Anlayış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anlayış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2016 Pazartesi

Zayıflığımız kurtuluşumuzdur

"Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'dan...

Geçenlerde kederli bir dostumu güldürdüm. Bu ona da bana da çok iyi geldi. Birisine iyilik yapmak bizi de iyileştiriyor. Nasıl açıklanır? Galiba ötekimiz de aslında berikimiz. Yani öteki saydıklarımız da aslında bizim parçamız. Birisi bizi değerli bulduğunda biz de kendimizi değerli buluyoruz. Rum sûresi 21'de hatırlatılan 'kendisinde sükûn bulduğumuz eşler' hakikati bu. Birisi bizi sevmeye başladığında biz de kendimizi seviyoruz. Yani ötekini hakikatimizin delili sayıyoruz. Sakinleşiyoruz. 'Acaba'larımız azalıyor. Varoluşun hakkını verip vermediğimizle ilgili tereddütler eksiliyor. Bu halimiz bile yalnız (ve yalnızlık için) yaratılmadığımızı gösteriyor. Eğer ötekiler tarafından güzel bulunduğunda gönlüne bir güzellik geliyorsa "Onlar senin o kadar da ötekin değil!" demektir.

Tevhidin bir delili say bu söylediklerimi. Tek tek ve tesadüfen varolmuş olsaydık birbirimize bu kadar aldırmazdık. Hem aldırışımız hem alınganlığımız bir bütün oluşumuzdan. Ancak bir bütünün parçası olanlar birbirlerinden etkilenirler. Çünkü 'etkilenmek' de bir çeşit bağlanıştır. Bağlanış bütünün parçaya "Bana aitsin!" çağrısıdır. Sevdiklerin yüzünü astığında senin de dünyada bir kar yağar. Tıpkı parmağına değen iğnenin yüzünü ekşitmesi gibi.

Allah bizi bütüne en sıkı kalbimizden bağlamış. Kalbimiz bir düğüm. Tevhidî bir düğüm. O kadar çok his/bağ var ki orada! Sanki bütün âlemle ilgisi var eylemlerimizin. Ve âlemde eylenen herşeyin bize bir dahli var. Duyularımız bir bağ ise duygularımız bin bağ. Güzel olan herşeyi seviyoruz. Çirkin olan herşeyden tiksiniyoruz. Zararlı herşeyden korkuyoruz. Faydalı herşeyi arzuluyoruz. Tevhidî bütünlük bizi kalp düğümümüzden sıkıca yakalamış. Çağırıyor. "Bana aitsin!" diyor. Ait olmak güzel. Ancak etkileniyor olmak?

Bütün çok ağır. Etkilenmek eziyor bizi. Korunmanın tek yolu bencilleşmek gibi. Biz'in ben'i ezmesine karşı bulabildiğimiz tek deva. Tam o sırada acizliğimiz yetişiyor imdadımıza. Zayıflığımızı ve güç yetiremezliğimizi kabul ettikçe yükümüzü omzumuzdan atıyoruz. Bağlısı olmanın sahip olmak olmadığını farkediyoruz. Bu bağ dizginin ipi değil. Galiba ruhsal sıkıntılarımızın büyük bir kısmı da buradan geliyor. Bu arabanın direksiyonunda mıyız, yoksa arkasında mı? O mu bizi sürüklüyor, yoksa biz mi onu? Yani bu bağlanış kontrol ediş mi, yoksa kontrolüne geçiş mi? Aczini kabul etmeyen direksiyona heves ediyor. Aczini kabul ettikçe insan arabanın arka tarafına doğru ilerliyor. Bediüzzaman'ın 'acz' ve 'fakr'a dair söylediklerini bir de bu açıdan düşünmeni isterim.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Nefsiyle barışmayan, başkasını barıştıramaz

Arapça’da ıslah/düzeltme kelimesi, sulh/barış kelimesinin kardeşi. Ben, bu kardeşliği seviyorum. Müfessirler, Kur’an’ı yorumlarken bu kardeşliklere çok önem veriyorlar. Bu aynı kökten geliş, birisinin diğerini yerine koyabilme veyahut birisinin burcuna diğerinin eşiğinden bakabilme şansı sağlıyor bize... Mesela; sulhü nasıl ki, ‘iki kişinin/tarafın arasını düzeltmek’ olarak anlayabiliyorsam; ıslahı da ‘insanı, hakikatiyle barıştırmak’ şeklinde anlayabiliyorum.

Bu, birbirinin yerine koyabilme; birini anlamada diğerini merdiven kılabilme imkanı, ‘ıslah’ kelimesiyle kardeş olan diğer kelimeleri anlamama da yardımcı oluyor. Mesela; yine kulağımıza çok aşina ‘salih’ kelimesini şöyle yorumlayabiliyorum: “Allah’ın nizamıyla barışık kişi/nesne/şey...” Amel-i salih’e de bu pencereden bulduğum bir anlam var: “Allah’ın kainattaki nizamıyla ve şeriatıyla uyumlu/barışık olan iş/eylem. Bir tür uygun adım yürüme...”

Bu ‘barış’ eksenli bakış, Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözüne bakışımı da değiştiriyor. Orada kastedilenin nefsi düzeltmek olduğu kadar; nefsi kâinatla, nefsi şeriatla, nefsi vahyin vazettiği düzenle, nefsi kendisiyle barıştırmak olduğunu da düşünüyorum.

Ki Kur’an da insanın günahlarını tarif ederken ‘nefsine zulmetme’ tabirini mükerrer kullanıyor. Demek ki, bizim hatalarımız öncelikle kendimizle barışık olmadığımız yanlarımız. Tevbemiz, istiğfarımız, ıslahımız ise bir nevi; nefsi, fıtratına işlenmiş ve vahiyle de ayrıca emredilmiş şeriatla barıştırma çabamız. Biz; amel-i salih ile biraz da buna çalışıyoruz. Bütün bunlar belki de biraz varlıkla sulh sağlama gayretimiz.

Melekler, Hz. Âdem’in yaratıldığını öğrendiklerinde, endişelerini şöyle dile getirmiyorlar mıydı: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima tesbih ve takdis ediyoruz.”

Burada ‘kan dökücülüğün’ karşıtı/zıttı olarak ‘hamd, tesbih ve takdisin’ zikri, benim amel-i salih’i bir barış çabası olarak yorumlamamı kolaylaştırıyor. Evet, bizler; kâinat, kendisine emredilmiş düzenle barışık yaşarken ahengi bozan/kan döken ‘farklılar’ gibiyiz. İslam’ın, bize, fıtrî şeriata ek olarak ikinci bir kez emredilmesi, bunu tebliğ için peygamberler gönderilmesi, biraz da fıtratla barışmanın yollarının öğretilmesi bize. Dinin bize emrettiği herşey—yine Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi—aslında bizim muhtaç olduğumuz, kendimizle barışık olmayan yanlarımızı tedavi eden ilaçlar. Takva ve amel-i salih de bu barışma sürecinin göstergeleri, adımları, çabaları.

Neyse, bir nefes alalım. Ben, bu ‘ıslah’ meselesine nasıl geldim, onu anlatayım: Geçenlerde, bir grup talebe, Zerre Risalesi okumamızı yaparken, Metin Karabaşoğlu abi küçük(!) birşeye dikkatimizi çekti. Birinci haşiyenin, ilk cümlesiydi dikkatimiz çekilen: “İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.” Buradan Metin abi, Üstadın, Risale-i Nur’daki genel tarzı üzerine dedi ki: “Bakınız Üstadımız ne kadar rahat. Ne kadar kendisiyle barışık. Bizzat kendisi, kendi cümlesinin uzun olduğunu okurlarına söyleyebiliyor. Onun bu halinden alabileceğimiz çok ders var.” (Cümleler bana aittir. Mana Metin abinin.)

Hakikaten de külliyatın içinde Bediüzzaman’ın kendisiyle barışık pekçok itirafı vardır. Bazen, Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken, Eski Said’in, ‘en zahir hakikatleri bile karmaşık anlatma’ şöhretini zikreder. Bazen, Haşir Risalesi gibi bir harika eserin sonunda okurunun ‘anlayamama’ sıkıntısını anlayışla karşıladığını ve okurunun da kendisini ‘meselenin yüksekliğini düşünerek’ anlaması gerektiğini ifade eder. Bazı yerlerde ‘kuru üzüm çubuğuna’ benzetir kendisini. Bazı yerlerde ‘en çok kendisinin muhtaç olduğu’ vurgusunu yapar.

Bütün bunlar aslında müellifin kendisiyle ne denli barışık olduğunun da delilleridir. Ve bu barışıklık; eserlerinde insanı anlayan, en naif ve zayıf yanlarını şefkatle kucaklayan bir dile dönüşür. Onun metinlerine ben gibi meftun olanlar, belki de en çok bu yönüne vurgundurlar: Kendisini—tüm meziyetlerine rağmen—yine sizin yanınızda ve sizin gibi konumlandırmasına... Okuruyla ve özündeki insanla yaptığı empatiye... En çok buna hayran olurlar. Ki zaten bir okur olarak da ben, üstperdeden ‘doğru insan olmanın yollarını öğretenleri’ değil, beni anlamaya çalışırken değiştirenleri severim. Kendisiyle cesurca yüzleşebilenler, ancak bizi kendimizle yüzleştirebilirler.

Bediüzzaman’da tam da bu vardır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözünün zikredildiği yerden, en son cümlesine kadar sizi anlamaya, mümkün mertebe empati yapmaya gayret eden bir müellifin metinlerini okursunuz. Mutluluğunuz ve huzurunuz bundandır. Bunun bir delili ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu paragrafta ne güzel saklıdır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”

Bunu kendi adına söyleyebilen, ben’iyle bu denli barışık olan bir yazarın, sizin üzerinizde etkili olmaması mümkün değildir. Çünkü konuşulan dil; fıtratın dilidir, samimiyetin dilidir. Müellif, nefsini ıslah etmiş, onu vahiyle barıştırmış ve kendisi dahi nefsiyle barışmış bir konumdadır. Onun fıtratıyla bu barışıklığı, özünde olan şeyle bu dostluğu, sizi de özünüzün sesini dinlemeye zorlar. Bu insanlar, bizi cebren değiştirmeye çalışmayan, bizi anlamaya çalışan yazarlardır. Bu onların dili gerçekten ‘mukavemetsuz’dur. İnsan, kendisine dair olana ne kadar mukavemet edebilir ki? Tebliğ makamını, bir tür üstperdeden konuşmak olarak görenlerin kulakları çınlasın! Aramıza karışın. Aramıza karışmadan bizi ıslah edemezsiniz.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...