24 Mart 2017 Cuma

Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak

Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.

"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.

Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:

"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."

Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.

Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?

Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...