15 Mayıs 2017 Pazartesi

Unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi, 19)

Birşeyin düzenle olmasının şöyle bir faydası da var: O artık bir nebze gaybdan çıkıyor. Eyleyecekleri 'kestirilebilir' oluyor. Böylece ona dair endişelerimiz azalıyor. Bir kanun ile kuşatabildiğimiz herşeye ünsiyet peyda ederiz. Çünkü o artık bizim için 'korkulacak bir bilinmezlik' değildir. Tahmin edilebilir yanları da vardır. Yerçekimini düşünelim mesela. Her attığımızın düşeceğini, hatta nasıl bir hızla düşeceğini, tekrar elimize döndüğünde ne hissettireceğini az-çok kestirebiliyoruz. Bu biliş bizi onunla ilişkiye geçmeye cesaretlendiriyor. Hatta kimi zaman şevklendiriyor. Yabancılarla dolu bir mecliste aşina bir yüzle karşılaşmaya duyduğumuz iştiyak gibi.
Etkilerini/sınırlarını tahmin edebildiğimiz şeylerle ilişkiye geçmek fıtratımızda var. Korunma güdümüzün (kuvve-i gadabiyemizin) öğrenme güdüsüyle (kuvve-i akliye ile) teması tam bu noktada başlıyor. Yani hissediyoruz: Bilmenin korunmakla bir ilgisi var.

Bilmenin korunmakla olduğu kadar faydalanmakla da bir ilgisi var. Menfaatimize olan şeyi bilmek, düzenini öğrenmek, onu elde etmenin önsözüdür. Tohumun bir düzenlilik içerisinde mahsul verecek oluşu ancak onu ekip-biçmeye istekli kılıyor. Hareketlerini kestirebilmemiz, meyve verme ahlakını bilmemiz, ağaçlarla da ilişkimizi arttıran birşey. Hatta şöyle diyebiliriz bu noktada artık:

Bizim birşeye muvaffak olmamız ancak öncesinde sahip olduğu düzenle mümkün. Binlerce yıldır o düzende kaynayan suyun tekrar kaynamasıyla çay demleyebiliyoruz. Binlerce yıldır bıraktığımız şeyin yerinde durmasıyla yere birşey bırakabiliyoruz. Her neye erişiyorsak iyi olan, güzel olan, lazım olan binlerce yıldır öyle olduğu için yine öyle oluyor. Ve daha önce öyle olduğu için biz de öyle yapmaya cesaret edebiliyoruz. Eğer böyle bir düzene sahip olmasaydı, biz onu tanıyamayacak, sevemeyecek ve seçemeyecektik.

İşte, tam da bu pencereden bakarak, mürşidimin, bir anlamı da 'ikram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış...' olan inayeti 'nizam' olarak tarif etmesini anlayabiliyorum:

"Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur'âniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder."

Alzheimer hastası birisini ele alalım. Çevresiyle ilişki kurması neden güçleşir? Tüm ilişkilerin başlangıç noktası olan 'aşinalığın' yitiminden dolayı öyle değil mi? Evet, biz neyle ilişki kursak, onun bizde varolan geçmişine yaslanırız. Geçmişine yaslanarak geleceğine dair tahminlerde bulunur ve temasımızı buna göre şekillendiririz. Çabuk kızmasına dair yaşanmışlıklarımız olan birisine şaka yapmayız mesela. Çabuk üzüldüğünü bildiğimiz insanların yanında acıyı anmayız. Bütün bunlar hayata/insanlara dair yaptığımız kanun okumalarının sonucudur. Geçmişten geleceğe yaptığımız çıkarımlardır.

Newton, yerçekiminin kanun olduğunu anlarken nasıl bir okuma yapmışsa, biz de, çevremizdeki insanların davranışlarının birer kanuna bağlı çalıştığını böyle okumalarla anlarız. Tek farkımız: Onlara isim vermeyişimiz. "Ayşe'nin gülme kanunu..." veya "Selim'in futbola ilgili konuşmayı sevme kanunu..." gibi birçok kanun var hayatta gözettiğimiz. İsimleri yok. Ama bilişlerimiz var.

Buradan şuraya gelmek istiyorum: Keder olsun, neşe olsun; mutluluk olsun, hüzün olsun; zehir olsun, bal olsun; unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Hayatta kaybolmamızı engelleyen 'unuttuklarımız' değil 'unutamadıklarımız.' Onlara kızmak yerine, aslında, onlara teşekkür etmeliyiz.

Öyle ya! Bir şekilde bizde iz bırakanlar ancak bizi kaybolmaktan koruyorlar. Daha önce yaşananlarla ilişkimizi sağlıyorlar. Bu şekilde bağlar kurmasaydık hiçbirşeyle, Alzheimer hastaları gibi olurduk, onları ve kendimizi tanımakta zorlanırdık. Fakat şimdi bıraktıkları izlerden onları hatırlayabiliyoruz, tanıyabiliyoruz, geleceğimizi bu izlerden yaptığımız okumalarla şekillendirebiliyoruz. Bir imandan, bir ahlaktan, bir kimlikten sözedebiliyoruz. Hayatımızın kanunu haline gelmiş her neye baksak, altında bir 'unutumadığımızı' göreceğiz, Allahu'l-alem. O yüzden unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Bu kendimizle kavga etmektir çünkü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...