarar verecek şekilde dostluk kuramazsınız, ama pekala helal bir ticaret yapabilirsiniz. İslam tarihi boyunca da uygulama bu şekilde olmuştur.

İşte 'mutlak vekillik' meselesindeki 'mutlak' ve 'vekillik' kelimelerinin doğru anlaşılması da yukarıdaki yolun doğru bir şekilde izlenmesine muhtaçtır. Eğer meşhur kavram mezkûr kayıtlarla sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılamaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini mutlak bir vekillikle doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir:

1) O kişi her konuda Bediüzzaman'ın eşiti/dengi bir insan olmalıdır. (Çünkü kayıt konmamasıyla Bediüzzaman'ın ahlakından ilmine, etvarından tarihçe-i hayatına kadar her özelliğinin bu diğer kişide birebir yansıyor olması gerekmektedir.) 2) Vekillik, eğer yukarıdaki gibi 'birebir eşit' olarak anlaşılmayacaksa, o zaman bu kişi bir ölçüde Bediüzzaman'dan 'aşkın' olmalıdır. Aşkın olmalıdır ki onu kapsayabilsin. (Daha azı olma ihtimalini ise 'takyid' kabul etmeyerek ellerimizle yıktık.)

Biz Allah'a mutlak bir şekilde tevekkül ederiz, 'en güzel vekildir' deriz, çünkü Allah bizden aşkındır. İlmi, hikmeti, kudreti vs. sonsuz derecede yücedir. Bu yüzden ona tevekkül ettiğimizde içimizi emniyet sarar. Aşkınımıza, bizi bizden iyi bilene ve bizden üstün olana, tevekkül etmişizdir. Hukuki işlerde de vekillik az çok buna benzer. Herhangi bir meselede bir avukata vekalet veren, yani tevekkül eden insan, aslında o avukatın işi ondan daha iyi bildiğine, yani o alanda kendisinden aşkın olduğuna işaret eder. Ama hukukta bu tevekkül mutlak değildir. Vekalet verilen alanla sınırlıdır.

Aksi takdirde, avukatın, mezkûr adamın hayatındaki herşeyi ondan daha iyi bildiği veya yerine karar verebileceği/geçebileceği anlamına gelir ki, bu yanlıştır. (Bu nedenle vekalet verenler, bunu, zamanla veya işlem türüyle sınırlandırılmış bir şekilde verirler.) Bundan daha farklı bir vekalet türü de 'yapmaya kudreti ve vakti daha müsait birisine' bir alanda sorumluluk bırakmaktır. Örneğin: Kurban konusunda birisine vekalet verebilir ve kesim yükünden kurtulabilirsiniz. Ancak burada da bir aşkınlık vardır dikkat ederseniz. O kişinin durumu sizden daha müsaittir.

Şimdi, konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasadan Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, sebatını, izzetini, iffetini, faziletini vs... tastamam taşıyabilecek insan bulmak zordur. Aşkını zaten mümkün değildir. Vekilliği mutlak anlaşılmaya ve dayatılmaya çalışanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekili olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek bir ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir, ne ilim tahsil etmişlerdir, ne eser vermişlerdir, ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar. Yani ne 'aşkınlık' ne de 'eşitlik' sözkonusudur.

Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: "Mutlak ise takyid olunabilir." Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, "Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!" değil, "Telif ettiğim eserlerin neşriyat hizmetleri vefatımla kesilmesin. Bu talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!" vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır.

Üstelik zamanın müfessirliği de bizi böyle anlamaya zorlar. Zira kendilerine vekalet verilmemiş Bediüzzaman'ın daha yaşlı talebeleri, bu genç talebeleri, anlaşıldığı şekilde 'mutlak vekil' görmemişlerdir. Hayatlarında onlara böyle bir konum biçmemişlerdir. Onlardan anlatılan/nakledilen böyle bir bilgi yoktur. Bunun yanısıra Risale-i Nur külliyatının bütünlüğü de bizi böyle bir çıkarım yapmaktan men eder. "Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi 'Ferid' makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor..." diyen Bediüzzaman, herhalde, sonra böyle bir mutlak vekillik inşa edip talebelerini de o tasarrufa devretmiş değildir.

Başka imalarda bulunanların imaları kendilerini bağlar. Derdimiz hakikattir. Başka bir derdimiz yoktur. Hakikati netlikle ortaya koyalım. Aksi takdirde (Allah ölmüşlerine rahmet ve kalanlarına afiyet bağışlasın) bu talebeleri Üstadlarının muradı olmayan ve zaten kendilerinin de kaldıramayacağı bir yükle yüklemiş olacağız. Ki işte FETÖ'nün, Gülen'i, Bediüzzaman'ın tek varisi sanması ve saymasıyla yaşattıkları büyük bir ders olarak meydandadır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Bediüzzaman hatasız mıydı? (2)

Bu serinin birinci yazısında[1] bir karmaşaya dikkat çekmiştim. Yüzleri Nur talebelerine dönük olarak; "Bediüzzaman'ın hiç mi hatası yoktu be kardeşim?" diye soranlar aslında o cümleyle zâhir-i cümlenin işaret ettiği manayı değil, başka bir manayı murad ediyorlar. Çünkü görünüşte cümlenin ifade ettiği şeye hiçbir Nur talebesi dönüp; "Haşa, o hata yapmaz. İsmet sahibidir!" şeklinde karşılık vermez/veremez. Verirse, zaten Nur dairesinde kalamaz. Nur talebeliği Bediüzzaman'ın 'masum imamlığına' iman etmekle değil, onun da (sık sık altını çizdiği gibi) hataya açık olduğuna iman etmekle mümkün olan birşeydir.

Fakat dediğim gibi; yukarıdaki sorunun sahipleri, o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu, diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: "Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?" İşte Nur talebeleri olarak biz buna "Hâşâ!" diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur'an ve sünnet içinde ve de ehl-i sünnet geleneğinde bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, 'asıl itibar edilecek olan' olarak gelmeyebilir. Siz, diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.

Bugünlerde okuduğum İstikamet Yazıları 1 kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca'nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyor. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:

"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını 'udul' kabul eder. Bunun anlamı (Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi) onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler."

Devamında ise bunun 'masumluk' anlamına gelmediğini; sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) 'udul'le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:

"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. 'Sohbet' şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından (nadiren de olsa) içki içmiş, zina etmiş... kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, 'sohbet-i canan'a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır."

Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben, Bediüzzaman'ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun Nur talebelerinin mürşidlerini savunurken hissettikleri ve inandıkları şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani Nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman'ı 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak' görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.

Şimdi soruyorum: Bir insanı 'mürşid' bilmek zaten onun duruşunu 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla' mümkün değil midir? Biz, mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman'ın sapkınlıklarını isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman'a her atar yapana "Sen de haklısın..." demek değil, mürşidimizi savunmaktır. Sadakat bunu gerektirir. 'Talebenin sadakati' bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife'yi (r.a.) savunurken, herhalde 'masum imamlığını' savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin.



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/07/bediuzzaman-hatasz-myd.html

8 Mart 2012 Perşembe

Arap Baharı'nda müsbet harekete ne oldu?

Geçtiğimiz salı Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında farklı bir seminer vardı. Doç. Dr. Ensar Nişancı, o akşam, Hutbe-i Şamiye ekseninde Arap Baharı’nı yorumladı. Seminerde konuşulanların tamamını bir yazıya sığdırmam elbette mümkün değil. O yüzden buna hiç girişmeyeceğim. Fakat bu yazıda, o seminerde bir sual olarak Ensar Nişancı Hoca’ya yönelttiğim, aslında Arap Baharı’nın başından beri zihnimi kurcalayan bir meseleyi sizinle müzakere edeceğim: Arap Baharı ve Nur talebelerinin ona bakışı meselesini...

Biliyorum, yazının daha başlarında olmama rağmen yine garip garip şeyler söylemeye başladım. Belki bir çoğunuz, daha bu noktada bana; “Nur talebelerinin Arap Baharı’na bakışı nasıl olabilir ki? Elbette destekliyoruz” diyeceksiniz. Haklısınız, hepimiz Arap Baharı’nı ve yaşananları destekliyoruz. Coğrafyamızın özgürleşmesini istiyoruz. Lakin acaba bu noktada, bu desteği verirken ne kadar çizgimizden ödün veriyor, ne kadar olayların heyecanına kapılıyoruz? Ben asıl bu noktayı, Nur talebeleri mabeyninde istişare etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bediüzzaman’ın, Arap coğrafyasında hakim olan istibdatlardan daha beter bir istibdatın Türkiye’de kol gezdiği zamanlarda iki duruşunu hiç bozmadığını görüyoruz: Birincisi 16. Lem’a’daki 3. Meraklı Sual’e verdiği cevapta olduğu gibi Türkiye kemalini ararken dışarıdan bir müdahaleyi kesinlikle kabul etmiyor. Tıpkı Irak’ta, Amerikan müdahalesine karşı çıktığımız gibi...

En azından biz şimdiye kadar o kısımları yorumlarken hep böyle yorumladık. Bu işin dışarıdan dış güçlerin müdahalesiyle değil, içeriden kendi dinamiklerimizle olabileceğini söyledik. İkincisi; Bediüzzaman en sıkıntılı zamanlarında bile asayişi bozabilecek girişimlere asla müsaade etmiyor. Mesela Nur talebeleri Bediüzzaman’ın sağlığında da, vefatından sonra da hiçbir gösteri, eylem, direniş hareketine karışmıyorlar. Ki buna da Nur terminolojisinde “müsbet hareket” deniyor.

Bu iki kırmızı çizgiyi aklınızda tutun ve şimdi Arap Baharı’na tekrar bakın. Biz Nur talebeleri, Arap Baharı yaşanırken her iki çizgide de yerimizden birazcık oynamadık mı? Birincisi; Suriye ve Libya gibi iktidarın silahlı direnişçilere silahla karşılık verdiği yerlerde dış güçlerin müdahale etmesini arzulamadık mı?

İkincisi; müsbet hareket meselesi... Kendi ülkemizde bu istibdatın belki daha beteri yaşanırken, darbeler olurken, insanlar tutuklanırken sokaklara asla çıkmayan ve belki bu yüzden herkes tarafından pasiflikle suçlanan bizler; Arap Baharı boyunca halkların bu eylemlere girişmesini saygıyla ve tebrikle karşılamadık mı? Yani menfî hareketi öğütleme noktasında da bizde bir kayma olmadı mı?

Şimdi ben bu iki meseleyi çok düşünüyorum. Kendi kendime de çok soruyorum: “Müsbet hareket mi eskidi, yoksa zamanın değişmesiyle şartlar da mı değişti? Neden kendi ülkemizde taraftar olmadığımız şeylere Arap coğrafyasında razı olduk?”

Ya da...

Ya da acaba müsbet hareketi şimdiye kadar biz mi yanlış anladık? Bediüzzaman’ın gayrın müdahalesine karşı oluşunu, bu müdahalenin şartlarıyla birlikte ele almayarak şimdiye kadar biz mi yanlış yorumladık? Ben şimdi hakikaten ikisini de ciddi ciddi kendi dünyamda muhasebe etmekteyim. Ki bu yüzden size bahsetmekteyim.

Öyle ya, Risale-i Nur eğer bütün dünyaya saadeti getirecek bir sistemi içinde barındırıyorsa, bu sistem, neden daha ilk bahar tecrübesinde en sağlam prensiplerinden böylesine kolay vazgeçti? Türkiye için şart koştuğu müsbet hareketi, sokaklardaki eylemsizliği Arap Baharı için neden terk etti? O insanlar sokaklara çıkıp eylemler yaptılar, polisle çatıştılar, hatta bazıları hâlâ silahla direniyorlar, çarpışıyorlar. Can alıp canlar kaybediyorlar. Bu noktada Nur talebelerinin duruşu koşulsuz bir destek mi olmalıydı, yoksa hareketin sınırlarını daha iyi tayin etme yönünde mi yorumlar yapmalıydılar?

Bir de en hazini: Acaba bu bahar hamleleri başarısız olsaydı, biz Nur talebeleri bir kenara geçip şöyle demeyecek miydik: “Ah, ah... Bediüzzaman’ın müsbet hareketini anlamadılar. İçlerinde dahili karmaşaya sebebiyet verdiler. Dahilde kılıç çektiler. Ondan başlarına bu belalar geldi.”

Evet, ben inanıyorum ki, biz bunu diyecektik. Onların başarısızlığını kendi ekolümüz açısından izah edecektik. Ama şimdi bu direniş başarılı oldu. Üstelik bizim tarz-ı cihadımız gibi olmadan oldu. Yahut da olmadı, ama biz yine de onları başarılı bulup desteğimizi verdik. Arap Baharı’nı destekledik. Şimdi sormak gerekiyor o zaman kendimize: “Bizim müsbet hareketimize o topraklarda ne oldu?” Yanlış anlamayın, bu yazıda cevaplar yok. Bu yazı, sadece sorularımın yazısıdır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...