Kürt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2023 Perşembe

‘Tanrı Türkü korusun’ diyenlere aldanma, Allah, müslümandan başkasını korumaz!

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da ‘birbirinizi tanıyasınız diye’ milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise herşeyi bilir. Herşeyden haberdardır.” (Hucurât sûresi, 13)



Mustafa Kutlu ‘Babam Cemil Meriç’ isimli eserde diyor ki:

“Biz bir hafıza kaybına uğradığımız için, irfanî bilinç kaybı yaşadığımız için, Cumhuriyet eliti Türklüğü hâlâ rakı şişesinde arıyor. Kimi Moğollara uzanmaya çalışıyor. Oysa zoraki kimlikler tutmaz. Avrupalılar, 1600 prenslikten 30 devlete, 30 devletten tek birliğe geldiler. Biz bir devletten 30 devlet çıkardık. Şimdi bu 30’u da parçalayıp 300’e gitmeye çalışıyoruz...”

Peki bu neden böyle oluyor? Yani ‘milliyetçilik’ Avrupa’ya böyle şifa(!) verirken İslam dünyasını neden zehirliyor? Bunun cevabı galiba ‘üstkimlik-altkimlik’ ilişkisinde saklı. Avrupalılar, milliyetçiliğin yükselişinden önce, hristiyanlık üzerinden çok zayıf bir üstkimlik oluşturabilmişlerdi. Cahiliye kabileciliği, daha doğrusu klancılığı, faaldi. Bu yüzden milliyetçilik ‘ulus fikri’ ile çıkıp geldiğinde onda yalancı bir şifa buldular. Dağınıklıklarını bu çeşit ‘hayalî cemaatlerle’ bir nebze topladılar. Fakat iki dünya savaşının ardından ulusçuluk da yetmemeye başladı onlara. Şimdi gözlerini ‘Avrupa Birliği’ dedikleri bütünleşmeye diktiler. Başarabilirler mi? Bediüzzaman’ın Lemeat isimli eserinde zikrettiği ‘ikiz iki deha’ analizi öngörüyor ki: Böyle bir şey mümkün olmayacak. Çünkü özlerinde bir fayhattı var. Tastamam asla barıştırılamayacak. İşte iki dünya savaşı bu fayhattının depremleriydi.

“Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu. Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.”

Avrupa yine de fikr-i milliyetten alabileceğini aldı. Lakin müslümanlar fikr-i milliyeti yanlış bir hayranlıkla, adeta tangocu bir kadın libasını hocaya giydirmek gibi, beğenerek sinelerine bastılar. Halbuki, Avrupalıların aksine, ‘üstkimlik’ sorununu ta en baştan çözmüşlerdi. Çin’den İspanya’ya kadar bütün müslümanlar kendilerini ‘İslam’ üstkimliğinde buluşturuyorlardı. Kurdukları devletler de, belki binlerce kavimden derlenmiş, rengarenk ümmeti idare edebiliyordu. Hatta onlara asıl kavim kimliğini de dinleri yenibaştan kazandırıyordu. Tıpkı Bediüzzaman’ın Türkler hakkında dediği gibiydi durum:

“Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”

Bu, Türkler için böyle olduğu gibi, Araplar için de böyleydi. Kürtler için de böyleydi. Bütün İslam kavimleri böyle düşündüğü için sünnet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam üzere birleşebiliyorlardı. ‘Selamün aleyküm!’ deniliyordu merhabalaşılırken ezan okunan her yerde. Kudsî kelimeler anıldığında herkes birbirinin kalbinden geçeni anlıyordu. Fakat fikr-i milliyeti matah birşey sanıp alınca bu defa, Mustafa Kutlu’nun isabetle dikkatimizi çektiği, o facia yaşandı: Zaten sahip olunan üstkimlik yıkılma alametleri gösterdi. 1’imiz 30 oldu. 30’umuz da 300 olmaya zorluyor. Kimin yüzü gülüyor peki? Elbette kâfirlerin. Zira karşılarında duracak bir kalabalık birliktelik görmüyorlar. Ufak lokmalara böldükleri herkesi yutuyorlar. Eğer ittihad-ı İslam güneşiyle uyanmazsak varacağımız akıbet ortadadır.

Tamam, bunları yazdık ya, İslamiyette hiç mi fikr-i milliyetin yeri yoktur? Hiç mi insan kendi milliyeti ile sevinmez? Hiç mi onun aidiyetini hissetmez? Arkadaşlar, İslam fıtrî olan hiçbir ahvali terketmez, fıtrattan olan hiçbir bağı koparmaz. İslam’da bir milliyet şuuruna sahip olmanın elbette meşru bir zemini vardır. Lakin bu meşru zemin, o asabiyetin, kendisinden daha üstkimliği (veya bu kimliği kazandıran öğeleri) gördüğü zaman erimeye yatkınlığıyla ilgilidir. Yani: Eğer buz parçası hükmünde olan enaniyetini, buna ‘millet, kavim, cemaat, parti, memleket enaniyetleri’ de dahildir, ümmet havuzunda eritmeye bakmıyorsan, o asabiyetin artık parçalayıcıdır. Yemekte erimemiş tuz kristali gibidir. Dişi-dili taciz eder. Müsbet değil menfidir. Meşru değil gayrımeşrudur. Öldürücüdür. Hoşgörülemez. Ölçüsünü yine Bediüzzaman’ın bir talebesiyle ilgili aktardığı hatırasında buluruz:

“Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim. Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”

Evet. Bir müslüman Türk, müslümanlığı hakkı için, İslam’a onca hizmet etmiş milliyetini sevse, o milliyetin asabiyetini dinine muhabbete sevketse, bu milliyetçiliğe meşru bir alan açabilir. “Ben öyle bir kavme mensubum ki, onlar İslam’a bin sene hizmet etmişler, cihad bayrağını taşımışlar, ben de onlara layık bir torun olarak İslam’a hâdim olmalıyım!” dese, burada asabiyet, İslamiyete hizmet etmiş sayılır. Zira ona sevgisi diğerine sevgisi içindir. Dolaylıdır. Araçsaldır. Aynısını Araplar, Kürtler ve sair milletler için de düşünebiliriz. Maksadı İslam’ı sevmek iken asabiyetini bir vesile/vasıta gibi sevkediyorsa bu meşrudur. Hatta Bediüzzaman’ın elmas-kale misalindeki duruma benzetebiliriz bunu:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir. İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. (…) Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”

Kale Türklüğümüzdür, Araplığımızdır, Kürtlüğümüzdür, Çerkesliğimizdir vs... İslam’a hizmetle geçmiş tarihimizdir. Mücahid dedelerimizdir. İliklerimize kadar işlemiş İslamiyet dokusudur. Kanımıza kadar işlemiş kokusudur. Elmas ise İslamiyettir. Bu asabiyet elması korumak için kullanılacaksa ne âlâ! Yoksa, elmasın yerine geçse, bu defa bizi hem dinimizden hem dünyamızdan hem de devletimizden edecek zehir hükmüne geçer. Yani ki: Milliyetçiliği, dostumuzu yoketmek için değil, düşmana karşı sertliğimizi arttırmak için kullanmalıyız. İslam’a cibilli taraftarlık için amel etmeliyiz. Zira, mürşidim, seyyidlerin bile ümmet içindeki nurdan mevkilerinin, böylesi bir cibilli damardan geldiğini söylüyor:

“Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.”

Arkadaşım, milliyetçiliği sinende tutuyorsan, bari onu İslamiyete hâdim eyle. Bütünlüğe hizmet ettir. Parçalayıcı olma. Eğer parçalamaya istimal edersen en nihayet dininden de olursun. Çünkü İslam öyle bir milliyetçiliği bünyesinde barındırmaz. İlla kusar. (Hatırlarsan: Kavim kavim yaratılış da Kur’an’da, tıpkı bir ordunun taburları gibi, birleştirmeye vesile olarak zikredilmiştir. Ayrılmaya kullanmak caiz değildir. Hilafa istimal eden fıtrata itiraz eder.) Ve sen illa İslamlığını kusarsın. Tamam. Şu dünyada soydaşlığın bir parça şevketi konuşuluyor olabilir. Ama mezarında herkes yalnızdır. ‘Tanrı Türkü korusun!’ yazanlara aldanma sakın. Allah müslümandan başkasını korumaz.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Bediüzzaman neden 'Muhammed-i Arabî' (a.s.m.) diyor?

Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyorum internetten. Bunlardan birisinin (linkini yazının sonunda vereceğim) ahirinde şöyle bir hadis naklediyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Efendimiz aleyhissalatuvesselam Selman-ı Farisî'ye (r.a.) buyuruyor: "Ya Selman, bana kızma, yoksa dininden kopar gidersin." Hz. Selman (r.a.) bu emir karşısında şaşkınlıkla soruyor: "Sana nasıl kızılır ya Resulallah?" Efendimiz aleyhissalatuvesselam cevap veriyor: "Arap kavmine kızarsın. Bana da kızmış olursun." Mezkûr hadisin Tirmizî gibi kaynaklarda da yeralan 'hasen' bir hadis olduğunu nakleden Esad Coşan Hocaefendi, meseleyi bir dönem Türkiye'de ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığına getiriyor ve ekliyor: "İmanlı kulun derecesi çok yüksektir. Allah'ın sevdiği kuluna düşmanlık besleyen iflah olmaz."

Merhumun ta 1987'de ettiği bu nasihatlere, sanıyorum, bugün bizim daha çok ihtiyacımız var. Çünkü o zamanlar devlet eliyle ekilmeye çalışılan jeo-politik, ideolojik ve seküler düşmanlığa bedel; bugün, Suriye'de yaşananlar nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik sıkıntıdan nemalanmaya çalışan küresel/yerel güçler var. Dün, devletin Batılılaşma idealleri adına halka Arap düşmanlığı öğretilmeye çalışılırken, bugün herkesin gündelik yaşamında birebir karşılaştığı sıkıntılar üzerinden tutuşturulmaya çalışılan bir alev var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'Farisî bir sahabisine' 1400 yıl önce ettiği şu nasihate, 1400 yıl sonra gelen Türkî veya Kürdî ümmeti olarak, daha çok muhtacız. İslam'ı diğer kavimlere taşıyan 'sancağın ilk taşıyıcılarına' gereken hürmeti beslemek zorundayız.

İlginç birşeydir: Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur külliyatı boyunca, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında en sık kullandığı ifade 'Muhammed-i Arabî'dir. Yıllar önce, Allah kendisine afiyet bağışlasın, Abdulhamid Oruç Hoca, Bediüzzaman'ın bu seçiminin o dönem için özellikle yapılmış bir tercih olduğunu ve halka ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığını yenebilmek için külliyatta yoğun bir şekilde kullanıldığını ifade etmişti.

Şimdi, mezkûr hadis-i şerifle birlikte düşününce hakikaten de Bediüzzaman'ın şu seçiminin kastî olduğunu anlaşılıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nasıl ki Selman-ı Farisî'ye (r.a.) kendisinin de bir Arap olduğunu hatırlatarak 'Arap kavmine düşmanlığın kendisine de düşmanlık anlamına gelebileceğini' öğretiyor; onun bir talebesi olarak Bediüzzaman da, tedrisinde sık sık 'Muhammed-i Arabî' diyerek veya anarak, bu zamanın müslümanlarına aynı hakikati ders veriyor. Yani; Risale-i Nur külliyatında belki öylesine kullanıldığını sandığımızın bu terkibin, aslında 1400 öncesine uzanan şöyle bir hakikati var. Buradaki yankı oradaki sesten besleniyor. ('Allahu'l-alem' kaydıyla ifade etmiş olalım.) Hem Bediüzzaman'ın şu cümleleri de bu fikri desteklemiyor mu?

"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!"

Agâh (uyanık) olalım abiler ve ablalar! Arap düşmanlığı, hangi argümanın üzerine bina edilirse edilsin, hadis-i şerifin ve mübarek hocalarımızın bize haber verdiği üzere, üzerine ırkçılık hamiyeti giydirilmiş bir İslam düşmanlığıdır. Şu yazı vesilesiyle iki mürşidime de rahmet duaları eder, Cenab-ı Hakk'tan, o güzellerin emsallerini şu muhtaç zamanda kesretle halketmesini niyaz ederim. Âmin.



Esad Coşan Hocaefendi'nin mezkûr dersi için: https://www.youtube.com/watch?v=6cGiZrF0ysY&list=PLFA94D30CDC4B3996&index=7

23 Mart 2016 Çarşamba

Kürtleri sadece Türkler mi asimile ediyor?

Çok yaşadığım birşey. Artık sayısını tutmuyorum. Ama düşündürdüklerini önemsiyorum. HDP'li tanıdıkların, dindar olsun/olmasın, İttihad-ı İslam'ı savunan Kürtler hakkındaki düşünceleri pek katı. Defalarca nümunelerini yaşadım. Aslında bu konuda dindar Kürtlerin bir arada kalmışlığı da var. Türkiye'nin ulus-devlet kodlarından kurtulması gerektiğini söyledikleri için ulusalcı Türklerin de pek sevdiği tipler değiller.

Buna ilave olarak ulusalcı Kürtler de ayrılıkçı olmadıkları için onlardan hoşlanmıyor. Benzeri bir durum dindar Türkler için de geçerli elbette. Onlar da ulusalcı Türklerin ve Kürtlerin baskısı altındalar. Ancak dindar Kürtlerin onlardan fazla/farklı olarak maruz kaldığı bir suçlama daha var: Asimilasyon.

Evet, hasbelkader bu çizgide birisiyle tartışmaya girseniz, tartışmanın bir yerinde yüzünüze çarpılacak tokat budur: Siz asimile olmuşsunuz. Türk olmuşsunuz. Kürtlüğünüzü unutmuşsunuz. Büsbütün haksız da değiller elbette. Kürt kimliğinin parçası sayılabilecek bazı şeyler sizde bulunmuyor veya kısmen bulunuyor. Mesela: Dil. Hoş, her ulusalcı Kürdün de diline anadili gibi sahip olduğu söylenemez. Hatta bazıları hiç bilmiyorlar.

Ancak tam da bu eşikte ben bir soruyu hep gündeme getiriyorum: Bir Kürdün asimilasyonu sadece dilini unutmasından mı anlaşılır? Kürt kimliğinin başka öğeleri yok mudur asimilasyona maruz kalan veya kalabilecek? Hele de müslümanların ‘m’siz medeniyet tarafından topyekün asimilasyona uğradığı ahirzamanda? Bu soruları önemsiyorum. Zira bence bu gibi bazı kimlik öğelerine nazarımız (ve de kimliğimiz) hasredilerek bize bir çeşit "Cambaza bak cambaza!" oyunu oynanıyor. Operasyon çekiliyor. Dilini unutmamış bir Kürdün de başka kimlik öğelerini unutmuş olabileceği ihtimali unutturuluyor.

Peki bununla kastettiğim nedir? Şimdi farklı düşünen kardeşlerimin canı yanacak ama söyleyeyim: Fatiha'yı bile okuyamayan Sünni Kürdü ilk kez HDP çizgisinin yükselişiyle tanımış oldum. Bu noktada diyebilirim ki: Kürtler sadece sistemin ellerinde değil HDP çizgisinin ellerinde de bir asimilasyon yaşıyorlar. Tıpkı CHP elinde Türklerin yaşadıkları gibi. Fakat bu asimilasyon daha sinsi. Unutturduğu Kürt kimliğinin dünyevî yönleri/göstergeleri değil. Uhrevî yönleriyle kavgası var.

1 ve 2. Lem'a'larda mürşidimin Yunus ve Hz. Eyyub aleyhisselam kıssalarından hareketle yaptığı bir analiz vardır. Hz. Yunus'la ilgili olandan bir alıntıyla açmaya çalışayım:

"İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz hûtumuzdur, hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bediüzzaman'ın Risaleler içine yayılmış bu ve benzeri analizlerinin bize öğrettiği nedir? Allahu’l-a’lem. Bence bize yaralarımızı/dertlerimizi değerlendirmede doğru paradigmayı sunuyor Bediüzzaman. Yani "Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler..." derken kastettiği ile aynı şeyi zikrediyor burada.

Tabii biz bunu söylediğimizde ‘çıkması istenen sesi’ çıkarmamış oluyoruz. Yine de bu sesi çıkarmaktan vazgeçmemeliyiz. Evet, tamam, Türkiye üzerine kurulduğu ulus-devlet yapısıyla Kürtleri perişan etti. Fakat Türkleri de perişan etti. Kürtlerin de kodlarına saldırdı ama Türklerin de kodlarına saldırdı. Kürtler dillerini unuttular da Türkler yüz sene önce yazılmış kitaplarını okuyabiliyor/anlayabiliyorlar mı? Süleymaniye Kütüphanesi gibi en büyük yazma eserler arşivine kaç Türkün girebilesi var? Ve şimdi hem Türkler hem de Kürtler bu rejimin kodlarını 'kardeşlik/dindarlık' düzlemine getirebilme potansiyeline sahipler. Heyhat! Nerede o uyanıklık?

Hepimiz az-çok farkındayız: Devlet eskisi gibi 'değişmesi teklif dahi edilemez' durmuyor. Bu değişime dahil olup olumlu katkı yapmak varken yaralarımızı deşerek yenilerine uğramanın ne mantığı var? Dine gelen musibeti bertaraf edebilmenin imkanını yakalamışken işin o tarafını büsbütün görmezden gelerek, salt seküler kodlara konsantre olmak, kurdun gövdeye girdiği bir fitneyi çağrıştırmıyor mu? Müfid Yüksel Hoca’nın yıllardır dikkat çektiği tehlike ‘İslamsız Kürdistan’ bu pencereden bakınca çok da uzak bir risk gibi görünmüyor.

Kardeşler ayrı devlet kurmak İslam'ın şartlarından değildir. Hayatta kalmanın da şartlarından değildir. Mutlu olmanın da şartlarından değildir. Yaşanılanları inkâr etmenizi beklemek yanlış. Tamam. Fakat bu durum, çocuklarınızı, bir ulusalcı öfke uğruna sosyalizmin kollarına attığınız gerçeğini değiştirmiyor. Diyelim ki ben asimile oldum. Fakat beni yutan asimilasyon balığı en fazla dünyamı yakabilir. Siz öfkenizden bir başkasına neredeyse ahiretinizi yutturacaksınız. Öyle ya, 'İttihad-ı İslam' veya 'uhuvvet' deyince tüyleri diken diken olan ben miyim, yoksa siz misiniz? Allah kalbimize istikamet versin. Böyle şeyleri duyunca hasmının adını duymuş gibi ürperenin kalbi ne şekle girer?

3 Temmuz 2015 Cuma

Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

Bakınız, mesele sadece 'Erdoğan'a küçük bir ders verme' olsaydı, hakkında yazmama bile değmezdi. Fakat öyle değil. Bence bu seçim sonuçlarında, eğer arkasına düşüp tedavisine çalışmazsak, daha büyük bir kırılmanın izdüşümü görünüyor. Belki seçmenin tamamında bu derinlikte ve kesinlikte değil; fakat niyeti de, fiili de o derinliğe/kesinliğe doğru çekmek isteyenler var. Bu topraklarda birlikte yaşama ümidimizin son kalesi olan 'dindarların kardeşliği' üzerine oynanıyor bu sefer. Milliyetçi/seküler Türkler, milliyetçi/seküler Kürtler zaten çoktan beri birbirlerinden vazgeçmiş durumdalar. Bir taraf Erzurum'dan sonrasını bombalamak; öteki taraf da en kısa sürede, bedeli ne kadar gözyaşı ve kan olursa olsun, bağımsızlığı kazanmak derdinde.

Bu topraklarda kardeşane bir hayat yaşama umudunu onlar değil, dindar Türkler ve Kürtler besliyor. Neden/nasıl? Çünkü onlar, herşeye rağmen, müminlerin kardeşliğini hatırlatan ayetleri/hadisleri kalplerinde diri tutmaya çalışıyorlar. Kur'an ve sünnet ekseninde yeniden bir ümmet olma hayalini kuruyorlar. Hepsi aynı 'ideal' ölçüde mi diri tutuyor/kuruyor? Elbette bunu söylemek imkansız. Bilmek de, bilinç de seviye seviye... Fakat yine de yeşermesi mümkün olan tek tohum onların kalplerinde.

Bediüzzaman'ın; "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın..." derken yaptığı uyarının altında yatan da bu bence. Eğer bu son bağı da 'ahmakane, körü körüne topuzların altında' koparırsak üzerine barışı inşa edeceğimiz birşey bulamayacağız. İnsanlara birbirlerini sevmeleri/katlanmaları için bir neden veremeyeceğiz. Şu an yapılmaya çalışılan ise, tastamam bu.

Bir önceki yazımda da altını çizmeye çalıştım: Ben kavmimi İslam'ın kahraman bir kavmi olarak görüyorum. Kürdistan coğrafyasının, İslam'ın bereketli/feyizli bir tarlası olduğu kanaatindeyim. Fakat kardeşlerim, at izinin it izine karıştığı bir ortam var. Öfkemizin gürültüsü içinde duyamadığımız taşınma/demagoji sesleri var. Birşeye duyulan muhabbetin alakasız diğer birşeye, birşeye duyulan husumetin de alakasız başka birşeye kaydırıldığı cerbezeli bir zamandayız.

Örneğin: Kemalist/seküler T.C.'ye duyulan haklı öfke, kabını kaşığını topluyor, apar topar İslamcı/dindar T.C.'ye taşınıyor. Eski defterler kapanmış sanki, ancak öfkesi alacaklı tarafta baki. O defterlerdeki borçlar alakası olmayanlara kaydırılıyor. Erdoğan'ın hatası yok mu? Mutlaka var. Evet, sizin izzetinizi tam takdir edemiyor. Gönlünüzü eder sözü, istediğiniz makamda söyleyemiyor. Fakat nasıl olur da İslamcılara duyduğunuz öfke kemalistlere duyduğunuz öfkeyi geçer? Nasıl olur da Şeyh Said'in (k.s.) torunları LGBT eylemi destekçisi olur? O oraya, bu şuraya nasıl taşınır?

Bu İslamcılık düşmanlığını ben Kürt kardeşlerimin ağzından, hele dindarlarının ağzından, yeni yeni duyuyorum. Bunu önce Gülenciler başlattı. Daha AK Parti'yle köprüleri yıkmadan önce Zaman'da bir İslamcılık tartışması başlatmışlardı. İslamcılık-Nurculuk eksenli başkaları da birşeyler yazdılar. İkisinin mukayesesi vs. Sonra gördük ki; bu İslamcılık eleştirisinin altında Erdoğan'ı ve AK Parti'yi İslamcılık başlığına sıkıştırmak, İslamcılığı da terörizmin/özellikle IŞİD'in kucağına bırakmak gayesi varmış. Olaylar patlayınca bu gizli niyeti anladık.

Hilenin boşa çıktığını, İslamcılık-Nurculuk arası bir kavganın koparılamadığını da gördük. İslamcılık-IŞİD arası bir bağın kurulamadığını da anladık. Fakat ben şimdi bakıyorum, sanki Gülencilerden o kavgayı benim biraderlerim miras almışlar. Erdoğan'ı konuşmaya başladıktan beş dakika sonra mevzu 'İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle'ye geliyor. Sonra bir bakıyorsunuz IŞİD'i konuşuyorsunuz. İçlerinde yüzlerce İslam kahramanının da olduğu ve ideolojik olarak da tam bir kalıp içine asla sıkıştırılamamış İslamcılık; lanetli, Allah'ın belası ve İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağı haline geliyor.

İçinde Azadî gibi İslamcı hareketlerin bulunduğu ve Şeyh Said (k.s.) gibi İslam adına kıyama kalkışmış kahramanların da varolduğu coğrafyada bu ne 'müslüman mahallesinde salyangoz satmak'tır? Ne oluyor şimdi, İslam'ın bahadırı Kürtler; İslam'dan, sünnilikten, Şafiilikten, kendi aslından/tarihinden mi utanıyor? IŞİD çamurunun elinden İslam'ın pak ehl-i sünnet mirasını çekip almıyor/ayıramıyor da IŞİD'le beraber onu da mı kışkışlıyor? Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi, seküler ve mutlu olacağımız bir gelecek için 'geçmişe kalkıp sövmeye' mi başladık biz de? İslamcılar aşağı, İslamcılar yukarı... İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle... Bu dediklerinizin hepsi olabilir İslamcılar. Eleştirmeye de hakkınız yok değil. Fakat ne ara üzerinizdeki gamın/kasavetin sorumlusu kafirleri tükettiniz de, sıra sizin gibi hamiyet-i diniye sahiplerine geldi?

"Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur."

Şimdi bir eşikteyiz. AK Parti'nin arkasından çekilerek onu (dindar Türkleri) bir eşiğe doğru itiyor ve kendiniz de (dindar Kürtler) bir eşiğe doğru itiliyorsunuz. Bu ülkenin dindarları, üzerlerindeki tüm kemalist etkiye, milliyetçi tortuya rağmen Kur'an'da varolmasıyla iman ettikleri kardeşlik adına birleşip ülkeyi mi değiştirecekler? Yoksa şu İslamcı, şu Nurcu, bu şucu, ötekisi Kürt, berikisi Türk... muhabbetiyle ömür tüketip bir arpa boyu mesafe almamayı mı seçecekler?

Daha bir yıl önce ülkeyi dönüştürmekten söz eden bizler, şimdi hükümet kuramayan bir meclisle karşı karşıyayız. Seçimin ilk günü "AK Parti ile MHP kursun. Onlar faşistlikle birbirine yakışırlar..." yazan arkadaşlarımı, bugün, "Eğer MHP'yle koalisyon kurarlarsa, bu barış sürecinin son olur!" yazarken görüyorum. Ve bir anlam da veremiyorum. Kürt siyaseti, kendisine uzanan eli 'şefkatli' olduğu için kırdıktan; sonra da nisbet yapar gibi milliyetçi/seküler ellere 'İçinize almasanız da olur; siz kurun, biz dışarıdan destek bile oluruz' dedikten sonra, ne olmasını bekliyordu? Uzattığı eli kırılan, size gelen yolları da suratına suratına "Onunla koalisyon yapmam!" diye kapattığınız adamlar nereye gideceklerdi? Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Kürt siyasetindeki kırılma: Irkçı/seküler Türklerden, dindar Türklere/Kürtlere doğru kayan öfke

Kavmim ve Türkiye'ye katacakları adına büyük umutlarım vardı. Gerçi hâlâ var. Fakat üzerine, kısa bir süreliğine, 'kavmiyetçilik' sisi indi. Eğer inmeseydi, Türkiye'yi değiştirmek ve geleceğe taşımak isteyen Türk kardeşleriyle elele vererek büyük şeyler başarabileceklerini umuyordum. Yine de başarabilirler. Yanlışın ömrü kısadır. Yanlış, kainatın hilkatinde câri olan kanunlara ve fıtrata uygun gitmediğinden, önce önünü hilkat, fıtrat ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'bir fıtrat-ı zişuur' olan vicdan keser. Bunun da önünü keseceğini umuyorum.

Türkiye'nin Kürtlere ve onların sorularına/taleplerine ihtiyacı var. "Mümin müminin aynasıdır..." buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu aynalık müminler mabeyninde olduğu gibi kavimler mabeyninde de neden olmasın? Türkler 'milliyetçilik/kavmiyetçilik' çamuruna düşmekle kendilerine ve bu topraklara ettikleri kötülükleri neden Kürt kardeşlerinin merhametli ihtarlarıyla gideremesinler? Neden o aynada kendilerini seyredip; "Bunlar bizim kardeşlerimiz. Eğer kurduğumuz düzende onlara kimliklerini yaşama hürriyeti vermiyorsak, biz de bir yanlış var demektir. Düzelmeliyiz!" demesinler? Nitekim 'barış süreci' bundan ötede neydi ki? Türklerin Kürt, Kürtlerin Türk aynasında duruşlarını seyrederek ona bir çekidüzen verme girişimleri...

Fakat imtihan sadece Türklerin üzerinde değil. Bu dünyada yaşayan her insan ve her kavim kendince bir imtihana tâbi oluyor. Birisinin düştüğü tuzağa ötekinin düşmemesi diye bir garanti de yok, korunmuşluk da. "Ama önce o başlattı!" tarzı çocuksu şikayetlerin ise kavganın zararını gideren hiçbir tesellisi yok. Kavga yıkacağını yine yıkıyor. "Ama önce o başlattı!" demekle senin yaptığın sadece "Beraber yıktık ortalığı!" ifadesini farklı şekilde söylemek oluyor. Bu nedenle 'tepkisel milliyetçilik' denen şeyin meşruiyetini savunanların çocuktan farkı yok gözümde. Nihayetinde sen de bir haksızlık yapıyorsun. Önce o başlatmış olsa da iki fil boğuştuğunda çimler aynı derecede eziliyor. Milliyetçiliğin şe'ni olan 'boğuşmak' baki kalıyor. Milliyetçi olmadan millet, kavmiyetçi olmadan kavim olabilmenin çaresi yok mu? İslam bizi neye çağırıyordu, unuttuk mu? Din olarak İslam'dan, duruş olarak 'ümmet'ten razı gelmeyenden Allah neden razı gelsin?

Böylesine dünya münakaşası ahireti ve Allah'ı ötelediğimizin de bir delili. Milliyetçilik istediği giysiyi giysin, istediği kavmin ismine/cismine bürünsün, dibine kadar seküler bir uğraştır. Milliyetçilik hastalığına müptela olanlar, istedikleri kadar aksini söylesinler, zamanla dünyevileşirler. Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar anlamında söylemiyorum; ama 'ahireti daha az hesaba kattıkları' noktasında kesin bir kanaatim var.

Bu saikle süren siyasi tartışmalara ve geceden gündüze gündemimizi işgal eden meselelere bakın. Sonra dönüp onlara bakışımıza bakın. Ahiret neresinde? Allah neresinde? Bu yönüyle kanaatim şu ki: Sekülerleşmenin ilk alameti Allah'ı inkar falan değildir. Hatta ibadetleri yapmayış, terkediş falan bile değildir. Sekülerleşmenin ilk alameti 'Ahiret ve Allah yokmuş gibi' dünyaya bakmaktır. Sorulduğunda söylememek değil, sorulmadığında hatırlamamaktır. Sürekli dünyayı konuşmak, ama dünyayı hodbince, sadece onunla açıklayarak konuşmak; dışında 'gayba iman etmiş' bir arayışa/umuşa sahip olmamaktır.

Dindar Kürtlerin veya Türklerin büyük bir kısmı bunun farkında olmasa da, milliyetçilik kanımıza karıştıkça ahiret hayatımızdan uzaklaşıyor. Allah'ı ve esmasını daha az hesaba katıyor; onun rahmetini, hikmetini, adaletini daha az görür oluyoruz. Çünkü ahiret bir panzehir gibi bizdeki seküler damarlara neşter çalıyor. Ahireti ve Allah'ı hesaba katarak dünyaya bakan bir insan için milliyetçilik nasıl bir anlam sahibi olabilir? Herşeyi Allah'ın yarattığını ve ölenlerin 'annenin çocuğundan, babanın evladından kaçacağı bir günde' tekrar dirileceğini bilmek; orada buradaki her fiilin hangi kavimden olduğunuza bakılmaksızın değerlendirileceğinden haberdar olmak; bazı şeyleri bu dünyada daha farklı yapmaya mecbur olmak demektir.

"Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur."

Öteki tarafla açıklamaya başladığın anda olayların rengi değişir. Kürt gözüne o kadar da Kürt, Türk gözüne o kadar da Türk görünmemeye başlar. Nihayetinde ahiret günü bütün bunların hiçbir anlamı kalmayacaktır. Kur'an ve sünnet size bunu söylemektedir. Onlara kulağınızı kapamadan nasıl bu kadar seküler ve milliyetçi olabilirsiniz?

Şimdi Demirtaş'lı HDP, Türklerin yaşayıp zehrini tattığı/yandığı şeylerin tamamını Kürtlere de yaşatıyor. Dikkatinizi çekti mi bilmem, Kürt siyasetinde büyük bir kırılma yaşanıyor şu an. Kürtler, hatta en milliyetçileri bile, dindar Türklere karşı diğer Türklere karşı kullandıkları dili kullanmazlardı. İslam'ın hatırlattığı bir 'kardeşlik' dindar insanların suretlerinde ve izlerinde daha çok göründüğü için, onlara karşı kullandıkları dilde daha ölçülü/dikkatli olurlardı. Aynısı Türkler için de geçerli.

En kavmiyetçi Türk bile dindar bir Kürde karşı hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Yine bunun yüzden ve gözden okunan bir kardeşlik ihtarıyla ilgisi vardı. Fakat bugün Demirtaş'lı HDP 'dindar Türk düşmanlığı' ekiyor. Ve yine tersi bir şekilde seküler Türklerle bir kardeşlik arayışı içinde. Husumet noktasını milliyetçilikten dindarlığa kaydırıyor sinsice. Ne Erdoğan'a ne AK Parti'ye göstermediği anlayışı MHP'ye ve CHP'ye gösteriyor. Ülkücülere ve ulusalcılara dair beslediği umudu İslamcı veya ittihad-ı İslam taraftarı müslümanlardan esirgiyor. Bu, Kürt siyaseti açısından çok farklı bir konum tanımlaması. Şeyh Said'in (k.s.) durduğu yerin neredeyse tam tersi bir nokta. Ve bu dilin Kürtler içinde alıcısı da var maalesef. Ümmet dediğiniz anda küfür duymuş gibi ağzından kem sözler dökülen, İslam kardeşliğini hatırlattığınız anda "Kur'an bizi esir almaya mı inmiş?" diye size atar yapan bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz twitter'da, facebook'ta.

Farkettiğim şu: Müfid Yüksel Hoca endişelerinde tastamam haklı. İslam, Kürdistan'ı kaybediyor. Bu süreç nasıl başladı, neden beslendi ve nasıl giderilir? Bunlar ayrıca tartışılmalı. Fakat ben gözümünde önünde gerçekleşen dönüşümü görüyorum. Özellikle Kürt gençlerinin kalbini işgal eden, "Bizi din geri bıraktı. Yoksa şimdiye kadar çoktan devletimiz olmuştu!" cümlesini duyar gibi oluyorum. Belki bunu açıktan söylemiyor. Ama dinî hangi argüman hatırlatılsa, birikmiş bir kini boşaltır gibi cevap verişlerinden ve İslam'la ilişkili ifadelerde sahip oldukları alaycılıktan sezinleyebiliyorsunuz. Bu öfkenin, en azından bir kısmında, doğrudan dine yönelmesi yakındır. Her milliyetçilik/kavmiyetçilik bizi giderek sekülerleştiriyor çünkü. Daha çok dünya konuşuyoruz. Daha çok dünyayla meşgul oluyoruz. O da bizi, gayrimeşru sevgimizden dolayı mahvediyor.

Kürtlerden umutluyum. Allah'ın İslam'la böylesine mezcettiği bir kavmi sosyalist ve seküler ellerde heba etmeyeceğini umut ediyorum. Türkiye'ye kattıkları ve katabilecekleri çok şey var. Türkleri ve Türkiye'yi milliyetçilik hastalığından kurtarmak onların elinde. Duruşlarıyla ve sorgulamalarıyla bu ülkeyi kemalizmin kalan tortularından kurtarabilir, iyileştirebilirler. Ve yine Türkiye'yi ve bir kısım Türkleri, kemalizmin endoktirinasyonu yüzünden unuttukları ümmet çizgisine çağırabilirler.

Fakat heyhat! Kürt siyaseti şimdi bir bataklığa saplandı. Mesele dindar Türkler olunca sıkılı yumruklarla dolaşmayı, kavga etmeyi, uzlaşmamayı; el uzatmaktan/sıkmaktan daha keyifli buluyor. Sekülerlerle Türkçe günaydınlaşmayı, dindarlarla Arapça selamlaşmaya tercih ediyor. (Sandıktan çıkan sonuçlar da bir nebze bu kaymanın delili.) Diline baksanız hümanist bir insan sevgisi, halkların kardeşliği; fakat ettiğine baksanız Türklerde dindarlığı/kardeşliği çağrıştıran herşeye bir öfke, kemalistler gibi bir hınç. Allah sonumuzu hayretsin. Allah, İslam'ın bu bahadır/necip oğlunu yine İslam'a bağışlasın. İttihad-ı İslam başlayacaksa, yine bu topraklardan başlayacak. Eğer biz Türkler ve Kürtler olarak Anadolu'da başarabilirsek bunu, İslam coğrafyası da başarır. Biz başaramazsak, kimi inandırabiliriz ki kardeşliğe?

10 Haziran 2014 Salı

Bir tahrik aracı olarak: bayrak

Bediüzzaman Hazretleri, Yasin sûresinde geçen "Biz peygambere şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da!" ayetini, 13. Söz'de tefsir ederken şöyle der: "Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir." 25. Söz'de, aynı ayetin izahına bir ilave yapar: "Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnîdir." Külliyatın içinde başka bölümlerde de, bu ayetin penceresinden, şiir ve Kur'an ayetlerinin kıyaslandığı yerler bulunmaktadır:

"Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de ayetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir."

Nereden alıntı yaparsak yapalım, hakikat mesleğince sınandığında, şiirde birçok nakiseler bulunabildiği muhakkaktır. Belki de bu yüzden Fuzulî, meşhur gazellerinden birisini şu mısra ile bitirmiştir: "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Ben, şiir konusunda tereddütle hareket etmeyi ise Arif Nihat Asya'dan öğrendim. Onun öğretmesiyle değil ama, ondan ibret alarak. Hem de meşhur Bayrak şiirinden. Gerçi ona varmadan evvel, sabık düzende, Atatürk'e yazılmış pekçok mizanı şaşmış metin bulunabilir. Fakat ben, Arif Nihat Asya'nın, biraz da muhafazakâr kesime tatlı gelen bir isim olduğu için, bu yazıda dikkat çekilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum. Şiirinde takıldığım bölüme gelirsem: "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım." Görüldüğü üzere Arif Nihat Asya, bayrağına duyduğu şiddet-i muhabbetten, ağyara dönük şiddet-i husumete varmıştır bu mısralarda. Hatta öyle bir husumet büyümüştür ki içinde; bayrak için, günahsız kuşlara bile saldırmayı düşünmektedir artık.

İş şiirde kalsa iyi. Bu Bayrak şiirinin başka bir fonksiyonu daha var. Ne vakit bu ülkede bayrak eksenli bir gerilim yaşansa, hemen paylaşım sitelerinde, duvarlarda, okullarda, her yerlerde bu şiiri görmeye başlarsınız. Herkes bayrağına kendi gözüyle bakmayanın mezarını kazmaya, selam çakmayan kuşun dahi yuvasını bozmaya azmetmiş halde Asya virdini tekrar etmeye başlar. İyi de, bir mümin olarak sormak gerekir, acaba bu şiddetli bayrak muhabbetinin Kur'an'da yeri var mıdır? Hem de âlem-i İslam'ın dahi parça parça olduğu, ulus-devletlere döndüğü bir çağda? Bir bayrağın bin bayrak olduğu zamanlarda? "Vatan sevgisi imandandır" hadisi(!) gibi bu da mı şimdiki ulus-devlet/milliyetçi algılar ekseninde okunmalıdır? 14 asır evvel olmayan şeyler ekseninde yani?

Neyse, İslamî sorgulamayı şimdilik bir kenara bırakalım. Bu bayrak olayının enteresan başka yanları da var. Bizde bayrak, bir huzur vesilesinden ziyade, bir baskılama aracı olarak kullanılır. Örneğin; resmi bayram günlerinde (halk otobüslerinde bile) bayrak takma mecburiyeti vardır. Daha gergin zamanlarda, eğer takmazsanız, size cezayı halk bile uygulayabilir. Bunun bir benzerini, Clint Easwood'un yönetmenliği yaptığı Iwo Jima’dan Mektuplar filminde görmüştüm. Orada da, II. Dünya Savaşı sırasında, Japon komutanlarının, bayrak konusunda halka uyguladıkları baskıyı anlatan sahneler vardı. Demek bu ağır bayrak sembolizmi, daha doğrusu bayrağın bu denli kutsallaştırılması, biraz da asker kökenli rejim sahibi olmak ile ilgili. Ki, eğer ilgili yasa değişmediyse, Türk bayrağı yapma yetkisi bile askerî kurumlardan alınacak izne tâbiydi. Lisedeki Milli Güvenlik derslerimden böyle birşey öğrendiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Markar Esayan'ın Şimdinin Dar Odası isimli roman çalışmasını okuyanlar, 6-7 Eylül olayları sırasında elleri bayraklı eşkıyaların nasıl Ermenilerin/Rumların evlerini, dükkanları basıp oraları yağmaladıklarını anımsarlar. O günlerde herkes evinin penceresine bayrak asmak zorundadır. Hatta gayrimüslim komşularını korumaya çalışan müslümanlar da ellerine birer bayrak alıp onların evlerinin kapısında beklerler. Demek isterler ki: "Burası bir müslüman evi, burayı basmayın." Bundan yıllar önce, Eskişehir Hapsindeyken, Bediüzzaman Said Nursî de böylesi bir bayrak tahrikine maruz kalır. Cezaevi müdürü, onun Kürt kimliği ve rejimle sorunlu duruşu nedeniyle, izzetini tahrik edebilmek için koğuşunun penceresine kocaman bir bayrak astırır. Bediüzzaman'ın bu olaya tepkisi, hiç beklediği gibi çıkmaz:

"Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: 'Bu kahraman hoca bize lâzımdır.' Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır."

Zaman geçer, bayrağın fonksiyonu değişmez. Bazen Ermeni okullarının üzerinde, normalde diğer okullarda rastlanmayan bir vurguyla önplana çıkarılmış görürsünüz onu. Bazen de devlete yönelik eleştirisi olduğu düşünülen toplulukların mümkün mertebe gözlerine batacak yerlere asılıyken. (Dindar, Kürt, gayrimüslim veya Liberal.) Hatta, sosyalmedyayı kullananlar hatırlayacaktır, Van'a gönderilen yardımların içine bile bayrak konması mevzubahis olmuştur. Maksatsa, Kürtlere, deprem vesilesiyle vatan sevgisini öğretmek gibidir. Fakat asıl maksat, geçmişte Kürt kimliğine sahip bazı kesimlerin bayrağa karşı gösterdikleri edepsizliğin hesabının sorulması, en azından buna bir gönderme yapılmasıdır.

Aslında PKK/BDP/KCK çizgisinde, yıllardır çeşitli vesilelerle bayrağa karşı gösterilen saygısızlık (yere düşürülmesi, Nevruz'da çocukların çiğnemesi, yakılması veya en son olayda olduğu gibi gönderden indirilmesi) çok kötü bir milliyetçilik taklididir. Arkasındaki kafa aynıdır: Türk milliyetçileri bunu her yere bayrak asarak yaparlar, Kürt milliyetçileri de bayrağı indirerek. Aslında her iki davranış şekli de birbirinin amacını doğrular şekilde gelişmiştir. (Hatta bir kısım İslamcı eylemlerinde Amerika veya İsrail bayrağı yakılması da buna dahil edilebilir.)

Sanıyorum bu noktada Kürtlerin de, bu kısırdöngüden kurtulmak için, Bediüzzaman'ın yolunu izlemeleri gerekiyor. Onun rejime uymak veya herşeyini reddetmek arasında bırakıldığı seçimde, bu seçime razı olmayıp üçüncü bir yol bulması; yani bayrağı sahiplenip kusurlarıyla rejimi reddetmesi, bence Kürtler için de genel bir davranış modeli olabilir. Ancak bu noktada Türklerin de artık bayrağı karşı tarafın damarına basma aracı olarak kullanmaması lazım. Bu vatanı hep beraber kurduysak bayrak hepimizin. Fakat şu da var: Hangi bayrak bir insan hayatından daha kıymetli olabilir? Devletler, sistemler, bayraklar insan içindir. İnsanlar onlar için değil. Eşref-i mahluk olan insandır, bayrak değil. Fabrika ayarlarımıza dönmek için meselelere daha sık Kur'an ekseninde bakmamız gerek.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Kürt alınganlığı: Bediüzzaman’ın seyyidliği üzerine...

Bundan birkaç ay önce bana deselerdi ki: “Bediüzzaman’ın seyyidliği belgelerle ispatlanacak ve bunun üzerine cemaatin içinde büyük tartışmalar çıkacak!” Ölsem inanmazdım. Bırakınız tartışma çıkmasını, bunun “Biz zaten hep söylüyorduk!” tarzında yadırganmamasını beklerdim. Ama geldiğimiz noktada durum ne oldu? Tam tersi oldu. Neden? Bence cevabı belli: Sürecin doğru yönetilememesinden. Eğer süreç doğru yönetilseydi, hiç bunları konuşmadan hayata dönebilirdik. Birbirimizi tebrik edip Bediüzzaman’ın mevcut tarihçelerine bu belgeleri ekleyebilirdik.

Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:

Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.

İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. (Ben de dahil.) Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.

Müfit Yüksel Hoca’nın Yenişafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklanığı düşünülebilir mi?

Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.

Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”

Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.

Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...