Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2023 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu'nun Selahaddin Eyyübî hakkındaki sözlerine nasıl bakmalıyız?

Bediüzzaman'a bile "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." dedirten durumlar vardır. Siyahla beyaz kolayca ayrılmaz onlarda. Araya griler karışır. Hatta griden başka renk seçilmez olur. En çok tarihte rastlarız onlara. En çok orada yadırgarız. Yargılarız da bazen. Zaten peygamberler aleyhimüsselam hariç kimse ismet sahibi değildir. Birtek onlar, hayatlarıyla ümmetlerine iletilen vahyin/dinin hakkı için, korunmuşlardır. (Peygamberler günahkâr olursa mesajlarına da şüphe düşer.) Kusur insanın imzasıdır. Hatta kusur mahlukiyetin de imzasıdır. Her ne ki, mahluktur, öyleyse Halık değildir. Halık olmadığı için de sonsuzluğa sahip değildir. Sonsuzluğa sahip olmadığı için de Sonsuzluğun Sahibine kıyasla her zaman kusurludur. Bu kusur derece derece bir imza olarak hayatına yansır. Allah yarattığı için kusurlanmaz varlık. Hâşâ. Ona bakan cihetiyle, yani melekutiyetiyle, herşey olması gerektiği gibidir. Fakat, elimizden göründüğü için, mülkte kusurlanır. Bizim gördüğümüz şekliyle kusurlanır. Bize göründüğü şekliyle kusurlanır. Bizce kusurlanır. Çünkü biz, Descartes'ın Metafizik Üzerine Düşünceler'de belirttiği gibi, varoluşu bütünüyle göremeyiz. O halde gördüğümüz büyük "Kün!/Ol!" emri tecellisinden eksik bir manzaradır sadece. Okuyuşumuz eksiktir. Duyuşumuz eksiktir. Aklımız eksiktir. Eh, işte, eksiğin yargısı da eksiktir. Bundan kaçamayız.

Kadir Mısıroğlu merhumun 'Selahaddin Eyyübî' hakkındaki beyanlarını tahlil ederken de bu hakikat hatırımızda bulunmalıdır bence. Fakat, önce, merhumun yiğitlik hakkı verilmeli. Zor zamanlarda kemalist rejime karşı gösterdiği dik duruş takdir edilmeli. Rahmet dilenmeli. Aziz hatırası incitilmemeli. Ancak insaniyeti de unutulmamalı. Evet. İnsanız. Sınır sahibi olmaktan kurtulamıyoruz. Hepimiz için durum böyle. Ve bakışımız bizi taraf sahibi de yapıyor bazen. Yanlış anlaşılmasın. 'Taraf sahibi olmak her şekilde kötü birşeydir' demiyorum. Hakka taraftar olmaktan daha leziz nimet yoktur zira. Bâtıla taraftarlıksa yenilecek en acı lokma. Cehennem zakkumundan ısırık. Sığınacaksak bundan sığınırız Mevla'ya. Bir de arada kalınan durumlar var tabii. Yani, yine Bediüzzaman'ın ifadelerine atıf yaparsak, "Hak da taaddüd eder..." demeyi mecbur edecek durumlar var.

Yavuz Sultan Selim Han misalinden ilerleyelim. (Ruhuna rahmetler dilemeyi ihmal etmeden.) Onun şehzadelikten padişahlığa yürüyüşü maceralı olmuştur. En küçük kardeşken padişah olmayı dilemiştir. Bu dileği nedeniyle ordu toplayıp babasıyla savaşmıştır. Yenilmiştir. Bahtı hain cezası görmeye doğru akarken yüzüne gülmüştür. Beyazıd-ı Velî Han bir şekilde tahttan çekilmeye mecbur edilmiştir. Hem de kendisine bırakmak üzere. Sonra babası da ölmüştür. (Bazıları bu ölümde parmağı olduğunu söyler.) Tahta geçtikten sonra da meşakkati bitmemiştir üstelik. Ellerinden tahtın çalındığını düşünen kardeşleriyle ters düşmüştür. Kılıçlar yeniden çekilmiştir. Sadece kardeşlerini değil yeğenleri de katletmiştir. Bundan sonrasıysa Osmanlı için, âlem-i İslam için, ehl-i sünnet dünya için büyük bir inşirahtır. Şah İsmail'in üzerine yürüyerek hem şiilerin bölgedeki sünniler üzerindeki baskısını kırmıştır hem de Kürtlerle Türkleri birleştirmiştir. Sonra Suriye'yi, Mısır'ı, Hicaz'ı fethederek Araplarla da birliktelik oluşturmuştur. Şiirinde ifade ettiğini neredeyse başarmıştır yani: "Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,/Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni./İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz,/İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni."

Ancak, bir de Bayezid-i Velî Han'ın gözünden izleseydik yaşananları, bugün okuduğumuz şekilde mi okurduk acaba? Yahut da, bahtı yüzüne gülmese idi Yavuz Sultan Selim Han'ın, bir hain olarak yargılanıp boğdurulsaydı mesela, o zaman yine bugünkü takdirkârlığımızla mı tahattur ederdik kendisini? Bunlar cevabı kolay olmayan sorulardır. Ve kabul edelim ki, yanıtlarının, tarihi okuma şeklimizden etkilenen yanları vardır. İşte, Kadir Mısıroğlu merhumun, Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî arasındaki hâdiseleri okuma şeklinde de bu taraftarlığın izleri görünmektedir. O, tabir-i caizse, Beyazıd-ı Velî'nin penceresinden bakmaktadır yaşananlara. Bizse, yine tabir-i caizse, Yavuz Sultan Selim'in nazarıyla görmekteyiz olayları. "Keşke yaşanmasalardı!" demekten kalbimizi geri koyamayız elbette. Ancak Bediüzzaman gibi de deriz: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." Yahut da yine kendisinin, sahabe ihtilafları sadedinde, Ömer bin Abdülaziz rahimehullahtan naklettiği şu söze kulak veririz: “Allahu Teala ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi biz de dilimizi tutup bulaştırmayalım!” 

Aynı konu daha sonraları kendisine sual edildiğinde İmam Şafiî rahimehullah da benzer bir karşılık vermiştir. Ki ehl-i sünnet ulemanın duruşu da ekseriyetle öyledir. Ümmetin hayırlılarından bilinen insanların yaşadıkları anlaşmazlıklarda, olaylara yalnız birinin gözünden/duygularıyla dahil olmak, bütünü görmekteki kusurumuzu arttırmak yanında, günah sahipliğinden ileriye mana taşımaz. Madem ümmet hayırları üzerine ittifak etmiştir. Hepsine rahmet dilemekten teberri etmeyiz. Aziz hatıralarını incitmemeye çalışırız. Hataları yok mudur? Hangimizin yoktur ki? Elbette onların da vardır-olabilir. Fakat defterleri bu yönüyle kapanmıştır. Bizimkisi halen açık durmaktadır. Üstelik hakkımızda hüsn-i şehadet edecek onlar kadar yoktur. Bediüzzaman'ın aslını Kürtçe olarak alıntıladığı bir muhakkike ait şu sözü biz de hatırlayalım: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i cennettirler." Belki Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî de, İslam'a hizmet etmiş iki büyük isim olarak, dünyadaki meseleleri dünyada bırakarak hem, cennete kolkola girerler de, biz dedikoduları nedeniyle uzaklarında kalırız. Allah bizi böyle bir akıbetten muhafaza eylesin arkadaşım.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Bediüzzaman meşrutiyeti neden savundu?

"Hakikatli bir lâtife: Sultan Süleyman Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: 'Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.'" Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.

Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?

Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.

Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.

İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ... 
İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş."

Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.

Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.

Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.

Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:

"Meşrutiyeti meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki ağrazına siber etmekle lekedâr etsin. Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. (...) Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola."

Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.

Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...