Öfke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öfke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2018 Perşembe

Öfke bir kaçıştır

İnsana öfke neden verilmiş? Sadece kendisini savunması için mi? Bu cevap bir noktaya kadar tatmin ediyor beni. Fakat ancak bir noktaya kadar. Çünkü insanın gerçekten öfkeyi hikmetli bulduğu çok az yer var. Dışımıza karşı kendimizi savunurken bile, öfke, çoğu zaman daha büyük yıkımların nedeni oluyor. Onu yutmak çözüme daha fazla yaklaştırıyor. Onu aşamamak güzel sonuçlardan uzaklaştırıyor. Hem aşırıya kaçmaya da yatkın birşey şu öfke. Dışarıya doğru ipleri koyverildiğinde nerede duracağı kestirilemez. Hem bizi dişler hem dışımızdakini. Hem bizi yaralar hem dışımızdakini. Saldırgandır ama sâdık değildir. Bir kere komut verilince sahibini dahi tanımayan bir köpektir.

Peki bu araba, ilk bakışta göründüğü gibi, frensiz mi yaratıldı? Hayır. Böyle olduğunu düşünmüyorum. İçimizdeki herşeyi dengelerle yaratan Allah öfkeyi de mutlaka bir denge içinde yarattı. Yani kafesiyle birlikte yarattı. Duvarıyla birlikte yarattı. Sınırlarıyla birlikte yarattı. Dengeleyicisiyle birlikte yarattı. Her hastalığın bir şifası olduğu gibi bu ifratın da içimize konulmuş bir devası vardı. Fakat bu deva onu ancak 'öncesinde kullanıldığı zamanlar' kontrol altına alabiliyordu. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Öfkenin şifası öncesindeki merhamettir. Merhamet ettiğiniz şeye öfkelendiğinizde ancak öfkenizi kontrol edebiliyorsunuz. Eğer öfkenin öncesinde, öfke duyulan şeye karşı bir şefkat yoksa, o zaman öfkenin etkileri ölümcül olabiliyor. Aksine, daha öncesinde o şeye karşı kalbinizi şefkatlendirmişseniz, o şefkat öfkenin gadrini eksiltiyor. Annenin evladına elini kaldırıp vuramadan indirmesine benziyor.

Yani demem o ki: Kalbimize herşeye karşı konulan şefkat aslında onların üzerine sürülen güneş kremine benziyor. Bu krem sayesinde ancak başkaca duygularımızdan gelecek zararlardan korunulabiliyor. Ebeveyne bu duygunun fazlaca verilmesi de koruması gereken canlıya karşı daha dikkatli olabilmesi için. Narinlik ne kadar ona sürülen güneş kremi o kadar. Yavrucukların korunmaya duyduğu ihtiyaç onların daha çok şefkat edilesi yaratılmalarının sebebi.

Bence, Kur'an'da ve sünnette bize hatırlatılan aramızdaki bağlar, aslında bu şefkati duyulması gereken herkese/herşeye karşı diri tutma ihtarıdır. Hatta, bu açıdan bakıldığında, 'tevhid' öyle büyük bir hatırlatmadır ki, bir insanın kalbine girdiği zaman kainatın tamamı nazarında güneş kremiyle kaplanır. Mü'min kâfire dahi merhamet eder. Nasıl? Mü'minin kâfire merhameti ona yaptığı tebliğidir. Muhatabını cennete götürmek isteyen elbette ona karşı şefkatlidir.

Buradan şuraya gelelim: Öfkenin bize veriliş hikmetlerinden birisinin 'kendimize değiştirmek' amaçlı olduğunu düşünüyorum. Evet. Öfke, doğru bir şekilde, belki biraz da olduğumuz kötü şeyden pişmanlığa dönüşerek, bize yöneldiğinde bizi 'bir başkası' kılmaya başlıyor. Çok konuşma huyuna karşı öfke duyan bir insan yavaş yavaş daha az konuşuyor. Yalancılığına öfkelen birisi giderek dürüstlüğe yaklaşıyor. Hatta, zararlı birçok alışkanlığın terki de, müptelalarının içten içe o alışkanlığa karşı biriktirdiği öfke vasıtasıyla oluyor. (Tasavvufta 'nefs-i levvamme/kınayan nefis' denilen makam da bu belki.) Yani öfke, insanın içinde, onu değiştirebilir bir sihirli değnek olarak kullanılabiliyor.

Hem bunu destekler şöyle bir kanıtım da var: İnsan kendisine karşı ister-istemez şefkatlidir. Yani dışına karşı güneş kremi sürünmüş insanın içine karşı da süründüğü bir krem vardır. Bu kendisine karşı korunmuşluk, önce ve bizzat kendisine sevme hissi, bir çeşit şefkat tezahürü olarak da görünür. Cebinde kalan son parasıyla canının çektiği şeyi alır. Âdeta içindeki çocuğu gözetir. Bu nedenle insanın kendisine karşı duyduğu öfkenin onda ifrata neden olması da zordur. "İmkansızdır!" demek yanlış olur. Kendisine karşı duyduğu öfkeyle nefsini mahvedenler de vardır. Fakat fıtrî şefkatimiz bu riskin oranını epey azaltır. Belki insanın nefsine bu denli prim vermesinin asıl sebebi de ona karşı doğuştan şefkatli yaratılmasıdır. Tıpkı annenin yavrusuna şefkatli yaratılması gibi.

Bir delilim daha var. O da şu izlenimim: İçinde değişmesi gereken şeyler olduğuna dair bir bilinç sahibi olanlar, dışarıya karşı bunu ne kadar gizlerlerse gizlesinler, öfkeleriyle rahatsızlıklarını belli ediyorlar. İçine öfkelenmeyi başaramayanlar dışarıya öfke duyuyorlar. Nefsini suçlayamayanlar dünyayı suçluyorlar. Yani bu öfke bir şekilde ortaya çıkıyor. Ancak muhatabın ahlakına uygun şekilde mümkün bir delikten fırlıyor. Bazen bir canavar, yoktan yere yüz kişinin katili de olsa, kendisini bu hale getirdiği için dünyaya saydırıyor.

En nihayet demem o ki: Öfkeli insanlara daha yakından bakın. Size gösterdikleri şeyin adresi muhtemelen başka bir yerdir. Dışarıya karşı öfkeleri içlerindeki pişmanlığa karşı bir duvardır. Korunmadır. İçerideki yüzleşmeden bir kaçıştır. Bu noktada İslam'ın insanı özeleştiri noktasında yüksek bir bilince çağırışı/çağırması, bir açıdan da, dışını (bizzat kendi dışını da) ondan gelecek zararlardan koruma çabasıdır.

Hadis-i şerifin haber verdiği şekilde 'en büyük pehlivan'lar olabilmenin sırrı burada yatıyor belki de. Hem ayet-i kerimenin “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir!” demesinin bir hikmeti de buradan anlaşılıyor. Biz öfkeyi yoketmiyoruz. Biz onu yutuyoruz. İçimizde layık olduğu yerde savaşını vermesi için yutuyoruz. Anlamlandırıp içimize yolluyoruz. Bu bir kendinle güreşmektir. Kendisini yenenden daha büyük pehlivan olabilir mi?

Şimdi, isterim ki, mürşidimin şu nasihatini, bir 'yutma egzersizi' olarak da oku arkadaşım: "Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun."

11 Mayıs 2017 Perşembe

Gecelerden korkmadan yürü!

Rahmetli babamdan miras kalan şöyle bir huyum var: Sinirlendiğim zaman ne diyeceğimi şaşırıyorum. Dilim sürçmeye başlıyor. Cümleler beynimde o kadar hızlanıyor ki, dilim, akışı yönetmekte zorlanıyor. Bu nedenle, öfkelendiğim zamanlarda bulunduğum mekanı terketmeyi, kendimle kalabilmeyi, kaçmayı seviyorum. Kimileri vardır, öfkelerini böyle değil de, sürekli bir söylenmeyle tüketirler. Öfkelendikleri insanları zehirleyerek tüketirler. Ben böyle olmak istemiyorum. Kendimi ve kimseyi zehirlemek arzu etmiyorum. Öfkelendiğimde beni öyle yıpratıyor ki, en faydalı şey, onu hemen ardımda bırakmak gibi geliyor. "Kalbimdeki izleri de hemen silinir..." demeyeceğim. Çünkü küsme huyum var. Ancak küsmekle ilgili şöyle birşeyi de keşfettim kendimde: Aynı davranışla canımı tekrar be tekrar yakanlara karşı küsüyorum ben. İlk seferde, tek kerede, bir kusurla küsücülerden değilim. Elhamdülillah.

Bir de yürümek... Küçükken, gündüz olsun-akşam olsun, çok sinirlendiğim zamanlarda kapıyı vurup çıkardım evden. (Babam bunu kapıyı vurmadan yapardı.) Normalde dışarı çıkmaya korkacağım saatler, ki küçük ilçelerin İstanbul gibi aydınlatmaları da yoktur, o öfkeyle dolaşabildiğim zamanlara dönüşürdü. Kimi zaman, maruz kaldığım düşünceler eşliğinde o kadar dalgınlaşırdım ki, ilçenin çıkışına yaklaştığımı farketmezdim. Bu, öfkem geçinceye, ruhum dinginleşinceye kadar sürerdi. Öfkem geçmeye başlayınca bu sefer korkular hücum ederdi. Başıboş köpeklerin sesleri daha çok dikkatimi çekerdi. Karanlıktaki şekiller vehmimle büyürdü. En nihayet kuzu kuzu eve dönerdim. Bazen evdekiler yokluğumun uzunluğundan dolayı endişelenip aramaya çıkarlardı. Bir keresinde de babamın beni bulduğunu hatırlıyorum.

Yürümenin tedavi ediciliğini ilk o zaman farkettim. Bugün de üzerimdeki etkileri çok değişmiş değil. Eskisi kadar öfkeye kapılmıyorum. Ona bile yoruldum. Fakat daraldığım zamanlarda kendimi sokağa atarım. Düz ve kesintisiz yolları tercih ederim. En az bir saat yürümem gerekir kafamdaki dumanın dağılması için. Yürüdükçe iyileşirim. Taşlar yerine oturur. Şifa bulurum.

Bazen de, öfkesiz-daralmasız, kafamdaki konuları/cümleleri düzenlemek için yürümeyi tercih ederim. Nasıl olduğunu bilemem, ama yürürken, hem yeni yazı konuları keşfederim, hem de hakkında yazmak istediğim herhangi bir konu hakkında takip edeceğim yol belirginleşir. Dışımda aldığım mesafe içimde de alınır. Böyle zamanlarda, takdir edeceğiniz üzere, arkadaşla yürümeyi sevmem. Yolda bir arkadaşıma rastlasam huzursuz olurum. Eğer o beni farketmemişse görmezden gelirim. Arkadaş huzurumu böler. Mümkünse kendimi bile unutmam gerekirken yanımda ilgilenilecek başka detaylar taşıyamam. Bu iş böyle yürür.

İsra ve Miraç mucizelerinin yaşanmasının evvelinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın birçok sıkıntı yaşadığı malumdur. Ambargo yılları, hüzün senesi, Taif'te taşlanması... Canımız ona kurban olsun. Böylesi bir dizi gönül kırıklığının ardından gelir İsra ve Miraç. Miracı hepimiz biliyoruz zaten. Peki 'İsra' nedir? İsra, ismini bir sûreye de veren, 'gece yürüyüşü'dür. Miracın öncesinde yaşanan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Mescid-i Aksa'ya yürütülmesidir. Ebubekir Sifil Hoca'nın konuyla ilgili yazılarında okuduklarım hatırımda doğru kaldıysa: Miracın inkârı bid'a'dır. İsra'nın inkârı ise küfürdür. Çünkü İsra hakkında Kur'an'da açık ayet yeralmaktadır: "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."

'Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...' Ayet-i kerimedeki bu ifade, yürümekle aramdaki hukuku düşününce, yüreğimi bir başka ısıtıyor. Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın Mirac-ı Ekber'i, bize, "Namaz mü'minin miracıdır!" hadisinin de haber verdiği gibi, küçüğünün küçüğü sûretlerde lütfediliyor; galiba İsra'sı da böyle lütfediliyor. Yürüdüğümüz zamanlarda biz de içimizdeki/dışımızdaki bazı ayetleri müşahade ediyoruz. Daha zengin farkındalıklara ulaşıyoruz. Resmin bütünü daha bir kendini gösteriyor. Görünenin artması insanı parçalarda boğulmaktan kurtarır. Cenneti fikre çağırmak ölümlerden sadır olan acılarımızı azaltır. Mükafatlarını düşünmek musibetlerden gelen elemi izale eder. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğinde olduğu gibi: Ameliyathane yazısını okuyan içeride kesilene üzülmez. Çünkü resmin bütünü ona söyler ki: Bu kesim 'öldürmek' için değil 'yaşatmak' içindir.

Hem yürümek bizi daralmalarımızdan da kurtarıyor. Tebdil-i mekanda varolan ferahlığı hızlı bir şekilde yaşamış oluyoruz. Her adımda değişen mekanlar. Her mekanda yeni bir ben. Bu değişimler içinde dargınlığımızı bize hatırlatan veya bir anlamda o daralmanın bizimle beraber şahidi olan 'şey'ler de gerimizde kalıyor. Hatırlatıcılar azalırsa hatırlananlar da azalır. Hisler ayakta kalabilmek için sürekli bir tahrike muhtaçtırlar. Yoksa sönerler. Hem de çabuk sönerler. Yürümek de içimizdeki kem hislerin ölmesini sağlıyor. Çünkü uzaklaşıyoruz. O gerilimi yaşadığımız mekandan uzaklaşıyoruz. O nefretin doğduğu şartlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın nasihatiyle ruhumuz da böyle hissediyor. Arkada bıraktığımız hissi kem duygularımızın diriliğini öldürüyor.

Paul Auster Kış Günlüğü'nde diyor ki: "Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriyle, sonra öbür ayak ileriye, kalbin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir..." Mustafa Ulusoy da Aynalar Koridorunda Aşk'ta Kierkegaard'ın bir mektubunda şöyle yazdığını aktarıyordu: "Herşey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme; ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir cansıkıcı düşünce bilmiyorum." Başka bir mektubunda ise şöyle diyordu Kierkegaard: "Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece, herşeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum." Nietzsche Ağladığında'da ise Irvin D. Yalom Nietzsche'nin dilinden şunları aktarır: "Yazı yazarım, düşünürüm ve arasıra, gözlerim izin verirse, azıcık kitap okurum. Kendimi iyi hissedersem bazen saatlerce yürürüm. Yürürken birşeyler karalarım. En iyi düşüncelerim, en verimli çalışmalarım, bu yürüyüşlerde ortaya çıkar."

Hangi düşünürün hayatına bakılsa 'yürümek'le ilgili bir özel hukuku göze çarpar. Bediüzzaman'ın hatıralarına aşina olan bizler için de onun yürüyüşleri meşhurdur. Tepelere tırmanışı, kırlara çıkışı, yürümekte zorlandığı yaşlarda bile bu âdetini başka şekillerde sürdürmeye devam edişi... Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman'da, daha küçük bir çocukken, abisiyle kavga ettikten sonra, gündüzleri dahi korkuyla yürünen bir yeri gece geçtiği anlatılır. Rusya'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönüşü de çok uzun bir yürüyüşle olmuştur.

Sanıyorum, hiçbirimiz, Aleyhissalatuvesselamdan miras kalan bu 'İsra'dan kaçamıyoruz. Hepimizin hayatında onun kudsî yolculuğunun izdüşümleri var. Hem bu izdüşümleri irademizle aramalıyız belki de. Ayet-i kerime Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zımmında bizimle de konuşuyor. Dikkat kulağıyla dinleyince sanki diyor: Kendi 'hüzün yılları'ndan, ambargolarından, taşlanmalarından şifa bulmak istiyorsan, yürü. Allah'ın ayetlerinin daha fazlasını görmek ve daha büyük bir resme bakarak rahatlamak istiyorsan, yürü. Yürü ki, içinde de bir yerlere varasın, sen de kendi yaralarından şifa bulasın. İsra'sı olmayanın Mirac'ı da olmaz. Yürü. Gecelerden korkmadan yürü.

24 Mart 2017 Cuma

Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak

Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.

"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.

Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:

"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."

Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.

Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?

Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Kürt siyasetindeki kırılma: Irkçı/seküler Türklerden, dindar Türklere/Kürtlere doğru kayan öfke

Kavmim ve Türkiye'ye katacakları adına büyük umutlarım vardı. Gerçi hâlâ var. Fakat üzerine, kısa bir süreliğine, 'kavmiyetçilik' sisi indi. Eğer inmeseydi, Türkiye'yi değiştirmek ve geleceğe taşımak isteyen Türk kardeşleriyle elele vererek büyük şeyler başarabileceklerini umuyordum. Yine de başarabilirler. Yanlışın ömrü kısadır. Yanlış, kainatın hilkatinde câri olan kanunlara ve fıtrata uygun gitmediğinden, önce önünü hilkat, fıtrat ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'bir fıtrat-ı zişuur' olan vicdan keser. Bunun da önünü keseceğini umuyorum.

Türkiye'nin Kürtlere ve onların sorularına/taleplerine ihtiyacı var. "Mümin müminin aynasıdır..." buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu aynalık müminler mabeyninde olduğu gibi kavimler mabeyninde de neden olmasın? Türkler 'milliyetçilik/kavmiyetçilik' çamuruna düşmekle kendilerine ve bu topraklara ettikleri kötülükleri neden Kürt kardeşlerinin merhametli ihtarlarıyla gideremesinler? Neden o aynada kendilerini seyredip; "Bunlar bizim kardeşlerimiz. Eğer kurduğumuz düzende onlara kimliklerini yaşama hürriyeti vermiyorsak, biz de bir yanlış var demektir. Düzelmeliyiz!" demesinler? Nitekim 'barış süreci' bundan ötede neydi ki? Türklerin Kürt, Kürtlerin Türk aynasında duruşlarını seyrederek ona bir çekidüzen verme girişimleri...

Fakat imtihan sadece Türklerin üzerinde değil. Bu dünyada yaşayan her insan ve her kavim kendince bir imtihana tâbi oluyor. Birisinin düştüğü tuzağa ötekinin düşmemesi diye bir garanti de yok, korunmuşluk da. "Ama önce o başlattı!" tarzı çocuksu şikayetlerin ise kavganın zararını gideren hiçbir tesellisi yok. Kavga yıkacağını yine yıkıyor. "Ama önce o başlattı!" demekle senin yaptığın sadece "Beraber yıktık ortalığı!" ifadesini farklı şekilde söylemek oluyor. Bu nedenle 'tepkisel milliyetçilik' denen şeyin meşruiyetini savunanların çocuktan farkı yok gözümde. Nihayetinde sen de bir haksızlık yapıyorsun. Önce o başlatmış olsa da iki fil boğuştuğunda çimler aynı derecede eziliyor. Milliyetçiliğin şe'ni olan 'boğuşmak' baki kalıyor. Milliyetçi olmadan millet, kavmiyetçi olmadan kavim olabilmenin çaresi yok mu? İslam bizi neye çağırıyordu, unuttuk mu? Din olarak İslam'dan, duruş olarak 'ümmet'ten razı gelmeyenden Allah neden razı gelsin?

Böylesine dünya münakaşası ahireti ve Allah'ı ötelediğimizin de bir delili. Milliyetçilik istediği giysiyi giysin, istediği kavmin ismine/cismine bürünsün, dibine kadar seküler bir uğraştır. Milliyetçilik hastalığına müptela olanlar, istedikleri kadar aksini söylesinler, zamanla dünyevileşirler. Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar anlamında söylemiyorum; ama 'ahireti daha az hesaba kattıkları' noktasında kesin bir kanaatim var.

Bu saikle süren siyasi tartışmalara ve geceden gündüze gündemimizi işgal eden meselelere bakın. Sonra dönüp onlara bakışımıza bakın. Ahiret neresinde? Allah neresinde? Bu yönüyle kanaatim şu ki: Sekülerleşmenin ilk alameti Allah'ı inkar falan değildir. Hatta ibadetleri yapmayış, terkediş falan bile değildir. Sekülerleşmenin ilk alameti 'Ahiret ve Allah yokmuş gibi' dünyaya bakmaktır. Sorulduğunda söylememek değil, sorulmadığında hatırlamamaktır. Sürekli dünyayı konuşmak, ama dünyayı hodbince, sadece onunla açıklayarak konuşmak; dışında 'gayba iman etmiş' bir arayışa/umuşa sahip olmamaktır.

Dindar Kürtlerin veya Türklerin büyük bir kısmı bunun farkında olmasa da, milliyetçilik kanımıza karıştıkça ahiret hayatımızdan uzaklaşıyor. Allah'ı ve esmasını daha az hesaba katıyor; onun rahmetini, hikmetini, adaletini daha az görür oluyoruz. Çünkü ahiret bir panzehir gibi bizdeki seküler damarlara neşter çalıyor. Ahireti ve Allah'ı hesaba katarak dünyaya bakan bir insan için milliyetçilik nasıl bir anlam sahibi olabilir? Herşeyi Allah'ın yarattığını ve ölenlerin 'annenin çocuğundan, babanın evladından kaçacağı bir günde' tekrar dirileceğini bilmek; orada buradaki her fiilin hangi kavimden olduğunuza bakılmaksızın değerlendirileceğinden haberdar olmak; bazı şeyleri bu dünyada daha farklı yapmaya mecbur olmak demektir.

"Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur."

Öteki tarafla açıklamaya başladığın anda olayların rengi değişir. Kürt gözüne o kadar da Kürt, Türk gözüne o kadar da Türk görünmemeye başlar. Nihayetinde ahiret günü bütün bunların hiçbir anlamı kalmayacaktır. Kur'an ve sünnet size bunu söylemektedir. Onlara kulağınızı kapamadan nasıl bu kadar seküler ve milliyetçi olabilirsiniz?

Şimdi Demirtaş'lı HDP, Türklerin yaşayıp zehrini tattığı/yandığı şeylerin tamamını Kürtlere de yaşatıyor. Dikkatinizi çekti mi bilmem, Kürt siyasetinde büyük bir kırılma yaşanıyor şu an. Kürtler, hatta en milliyetçileri bile, dindar Türklere karşı diğer Türklere karşı kullandıkları dili kullanmazlardı. İslam'ın hatırlattığı bir 'kardeşlik' dindar insanların suretlerinde ve izlerinde daha çok göründüğü için, onlara karşı kullandıkları dilde daha ölçülü/dikkatli olurlardı. Aynısı Türkler için de geçerli.

En kavmiyetçi Türk bile dindar bir Kürde karşı hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Yine bunun yüzden ve gözden okunan bir kardeşlik ihtarıyla ilgisi vardı. Fakat bugün Demirtaş'lı HDP 'dindar Türk düşmanlığı' ekiyor. Ve yine tersi bir şekilde seküler Türklerle bir kardeşlik arayışı içinde. Husumet noktasını milliyetçilikten dindarlığa kaydırıyor sinsice. Ne Erdoğan'a ne AK Parti'ye göstermediği anlayışı MHP'ye ve CHP'ye gösteriyor. Ülkücülere ve ulusalcılara dair beslediği umudu İslamcı veya ittihad-ı İslam taraftarı müslümanlardan esirgiyor. Bu, Kürt siyaseti açısından çok farklı bir konum tanımlaması. Şeyh Said'in (k.s.) durduğu yerin neredeyse tam tersi bir nokta. Ve bu dilin Kürtler içinde alıcısı da var maalesef. Ümmet dediğiniz anda küfür duymuş gibi ağzından kem sözler dökülen, İslam kardeşliğini hatırlattığınız anda "Kur'an bizi esir almaya mı inmiş?" diye size atar yapan bir sürü insanla karşılaşıyorsunuz twitter'da, facebook'ta.

Farkettiğim şu: Müfid Yüksel Hoca endişelerinde tastamam haklı. İslam, Kürdistan'ı kaybediyor. Bu süreç nasıl başladı, neden beslendi ve nasıl giderilir? Bunlar ayrıca tartışılmalı. Fakat ben gözümünde önünde gerçekleşen dönüşümü görüyorum. Özellikle Kürt gençlerinin kalbini işgal eden, "Bizi din geri bıraktı. Yoksa şimdiye kadar çoktan devletimiz olmuştu!" cümlesini duyar gibi oluyorum. Belki bunu açıktan söylemiyor. Ama dinî hangi argüman hatırlatılsa, birikmiş bir kini boşaltır gibi cevap verişlerinden ve İslam'la ilişkili ifadelerde sahip oldukları alaycılıktan sezinleyebiliyorsunuz. Bu öfkenin, en azından bir kısmında, doğrudan dine yönelmesi yakındır. Her milliyetçilik/kavmiyetçilik bizi giderek sekülerleştiriyor çünkü. Daha çok dünya konuşuyoruz. Daha çok dünyayla meşgul oluyoruz. O da bizi, gayrimeşru sevgimizden dolayı mahvediyor.

Kürtlerden umutluyum. Allah'ın İslam'la böylesine mezcettiği bir kavmi sosyalist ve seküler ellerde heba etmeyeceğini umut ediyorum. Türkiye'ye kattıkları ve katabilecekleri çok şey var. Türkleri ve Türkiye'yi milliyetçilik hastalığından kurtarmak onların elinde. Duruşlarıyla ve sorgulamalarıyla bu ülkeyi kemalizmin kalan tortularından kurtarabilir, iyileştirebilirler. Ve yine Türkiye'yi ve bir kısım Türkleri, kemalizmin endoktirinasyonu yüzünden unuttukları ümmet çizgisine çağırabilirler.

Fakat heyhat! Kürt siyaseti şimdi bir bataklığa saplandı. Mesele dindar Türkler olunca sıkılı yumruklarla dolaşmayı, kavga etmeyi, uzlaşmamayı; el uzatmaktan/sıkmaktan daha keyifli buluyor. Sekülerlerle Türkçe günaydınlaşmayı, dindarlarla Arapça selamlaşmaya tercih ediyor. (Sandıktan çıkan sonuçlar da bir nebze bu kaymanın delili.) Diline baksanız hümanist bir insan sevgisi, halkların kardeşliği; fakat ettiğine baksanız Türklerde dindarlığı/kardeşliği çağrıştıran herşeye bir öfke, kemalistler gibi bir hınç. Allah sonumuzu hayretsin. Allah, İslam'ın bu bahadır/necip oğlunu yine İslam'a bağışlasın. İttihad-ı İslam başlayacaksa, yine bu topraklardan başlayacak. Eğer biz Türkler ve Kürtler olarak Anadolu'da başarabilirsek bunu, İslam coğrafyası da başarır. Biz başaramazsak, kimi inandırabiliriz ki kardeşliğe?

23 Ocak 2015 Cuma

Yükünü gemiye bırak

Öfkenin, hafızayla bir bağlantısı var galiba. Ne kadar öfkeli insan tanıyorsam, aynı zamanda hafızaları kuvvetli. Garip birşey bu. Gerçi yaşlanınca da insanların (hafızanın rağmına) aksileştiğini söylerler, ama bu bahsettiğim ondan farklı. Normal şartlarda, bir insan, ne kadar geçmişiyle birlikte yaşıyorsa, o kadar gergin oluyor. Mazisini arkada bırakamayanların geleceğe mirası, hiç geçmeyen bir agresiflik. Onlar, bir değişmez halet gibi, hep öfke taşıyorlar omuzlarında.

Sanıyorum bu biraz da kafalarında hep yaşayan kavgalar olduğundan. Onları geride bırakmadıkları için, gelecek yıllar, kalplerindeki kavga sayısını arttırmaktan başka işe yaramıyor. Bu şekilde nasıl mutlu olunabilir? Neşe, o kadar kalıcı değil çünkü. Zeval-i lezzetin de elemi var. Sen o elemin üstüne bir de zeval-i elemin lezzetinden de vazgeçiyorsun, iki kere kötü oluyor. Son bulmuş elemlerden, kötü olaylardan bile neşe almak yerine öfke devşiriyorsun. Şimdi sen nasıl mutlu olursun? Senin mutsuzluğun kendini mahkûm ettiğin bir hapistir.

Belki de bu yüzden tarih bilgisi iyi olan insanlar daha gergin. Onlarla konuşmak, başkalarıyla konuşmaktan daha zor. Benim seçici algımdan da olabilir bu: Açık oturumlarda en çok tarihçiler tartışıyorlarmış gibi geliyor. Yahut en azından tarih bilgisi iyi insanların çok kavga edesi var. Kafalarında kapatılmamış çok sayıda dosya olduğundan mı? Belki de.

En nihayet, unutmak da bir nimet. Geride bırakmak da bir nimet. Bu nimetin hakkını vermezseniz, Allah onu elinizden alır. Hiçbir şeyi unutamayan, geride bırakamayan, ama mutlu da olamayan tipler olursunuz.

"Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir. nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur."

Bunun bir kötü yanı daha var üstelik: Maziyi değiştiremezsiniz. Geleceğe dönük öfkelerin iradeye rol biçen bir yönü de var. Bir umut ışığı hep asılı ufukta. Ama geçmişle edilen kavgaların çaresi yok. Yenileceğin yerlerde savaşıyor, kıramayacağın duvarları yumrukluyorsun. Sabrını geçmişe saçıp dağıtıyorsun. İşte sen böyle böyle kendini mutsuzluğa mahkûm edersin. Kimsenin sana kötülük etmesine ihtiyacın kalmaz. Keşke biraz akıllansan da yükünü gemiye bıraksan.

"Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: 'Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.' O dedi: 'Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.' Yine ona denildi: 'Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek..."

Birşeyleri de arkanda bırakmalısın, hepsini birden kalbinde taşıyamazsın.

13 Ocak 2015 Salı

İnsan kurgusunda hapsolmuştur

Tasannu sahibini asabileştirir. Takva, eğer içten dışa bir süreçle, dimağdaki meratibin tamamı aşılarak itikada dönüşmemişse, yani özünden (güzel olana dair bir gönül razılığından) can bulan bir hal değilse, yaşarken strese dönüşür. Öyle olmadığınız halde öyleymiş gibi yapmak, takvanın doğasında olan 'varlığa/fıtrata uygun adım atmak' değil, varlığınızla (evvelen kendi varlığınızla) savaşmaktır. İz'an etmediğiniz, hatta belki tasdik seviyesinde dahi sorunlarınız olan 'doğrulara' davranışsal tebaiyet göstermek (iltizam), 'basamakları atlamış olmanın yanetkilerini' sıkletiyle göstermeye başlar. Tavuğun yorulmadan serçeyi taklidi birkaç saniyedir.

Doğru şekilde atlatılmamış süreçler şeytan için kullanışlı malzemelerdirler. Vesvese bu boşluktan, yani ki cehaletten, yararlanır. Aleyhissalatuvesselam buyurur: “İblis safların arasındaki boşluklara girer.” Şer zaten ademîdir. Yokluksaldır. Varlığı boşluklara bağlıdır. Bu zaaftan yakalanmış bir insanın üzerinde toplum mühendisliği de kolayca yapılır. Yönlendirmelere açıktır çünkü. İltizamına tasdik veya iz'an aramayı akıl edemediği için aklı da fonksiyonunu hakkıyla icra edemez.

Ne olur? Başkalarının aklına teşne olur. Kendi yargıları netleşmediğinden havadan kanaat kapar. Umutsuzluk kapar. Öfke kapar. Manipüle olur. Değerini başkalarına ölçtürür. Onların gözünden kurgusunu izlemeyi sever. Takdir hastasıdır. Neyi ‘Allah rızası için’ neyi 'kalabalık ondan istiyor veya küser' diye yaptığı içdünyasında karışmıştır. Kalabalıkla, ama günübirlik kalabalıkla, birlikte hareket etmeye meftundur. Kemiyet ölçebildiği tek meşrulaştırıcıdır onun için. Menfaati de zaten kalabalığın kuyruğuna takılıdır. Hem asabiyet, hem kalabalık tutkusu, hem menfaat. Linç kültürü buradan beslenir. Kalabalık ‘ben’sel sorunların müsekkinidir.

Yalanın kötülüğünü bizzat içinde görmemiş, dili acılığına değmemiş, kötülüğüne 'mış gibi' iman etmiş bir müslümanın onu söylememek için verdiği savaş ‘kaplumbağanın kabuğuyla verdiği savaş’a benzer. ‘Yanlıştır’ demek istemiyorum. Kesinlikle demem. Yanlışla savaşmak asla yanlış olmaz. Ama usûlü zordur. Bazı zaman olur ki; böylesi zorlu kavgalara girenler, en nihayet pes eder, kabuğu benimserler. "Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut 'Her-çibâd-âbâd' der, dalâlete gider."

Risale-i Nur'u bir mürşid olarak bulmadan önce neden namaza başlayıp başlayıp tekrar bırakıyordum? Her tevbemin ömrü neden kısaydı? Neden müslümanlığım bana kurgusal/tasannu gibi geliyordu? Neden gaflet tekrar tekrar üzerine basıp düştüğüm, bazen irademle de aradığım, aynı muz kabuğuydu? Neden hayatım günahlar ve tevbeler döngüsünde sene-i devriyesini tamamlayamadan kıyameti kopan gezegenler gibiydi? Neden fısk mü’minlikten daha albeniliydi ve ona karşı direnemiyordum?

Bütün bunların şimdi, mürşidimin tabiriyle, ‘dimağdaki meratib’e uygun hareket etmeyişimin ve takvamın kurgusallığının sonucu olduğunu düşünüyorum. Ben doğruya birşeyleri sıçramış olarak iman ediyordum. İmanım herkesin imanı gibiydi. Herkes iman ettiği için ben de imanlıydım. Herkes doğrunun o olduğunu söylediği için doğru oydu. Yoksa ben bizzat sınamamış ve gerekliliğini (ve zaten ondan başkasının mümkün olmadığını) görmemiştim. Halbuki Kur'an beni uyarıyordu: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" Hakikaten de sabredemiyorum. Çabuk pes ediyordum. Halbuki yine mürşidim diyordu: "İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi taat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musibete karşı sabırdır." Taat üstüne sabır, o, sabrın dayandığı mantığı bilmek istiyordu. Şunu da kabul etmem lazım: O yıllarda ben ibadetlerimin Allah'a hediyeler olduğunu düşünüyordum. Bu yanlıştı. Çok yanlıştı. Hediye vermek verenin paşa gönlüne bağlıdır. Çok namaz bıraktım ardımda kılınmamış. Sonra anladım namaz kılmakla hediye alanın ben olduğumu. Zengin vermekte naz yapar amma dilenci almakta naz edemez.

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın." Açlık kazaya kalmaz. Hastanın gönlü 'paşa' değildir. Fakirdir. Dilencidir. Muhtaç olan sensen o namazı kılarsın. Şimdi bana ehl-i takva olduğu söyleyenen insanlarda sağlama yapmamın bir yolu var. Öfkesine/merhametine bakıyorum. Merhameti kinine baskınsa umudum var. Yok, garezi sönmeyen cinstense, "O takva derisi değil onun. Üzerine giydiği (üstelik bedenine de uymayan) bir giysidir!" diyorum. Merhamet insanı hayvan olmaktan koruyan ‘acaba’dır.

En nihayet diyeceğim şu: "Rahmetim gazabımı aşmıştır!" buyuran Allah, affedişin aslolan olduğunu söylüyor, yoksa (hâşâ) kendisi parçalar halinde de iki parçasını birbiriyle mukayese ediyor değil. Zaten biraz derin tefekkür edersen görürsün: Onun gazabı bile rahmetindendir. Ya taş atar çoban gibi koyunlarını yanlıştan çevirir. Yahut recmeder, şeytanları recmettiği gibi, onların zararlarından korur. Veyahut da mazlumların haklarını zalimlerden alır vs. Ama zalimin gözü, gafilin çeşmi, iblis nazarı öyle problemlidir ki, rahmet de onlara azap görünür. Bazı zaman cemal dahi şiddet-i zuhurundan celal görünür. Gelincik tarlasını uzaktan seyretmek gibi. Yağmuru taşıyan anaç bulutların yavrularını kara kara korkutması gibi.

Elini vicdanına koy da sen söyle bakalım arkadaşım: Öfken merhametinden mi geliyor? Yoksa merhametin öfkenin zararlarından dolayı mı sancıyor? Yani sen de ben gibi öfkeyle kem kelamlar ettikten sonra yalnız kalınca "Keşke demeseydim!" diyenlerden misin? Yoksa Allah Resulü aleyhissalatuvesselam gibi, kendi adına olan şeylerde merhametle bakan, ancak başka birisine zulmedildiğinde ona duyduğun merhametten dolayı zalime öfkelenenlerden mi sayılırsın? Al sana bir turnusol kağıdı, bir saykal, ayırmanı kolaylaştırır: Birincisi geçince canın acır. Pişmanlık yakar. İkincisi her hatırına geldiğinde memnuniyetinden/mesruriyetinden izzet kokar. Zira lezzet-i ruhaniye böyledir: Geçmez. Ruh gibi bâki kalır. Zevali yoktur ki ruha dokunanın, zeval-i lezzeti mümkün olsun da. elem versin. Dar gününde bir dostuna yardım ettin diyelim. Büyük bir müşkülünü giderdin. Maşaallah. O yardımdan aldığın lezzet hiç biter mi?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...