İsraf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsraf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2022 Çarşamba

Bediüzzaman meal mevzuunda israf mı ediyor?

Kur'an'ın hakiki tercümesi mümkün değildir. Bu nedenle istikametli ulemamız eserlerinde 'kısa anlam' manasına gelen 'meal' sözcüğünü kullanmışlardır. (Öyle isimlendirmişlerdir.) Konuyu İİKV'deki bir seminerinde izah eden Prof. Dr. İshak Özgel Hoca hatta demişti ki: Mealler bize ancak şöyle-böyle, azıcık azıcık, yani çok budanmış-özetlenmiş bir şekilde, ayette ne söylendiğini bildirirler. Onlara Kur'an'ın kendisi nazarıyla bakmak yanlıştır. Hele hele hüküm çıkarmaya cüret etmek insanı itikadda/amelde tehlikeli noktalara götürebilir. Zira, muhatap olunan söz vahyin bizzat kendisi değil, bir beşerin anladığı-aktardığıdır.

Yanlış anlaşılmasın. Bunu demekle "Asla meal okunmasın!" gibi bir yasaklamaya girişmiyorum. Yapmadığını söylemek doğru değil. Ben de meal okuyorum. Fakat, tıpkı İshak Özgel Hoca'nın dediği gibi, 'mealin Kur'an'ın kendisi olmadığına' dikkat ederek yapmaya çalışıyorum bunu. Daha ne yapıyorum peki? İstikametine inandığım kişilerin teliflerine bakmaya özen gösteriyorum. Zaten sıkı şekilde takip ettiğim bir tefsir de var. Risale-i Nur külliyatının meftun bir okuyucusuyum. Ehl-i Sünnet çizgisinin yegane fırka-i nâciye olduğunu bilmekteyim. (Adım gibi hatırımda tutmaktayım.) İtikadda-amelde sahip olduğum zırhlardan soyunmayı cehennemim sayarım. Bu tedbir-teyakkuz halinin, inşaallah, gerçekleşebilecek vartalardan koruduğunu ümit ediyorum. Tavrıma rağmen, herhangi bir anladığımın istikamete denk gelmediğini öğrenirsem, ateşe basmış hızında terketmeye hazırım. Çünkü şunda inatçılık ancak ahmaklıktan gelir.

Pek mübarek bu teenni ruhuma öyle işledi ki, meal naklederken bile, karşımdakini uyandırmaya çalışırım. (İşte yazının asıl konusuna geldik.) Hatta geçenlerde sual-cevap mevzuu oldu. Yani bir mecliste dediler: "Neden böyle yapıyorsun?" Ne yapıyorum arkadaşım? "Her meal verişin sırasında 'kısa-kısacık' gibi belirteçler kullanıyorsun. Halbuki meal zaten 'kısa anlam' demektir. Sözü ziyadeleştirmiş oluyorsun. Edebiyatta sözü ziyadeleştirmek israftır." Ben de cevaben dedim ki: "Mürşidim öyle öğrettiği için." Evet. Bana bu faydayı da yine Bediüzzaman öğretti. Metinlerinde o kadar çok böylesi ifadeler kullanılır ki, insan, bu hassasiyetin 'bir usûl öğretmek için' gösterildiğini düşünmeden edemiyor. Mesela: Bazen 'gayet kısa bir meali' diyor. Bazen 'muhtasar bir meali' ifadesini kullanıyor. Bazen 'kısacık bir meali' diye beyan buyuruyor. Bazen de 'meal-i icmalî' diye zikrediyor. Elhamdülillah. Benzeri pekçok 'uyandırıcı' istimali var. Elbette "Aman ha!" deyici bu tedbire denk gelenler önceleri şaşırıyor: Meal zaten 'kısa anlam' demekken neden böyle bir yol tercih ediliyor? 

Onun da cevabını Sünuhat'ta bulduğumu zannederim: 

"Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Meselâ: Hükmün me'hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur'ân ise lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Karmaşık mı geldi? O halde şöyle 'gayet kusurlu bir temsil'le zihninize yaklaştırmaya çalışayım. Herhangi bir edebî eserdeki çağrışımlar dünyasını düşünün. Yahut olmadı kendimiz bir kurgu çatalım: Mecnun isimli esas oğlanımız Leyla nâm sevdiğinden bir çınar ağacının altında ayrılmış olsun. Yüzükler atılsın. İyice dramatikleşsin sahne. Son sözler söylensin. Tamam. Şimdi, romanın devamında, 'çınar ağacı' ifadesi geçtiği her anda, kaç kişinin aklı Leyla'yla ayrılık sahnesine intikal eder? Peki hatırlayanlardan kaçının hatırına Leyla'nın o günkü görünümü gelir? Peki onlardan kaçı Leyla'nın giderken bindiği otobüsü hatırlar?

Böylesi çağrışımların tamamını yakalayabilmek zordur. Zira zihin genelde kolay olana kavuştuktan sonra diğerlerini terkeder. Okuduğundan uzaklaşmaz. Direnir. O yüzden sorularım çoğaldıkça sayı giderek düşecektir. Belki 'sıfır'a dayanacaktır. Zincirdeki halka sayısı arttıkça ağırlığı da artar. Zinciri kısa tutmak isteyenlerse belki şöyle birşey yapar: "Kırmızı elbiseli kızın, altında yüzüğünü attıktan sonra, Fatih otobüsüne bindiği ağacı gördüm." Burada olmayan şey sadece ağacın ismidir. Ancak ismi dışındaki bütün detaylar çağrıştırılmıştır. Söz uzamıştır fakat okuyucuya kolaylık da sağlanmıştır. Neyse. Esasa dönelim:

Zihinde yolu kısaltmanın yolu bazen kelimeleri çoğaltmaya bakıyor. Çünkü insan zihni mesuliyet kendisine bırakıldıkça çağrışım dünyasında ilerlemekte zorlanıyor. Sözgelimi: Bugün 'meal' kelimesinin 'tercüme' demek olmadığını, özellikle başka birşeyi çağrıştırmak için seçildiğini, kaç kişi biliyor? Mealistler-modernistler kaç kişinin kafasında böyle bir duruluk bıraktı? Hadi, onların muğalatasını geçelim, ahirzamanda âdemoğlunun/kızının fehminde bu detayı kollayacak ne kadar derman kaldı? 

O yüzden mürşidimin bu tarz kullanımlarının bir maksada binaen yapıldığını iddia ediyorum. Nedir? 'Meal' denildiğinde 'bizzat Kur'an'ın kendisi' gibi anlayacak olanlara, 'gayet kısacık' gibi uyarıcı ifadeler de eklenerek, ayılma şansı sunuluyor. Zahirî nazarla bakıldığında bu bir 'kelime israfı' sanılabilir. Ancak hikmete konsantre olunduğunda israf kesinlikle yok. Hatta ben bu kullanımı bütün hocalarımıza-vaizlerimize tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Öyle ya: Muhtemelen onların dinleyicilerinde de bu ayrımı kaçıranlar çoğalmaktadır. Meali Kur'an'ın kendisi sananlar artmaktadır. Hassaten genç kuşakta bu yara fazlasıyla bulunur. Cenab-ı Hak cümlemizi müfessirîn-i izâmın âli yolu üzere eylesin. Âmin. Allahümme Âmin.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Boşa gitmedikçe insan sevildiğini anlar

"Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır." İktisad Risalesi'nden.

İktisad Risalesi'ni yeniden okumaya başladım. Daha başlardayken farkettiğim şey şu oldu: İktisad 'muhtaç olunanın kıymetini bilmek'tir. Durun. Durun. Bir saniye. Çabuk sonuca geldik. Biraz öncesinden alalım: Muhtaç olmak nedir? Muhtaç olmak, varlığını (veya varlığının bir parçasını), devam ettirebilmek için birşeye/şeylere ihtiyaç duymaktır. İhtiyaç duyan, bellidir ki, varlığını kendi başına devam ettiremez. Kendine yetemez. Kendiyle yetinemez. Evet. Bu böyledir. Ve bu noktadan hareketle denilebilir ki: Birşeye ihtiyaç duymak, ister-istemez, ona muhtaç olduğumuzu gösterir.

'Muhtaç olarak varolmak' aslında varoluş şeklimizi Allah'ın varlığından ayıran en önemli ayraçtır. Biz arızîleriz. Varız ama arızîdir varlığımız. Allah'ın, anlara dahi sirayet eder bir şekilde, yeniden yeniden, tekrar be tekrar, varlık lütfetmesine muhtacız. Sonraya ancak böyle taşınır önceki varlığımız. Vermeyi sevdiğim o misalle fehmimize yaklaştırırsak: Bir çizgifilmin içerisinde varolan karakterlerden birisi gibiyiz. Çizerimiz, bir sonraki karede tekrar filme dahil etmezse bizi, filmdeki diğer detaylar aynı kaldığı halde, yiteriz. Yani demem o ki arkadaşım: Kayyum isminin penceresinden bakılınca bir silgilik canımız vardır.

Ancak biz, yaşarken, hayatı daha çok Hayy isminin gölgesinde müşahade ediyoruz. Onun tecellileriyle okuyoruz. Ve Hayy ismi bize şunu söylüyor: Muhtaç oldukların karşılanmazsa hayatın devam edemez. Bu nedenle hayatımız devam ettiği sürece muhtaç olduklarımızın kıymetini tastamam idrak edemiyoruz. Belki, hasbelkader (kaderin bir hesabıyla) birazcık tehlikeye düştüğünde, uyanır gibi oluyoruz. Lakin tehlike geçince uyanıklık da hemencecik yitiveriyor. İlla, inayet-i ilahîyle, kalbimize bir 'farkındalık' ihsan oluna. Bu farkındalığın adı da 'ihsan'dır.

İhsan makamı, meşhur Cibril Hadisinin haber verdiği üzere, ism-i Hayy'dan ism-i Kayyum'a doğru uzanmaktır. Şuur açmaktır. Derinleşmektir. Hayat sahibinin her an kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi, varlığını, 'her an yeniden varedilmeye muhtaç olduğu hissiyle' doldurmasına bağlıdır. Fakat her hissedişimizde olduğu gibi bu da öncelikle bir imandır. Yani 'tanımlama'dır. Tanımlarımız imanımızdır. Eğer bir insan, varlığını, 'akışına bırakılmış' bir 'hayat sahipliği' olarak görüyorsa, korktuğu tek şey ölümü olur. Fakat bir insan, varlığını, 'her an devam ettirilmeye muhtaç' bir 'varlık sahipliği' olarak görüyorsa, o zaman her anından ötürü Allah'a şükretmeye, dua etmeye, iletişimde kalmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç da onu Kayyum ismine götürür.

Yolculuğumuzun başına geri dönelim. Muhtaç olduğumuzu anlamamız bizde nasıl bir uyanış sağlıyor? Elbette, herbirimiz, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Cenab-ı Hakka duada bulunuyoruz. (Genel anlamda) eriştiğimiz her nimetin ondan geldiğini biliyoruz. Bu bilginin, büyük resimde, farkındayız. Ancak ne kadarımız, elinden alınmadığı sürece, 'düzenli nimetlere' karşı şükretmeye ihtiyaç gösteriyoruz? Veya onların varlığının 'varlığımızın devamını sağladığına' dair bir uyanış sahibiyiz? Veyahut daha net bir şekilde yüzleşelim: Ne kadarımız Allah'ın yaratılışımıza her an dahil olması gerektiğini düşünüyoruz? Üç öğün yemek. Hastalanınca şifa. Her ay maaş... Hepsi bu kadar mı? Hatta bazılarımız belki bunları dahi kendi kendine halledeceğini düşünüyor. Allah'ın yardımına dünyaya yaklaşan bir göktaşına rastladığında ihtiyaç duyuyor.

Ben şimdilerde, iktisad şuurunun kalpte yerleşmesinin, 'Hayy' isminin, kardeşi 'Kayyum' ismine bağlanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani: Nasıl ki, Hayy ve Kayyum isimleri kudsî metinlerde kardeştir, beraber anılırlar. Birisi anılınca diğerini de insanın kulağı (alışkanlık gereği) arar. Aynen öyle de: 'Muhtaçlık' ile 'iktisad' arasında da böyle bir kardeşlik bağı var. (Yani birisinin yanında diğeri olmazsa hikmetleri yara alır.) Peki bununla ne demek istedim?

İnsan, sırf muhtaç olmakla, muhtaç olduğunun kıymetini takdir et(e)miyor. Çünkü kıymet 'ihtiyaç duymak'tan ziyade 'gerekliliğinin sürekliliğe' inanmaktan besleniyor. Yani, bir insan, güneşin her sabah yeniden doğmasına dair bir ihtiyacı yeterince hissetmezken (zira varlığı bir yeknesaklığa sahiptir) yağmur gibi 'belirli bir düzenliliği olmayan' nimetlere daha fazla şükredebiliyor. Çünkü 'yokluğunun mümkünlüğü' varlığına duyulan ihtiyacın hatırlatıcısı oluyor.

Peki iktisadın buradaki kilit fonksiyonu ne? İktisad, bize verilen her nimetin, velev yakın zamanda 'mümkün bir yokluğu' olmasın, sanki yokolabilecekmiş gibi tadılmasını sağlıyor. Binlerce yıldır akan bir nehirden, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, israf etmeden abdest almaya çalışan bir insan, normalde hiç uyanmayacağı bir farkındalığı şuur olarak sinesinde taşıyor: "Bunun varlığının da korunması lazım." Birşeye 'ihtiyaç duymakla' onda 'iktisad etmenin' arasındaki ayrım da tam bu bence: İhtiyaç duyan muhtaçlığı giderilene kadar muhtaç olduğunun varlığıyla ilgilidir. Fakat, iktisad eden, ihtiyacı bir hissediş olarak arkasında kalsa bile, o şeyin varlığının devamlılığı ile ilgilidir.

Ve tam da bu noktada, iktisad, bizi 'Hayy' isminin yamacından alıp 'Kayyum' ismine yaklaştırır. Kıymet sürekliliğe duyulan ihtiyaçtır. Duyarlılıktır. Yani 'acz/fakr' ile 'iktisad' arasında Hayy ile Kayyum isimleri arasındakine benzer bir kardeşlik vardır. İktisad sayesinde insan salt acziyle/fakrıyla ulaşamayacağı bir üst farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık nedir peki? el-Cevap: "İhtiyaç duyduklarının sürekliliğine de ihtiyacı vardır." Devamlılık yalnız ferdin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Şeyler 'şeyler' olarak kalmaya devam etmesiyle ilgilidir. Nimetlerin sürekliliği ise ancak iktisadlarıyla mümkündür. İsraf edilenler elden çabuk giderler.

Evet. Binler kere evet. Birşey hakkında iktisad etmek "Senin varlığının devam etmesini istiyorum!" demektir. "Senin kıymetini biliyorum!" demektir. "Seninle arkadaşlığım sürsün istiyorum!" demektir. Bu yüzden bencileyin derim ki: Kıymet vermek 'varlığının devamını istemek'tir. Varlığı devamlı olanlar kıymetli olurlar. Hiçbir mutluluk masalı 'sonsuza dek...' demeden final yapmaz. Bu, yukarıdaki mevzularda böyle olduğu gibi, evliliklerde/dostluklarda da aynıyla geçerlidir. Hiçbir âşık mâşukunun kalbini israf ederek sevdiğine inandıramaz. Boşa gitmediğini anladıkça insan sevildiğini anlar. Vesselam.

9 Nisan 2018 Pazartesi

Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?

Hani mürşidim 20. Söz'de diyor: "Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ben bunun çok nümunelerini gündelik yaşamda görüyorum. Bir örneği: 'Secde' meselesi. Malumunuz: Kur'an'da anlatıldığı üzere, İblis, Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmekten (emr-i ilahîye rağmen) teberri ediyor. Neden? Çünkü kafasında başka bir hiyerarşi var. Kendisinin, yaratılış itibariyle, insandan üstün olduğunu düşünüyor. Hatta bunu Cenab-ı Hakka karşı da savunuyor: "Ben ateştenim o ise topraktan!" diyor.

Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı 'emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi' kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor?

"Şeytanla nasıl kardeş olunur?" yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah'ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım:

"Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." İşte, Allah'ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah'ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle 'emredilenin faziletini' inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini...

Yine mürşidim bir eserinde diyor: "Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir."

Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki:

"Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu..." Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık 'evin geçindirilmesinden' tutun 'ailedeki liderliğe' kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor.

İşte en nihayet mesele 'aynı safta ibadet etme'ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: "Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?"

Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe'ye yöneldiğinde Kabe'ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe'nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde 'taşın insandan üstünlüğe' iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate 'imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını' düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah'a iman etmekle 'Allah'a secde edecek kadar iman etmek' birbirinden farklı şeylerdir.

Şeytanın da Allah'a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah'ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir.

Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah'ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü 'kolaycılıkla' terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!)

Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet 'israf' olacak. Kabe'yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak.

Neden? Çünkü kainatta Allah'ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun "Bundan razıyım!" buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı 'daha çok/ileride görünmek' sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin 'başkalarından daha az sorumlu olmakla' mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar 'paylaşamamak'tan doğar.

10 Ekim 2015 Cumartesi

İsraf, oyalanmaktır

Bazen, 'hiçbirşey'e dair yazmak istiyorum. Yani yazmamın amacı birisine birşey anlatmak olmasın. Amacı bizzat kendisi olsun. Kendi yağında kavrulduğu gibi, kendi etrafında da dönsün. Bencilleşsin. Ötekiler dokunamasın, iltifatlarıyla bile olsa. Uzaklaşayım onlardan, hem de yanlarındayken. Kalem, sadece kendiyle oyalansın, oyalansın, oyalansın.

Fakat değil ki bu saadet. İki satır sonra sıkışıyorum. Ziyan olmaktan korkuyorum. Kaçmak istiyorum kendilik kalesinden/esaretinden. Birşey salt kendisiyle varolamıyor. Arızîdir varlığımız. Oyalanmak zaten nedir? Kendinde başlayıp kendinde bitmek. Bir fazlası, bir farklısı, biraz değişiği, 'biraz dahası' olmamak. Kendiyle başlayıp kendinde bitene 'oyalanmış' denir. Ve hadis-i şerif bize der: "İki günü eşit olan ziyandadır." Yani ne demek? Bir yere gitmemişsin. Bir değişik olmamışsın. 'Biraz daha' katmamışsın kendine. Etrafında dönüp durmuşsun kendinin. Etrafında duvar yok, ama esirsin. Duvarları kendinden bir esaret bu. Pervanenin ateşteki esareti gibi. Etrafını çevirmesi de şart değil. Sen duvarlara âşık olmuşsun.

Her aşk bir yönüyle esir alıcıdır. Aşk neden/nasıl esir alıcıdır? Bunu onun insanı birşeye odaklamasıyla/saplamasıyla anlatabilirim. Odaklanmak, eğer odaklandığınız 'aşamadığınız' ve 'durgun' ise, bir hapsolmadır. Odaklandığınız şey değişmediği, gelişmediği, 'daha fazlasını' barındırmadığı sürece, siz o odaklanmayla esir alınmış sayılırsınız. Diyelim ki; yâriniz, bir metruk ahşap evin duvarı. Değil kapıya yürümek, duvarı yumruklasanız dışarıya çıkmak için size yol açılacak. Ama siz duvardaki çatlaklara, girinti ve çıkıntılara, size nakış gibi gelen fena izlerine âşık olmuşsunuz. Sizi o duvarın esaretinden kim kurtaracak? Bülbülü gülün esaretinden kim kurtarır? İnsan birşeye tutulunca etrafındaki duvarları kaldırmakla özgür kalabilir mi? İşte oyalanmak böylesi bir esarettir. Aşk, eğer âşık olduğunuz 'ibaret' ise, bir esarettir.

Allah'a âşık olmanın böyle mantıklı bir yanı da var. Hesabını bilen için kazandırıcı bir yan. "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna!" diyen ayet bize yalnızca 'sağlam yere yatırım yapmayı' önermiyor. Ona bakmadıkça 'ibaret' kalacak olanın yüzüne bakmanın esir alıcılığı da var bu ihtarda. Yani yüz, eğer ona bakmıyorsa, yok olup gidicidir.

Yok olup gitmek ne demek? Önce 'ibaret' kalmak demek. Yıkılmaya başlamadan önce herşey bir duraklama dönemi yaşıyor. Durduğu zaman yıkıldığı zaman kadar can yakmaz belki. Ama oyalar. Artmayan bir varlıkla meşgul olursun. "Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler..." derken mürşidinin, "Dünya bir oyun ve oyalanma yeridir..." buyururken vahyin sana fısıldadığı şey budur. Dünya ile yalnız firâk değil, lezzet ilişkine de dikkat et: Zevkli. Fakat artmıyorsun. Varlığını arttırmayan şeyden uzaklaş. Seni kendi ekseninde döndüren, fakat bir yere götürmeyen çukurlardan kaçmaya bak. Çukur değil girdap onlar. Dönerken alçaltıyorlar. Aslında fenaya gidiyorlar. Giderken seni de götürüyorlar. Oyalandıkça geriliyorsun ey ahsen-i takvim. Böyle giderse nihayetin esfel-i safilîn.

Sen insan değil misin? O halde kalmak'tan ziyade artma'yı seversin. O halde sana varlık katmayacak, seni renkten renge bulamayacak, yeni bir Ahmet, Sibel, Mustafa, Büşra, Ömer, Ayşe olarak uyandırmayacak rüyalara neden yatasın? Neden sırf kendin kalmaya razı olasın. Reşha ol. Yani demem o ki; bir çiğ tanesi ol; kendinden vazgeç. Gece görünmezsin zaten. Güneş vurunca buharlaşmayı da sen göze al. O kadar latif olsun varlığın. Ancak bu letafet içinde başka şeyler olmakla zenginleşirsin. Buhar olursun. Hava olursun. Artık o havaya biner kimbilir kaç çiçekte, bedende, yerde bir 'şey' olursun. Demek, daha çok varolmanın yolu biriktirmekte değil.

"Yiyiniz, içiniz, lakin israf etmeyiniz!" derken Kur'an seni yolda yürümekten caydırmıyor. 'Yolu tutmaya (beraberinde götürmeye) çalışmaktan' men ediyor. Çünkü manzarayla çok oyalanmak, varmak değil; yolda kalmaktır. İsraf, oyalanmaktır. Biliyorsun: Cep telefonuyla her anını görüntülemek seni daha 'kalıcı' kılmıyor. Tutamıyorsun. Bari yolda oyalanma. Derviş Yunus'un dediği gibi: Sonra göçer kervan, kalırsın dağlar başında... Ne diyecektim ben? Hah: Kendisiyle oyalanmayan yazmak eylemi mutludur. Bu yazı da mutludur. Hiçbir şey salt kendisiyle oyalanarak ve kendisiyle varolamıyor. Kayyum ve Samed olan Allah hariç.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Çocukların 'gör' dediği

Hamza Enes'in çok güldüren bir huyu var: Kendince olağanüstü birşey yapacağında veya anlatacağında aile bireylerinin tamamının kendisine bakmasını istiyor. Hasbelkader birimizin yüzü ona değil de başka tarafa dönükse, önce ismini bağırarak, dikkatle alınmazsa da gidip eliyle yüzünü kendinden tarafa çevirerek yapacağını yapıyor veya anlatacağı anlatıyor. Birimizin nazarının eksik kalışı, ona göre, yapacağının veya anlatacağının yeterli takdiri görmeyişi anlamına geliyor. Dikkatlerin üzerinde olması lazım. Hepimizin şahit olması lazım. Eğer farklı farklı odalardaysak, o zaman da hepimizin önünde ayrı ayrı anlatıyor. Üşenmeden dolaşıyor bütün evi. 'Çocukluk işte' deyip geçmeyin. Daha evvel bir yazıda[1] üzerinde durduğum gibi; aslında bu tür şeyler onların şımarıklığından falan değil, fıtratlarının saflığından ileri geliyor. Eğer bir insanda 'fıtrat saflığında' (yani ikincil kurgu/niyetlerle bozulmamış) bir ahlak seyretmek isterseniz, çocuklara bakmalısınız. Ben de yeğenimi bu anlamda Allah'la ahdi yeni bir kitap olarak görüyorum. Fikrim yettiğince okumaya çalışıyorum.

Benden on yaş kadar küçük (belki daha fazla) amcaoğlum Salih'in de küçüklüğünde böyle yaptığını hatırlıyorum hayal meyal. Kucağımda birşey anlattığı zamanlarda, ki kendisi şu an beni kucağında gezdirebilecek bir fiziğe erişti, eğer televizyon vs. birşey dikkatimi dağıtırsa veya kendisini dinlemediğimi hissederse, çenemi tutup kendisine çevirmeye çalışırdı. "Amet abi, Amet abi, Amet abi..." Gerçi o kibardı. Fakat Hamza Enes o kadar da kibar değil. Bazen saçımı çekerek aynı şeyi yapmaya çalışıyor. (Amca/dayı adaylarına bir not: Yeğenlerinizle oynamayı seven türdenseniz saçlarınızı kısa kestirmek iyi bir fikirdir.)

Mad Max: Fury Road filmini izleyenler hatırlarlar: Ölümsüz Joe'nun Savaş Çocukları ismi verilen saçları kazınmış, benizleri soluk askerleri arkadaşlarına şöyle bağırıyorlardı: "Şahid olun!" Sonra da arkadaşlarının "Ben şahidim!" bağırışları içinde bir intihar eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu, her ne kadar, Hollywood kurgusallığı içinde fıtratın saflığını ifade etmeye yeterli olmasa da, içimizdeki bir arzuya tevafuk ediyor: Şahid olunma arzusu. Bediüzzaman'ın, İşaratü'l-İ'caz'da, Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde söylediği; "Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." tesbiti, aslında hepimiz adına bir fıtrat okuması. İki şekilde açıklayabiliriz bunu: 1) Varlığımızı arttırmak istiyoruz. 2) Varlığımızı devam ettirmek istiyoruz. Peki, ne demek bu? İzah edeyim:

Varolan herşeyin sahip olduğu en temel iki güdü/kuvve var. Diğer bütün hisler belki de bu iki ana damarın farklı renklerde tereşşuhundan ibaret: Varolan hep varolmak ister. Ve varolan varlığını daha da arttırmak ister. "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Aslında hepimiz sezgi mesabesinde de olsa vücudumuzun zayıf olduğunu ve sürekli yeniden vücutlandırılmaya muhtaç olduğumuzu biliyoruz. Bu, son mertebede, ism-i Kayyum gölgesinde her an yeniden varedilen ve ayakta tutulan arızî bir varoluşa işaret ediyor. Kuvve-i şeheviyemiz ve gadabiyemiz ise işte bu arızî ve zayıf olan varlığımızın zayıflığından kaçma gayretimizi ifade ediyorlar. Vücudumuzun devam etmesini istiyoruz: Kuvve-i gadabiye. Vücudumuzu arttırmak istiyoruz: Kuvve-i şeheviye. Şehvet burada 'daha fazlasına sahip olmayı' ifade ederken, gadap veya gazap ise o mülkün bizde devamlı olarak kalmasını temsil ediyor.

Şehvetle ilişkilendirilen fiilleri bir düşünün. Bir de gazapla ilişkilendirilen fiilleri. Ben şehvetle ilgili fiilerin insanın varlığını arttırmaya dönük fiiler olduğu kanaatine eriştim. Yüzü tüketime bakan şeyler. Başkasını tükettikçe varolduğumuzu, varlığımızı (onu da varlığımıza katmakla) daha fazlalaştırdığımızı sanıyoruz böylece. "Onda da varolayım. O da benim olsun. Onu da yemiş, şunu da giymiş, bunu da tüketmiş olayım. Şu da benden bahsetsin. Şurada da ben görüneyim. Burada da benden konuşulsun. Şunlar da beni ansınlar. Ben, ben, ben..." Bütün bunları bize söylettiren kuvve-i şeheviye.

Çünkü bu kuvve, daha çok varolmanın (ki varolmak en büyük nimettir) yolunu ötekini tüketmekte veya en azından ötekini kendiyle meşgul etmekte arıyor. Merkezde olmayı daha çok olmakla iltibas ediyor. Zevk dediğimiz herşey aslında bize varlık katıldığını sezdiğimiz an yaşadığımız aşinalık. Allah, varlığımızın devamını bir ölçüde böylesi bir varlık tüketimine (istifade daha doğru bir tabir) bağladığı için onlara bizi koşturacak/çalıştıracak bir lezzet asmış. "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur."

Biz bu lezzetlere dokundukça onun varlığımıza hizmet ettiğini hissediyoruz. Peki, günahlardaki lezzet? Bence şirk haricindeki her günah, çünkü onun bir lezzeti yoktur, aslında helalin israfıdır. Helali için takılmış/asılmış lezzetin, lezzetin asl-ı hedef olmasıyla israfa müncer olmasıdır. Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek kitabında çok dikkatimi çeken bir saptamaydı bu: Eskiden yapmaya mecbur olduğumuz birşeyi yaparken ondan aldığımız lezzetler vardı. Şimdi lezzeti ziyadeleştirmek için mecbur olmadığımız birşeyler yaşıyoruz.

Merkez değişti. Helal ile haram arasındaki nüans da bu. "Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur..." cümlesini böyle de anlayabiliriz. Ve yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulan; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" ayeti de bu bakışaçısıyla daha zengin bir yüzünü bize sunar. Özetle: Günah da, özünde varlıksal olan bir fiilin (şeriat dairesinde kalınmadığı için) israfına düşülmesidir. Ve israf, varlıksal olanı yokluksal kılar. Tıpkı, az yemekle deva olan birşeyi, çok yemekle hasta olmak gibi.

Evvel dediğim gibi: Varlığımızı arttırma isteğinin, hem varolmanın en büyük nimet ve lezzet oluşuyla, hem de her an fenaya doğru kaydığımızı hissetmemizden gelen korkuyla bir ilgisi var. Gazap/gadap zaten korku ehlinin davranış şeklidir. Korkan insan gazaplanır. Çünkü korunma güdüsü tahrik edilmiş, vücudu tehlikeye düşürülmüştür. Varlığının tehlikede olduğunu hisseden canlı önce korkar, sonra saldırganlaşır. Bir keresinde dört köpeğin arasından kurtardığımız bir kedinin, bizimle beraber onu kurtaran bir yabancının suratına saldırdığına şahit olmuştum. Normalde bir kedinin, hele bir sokak kedisinin, insana saldırdığı görülmez. Fakat korku, gazabı beraberinde getiriyor. Varlığımızın tehlikeye düştüğü an, onu korumak için herşeyi yapmayı göze aldığımız an. Aczimiz, cesaretimizin membaı haline geliyor böylece. Kuvve-i gadabiye de varolma arzumuzun bu yüzüne bakıyor biraz. Varolan, beka istiyor, yani hep varolmak istiyor. Varlığını korumak istiyor. Tehlikeye düşürene saldırmak istiyor.

Şimdi baştaki konuya geri dönelim. Şahid olunmak istiyoruz. Bu bizim her iki güdümüzle de/kuvvemizle de ilintili birşey. Birinin size şahid olması, onun dünyasında da varolmaktır. Bu yönüyle bir varlık arttırımıdır. Şöhret, varlıkta böyle bir artış hissi verdiği için insanca arzu edilir. Şehvetle ilintilidir. Ve yine şahid olunmayı istiyoruz. Çünkü aynı zamanda bu bir unutulmama ihtimali taşıyor. Sen ölüyorsun. Ama gözünde varolduğun seni hatırlayacak. Beka, tekrar-ı vücuttur. Onda tekrar varolacaksın. Reenkarnasyona iman etmek, ehl-i dalalet açısından, şaşırtıcı değil. Ahirete imanmamalarından gelen iki kuvve baskısını böylesi bir ihtimal-i tekrar-ı vücut ile bastırmayı başarabilirler(!). Bu noktada Eşkıya filminin o meşhur repliğini de hatırlayalım: "Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin.. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki... Belki o arı ben olacağım."

Buradan, Bediüzzaman'ın duaya dair şöylediği şu güzel sözlere dönelim: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir." Belki dua edeni de rahatlatan, hatta varolanı rahatlatan, birisinin şahit olduğunu bilme hissidir. Hem sana birşey daha diyeyim mi? Kainat, içerdiği sonsuz delille yok olsa, ben yine de Allah'a inanırdım. Çünkü Allah iyi gelir. Çünkü kimse yokolacağına inanmak istemez. Kimse unutulmamasını istediği anlar yaşarken, o anların kaydedilmediğini tasavvur etmek istemez. Hiç olması fikrine dayanamaz. Güzellik eleme dönüşür öyle. İman, sadece karşıkonulmaz delilleriyle mecbur olduğumuz değil, canımıza da iyi geldiği için seçtiğimiz birşeydir. Onunla ancak en güzel anlarını Allah'a emanet edersin. Hem Kur'an bizi teselli eder gibi demez mi: "Şahid olarak Allah yetmez mi?"



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/09/cocuklar-adam-olmasn-yalnz-adamlar-da.html

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...