Sorun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sorun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2015 Perşembe

Belki de sorun kendimizi yeterince neşter altına itmemekte

Yazılarımda kalemimi önce kendime/hayatıma batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır; hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için, ilerde muhatabıma da ucu battığında; "Sen kendine bak!" deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce kendimi yerin dibine batırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de kendilerinden Allah'a sığındığım kuytu köşlerim, kusurlarım var. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha yakın olan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan kişinin, seni ağır bir işe sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz hep 'ötekinin' bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlara yöneliktir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."

Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."

Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."

Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.

Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...