Mealcilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mealcilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2022 Çarşamba

Bediüzzaman meal mevzuunda israf mı ediyor?

Kur'an'ın hakiki tercümesi mümkün değildir. Bu nedenle istikametli ulemamız eserlerinde 'kısa anlam' manasına gelen 'meal' sözcüğünü kullanmışlardır. (Öyle isimlendirmişlerdir.) Konuyu İİKV'deki bir seminerinde izah eden Prof. Dr. İshak Özgel Hoca hatta demişti ki: Mealler bize ancak şöyle-böyle, azıcık azıcık, yani çok budanmış-özetlenmiş bir şekilde, ayette ne söylendiğini bildirirler. Onlara Kur'an'ın kendisi nazarıyla bakmak yanlıştır. Hele hele hüküm çıkarmaya cüret etmek insanı itikadda/amelde tehlikeli noktalara götürebilir. Zira, muhatap olunan söz vahyin bizzat kendisi değil, bir beşerin anladığı-aktardığıdır.

Yanlış anlaşılmasın. Bunu demekle "Asla meal okunmasın!" gibi bir yasaklamaya girişmiyorum. Yapmadığını söylemek doğru değil. Ben de meal okuyorum. Fakat, tıpkı İshak Özgel Hoca'nın dediği gibi, 'mealin Kur'an'ın kendisi olmadığına' dikkat ederek yapmaya çalışıyorum bunu. Daha ne yapıyorum peki? İstikametine inandığım kişilerin teliflerine bakmaya özen gösteriyorum. Zaten sıkı şekilde takip ettiğim bir tefsir de var. Risale-i Nur külliyatının meftun bir okuyucusuyum. Ehl-i Sünnet çizgisinin yegane fırka-i nâciye olduğunu bilmekteyim. (Adım gibi hatırımda tutmaktayım.) İtikadda-amelde sahip olduğum zırhlardan soyunmayı cehennemim sayarım. Bu tedbir-teyakkuz halinin, inşaallah, gerçekleşebilecek vartalardan koruduğunu ümit ediyorum. Tavrıma rağmen, herhangi bir anladığımın istikamete denk gelmediğini öğrenirsem, ateşe basmış hızında terketmeye hazırım. Çünkü şunda inatçılık ancak ahmaklıktan gelir.

Pek mübarek bu teenni ruhuma öyle işledi ki, meal naklederken bile, karşımdakini uyandırmaya çalışırım. (İşte yazının asıl konusuna geldik.) Hatta geçenlerde sual-cevap mevzuu oldu. Yani bir mecliste dediler: "Neden böyle yapıyorsun?" Ne yapıyorum arkadaşım? "Her meal verişin sırasında 'kısa-kısacık' gibi belirteçler kullanıyorsun. Halbuki meal zaten 'kısa anlam' demektir. Sözü ziyadeleştirmiş oluyorsun. Edebiyatta sözü ziyadeleştirmek israftır." Ben de cevaben dedim ki: "Mürşidim öyle öğrettiği için." Evet. Bana bu faydayı da yine Bediüzzaman öğretti. Metinlerinde o kadar çok böylesi ifadeler kullanılır ki, insan, bu hassasiyetin 'bir usûl öğretmek için' gösterildiğini düşünmeden edemiyor. Mesela: Bazen 'gayet kısa bir meali' diyor. Bazen 'muhtasar bir meali' ifadesini kullanıyor. Bazen 'kısacık bir meali' diye beyan buyuruyor. Bazen de 'meal-i icmalî' diye zikrediyor. Elhamdülillah. Benzeri pekçok 'uyandırıcı' istimali var. Elbette "Aman ha!" deyici bu tedbire denk gelenler önceleri şaşırıyor: Meal zaten 'kısa anlam' demekken neden böyle bir yol tercih ediliyor? 

Onun da cevabını Sünuhat'ta bulduğumu zannederim: 

"Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Meselâ: Hükmün me'hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur'ân ise lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Karmaşık mı geldi? O halde şöyle 'gayet kusurlu bir temsil'le zihninize yaklaştırmaya çalışayım. Herhangi bir edebî eserdeki çağrışımlar dünyasını düşünün. Yahut olmadı kendimiz bir kurgu çatalım: Mecnun isimli esas oğlanımız Leyla nâm sevdiğinden bir çınar ağacının altında ayrılmış olsun. Yüzükler atılsın. İyice dramatikleşsin sahne. Son sözler söylensin. Tamam. Şimdi, romanın devamında, 'çınar ağacı' ifadesi geçtiği her anda, kaç kişinin aklı Leyla'yla ayrılık sahnesine intikal eder? Peki hatırlayanlardan kaçının hatırına Leyla'nın o günkü görünümü gelir? Peki onlardan kaçı Leyla'nın giderken bindiği otobüsü hatırlar?

Böylesi çağrışımların tamamını yakalayabilmek zordur. Zira zihin genelde kolay olana kavuştuktan sonra diğerlerini terkeder. Okuduğundan uzaklaşmaz. Direnir. O yüzden sorularım çoğaldıkça sayı giderek düşecektir. Belki 'sıfır'a dayanacaktır. Zincirdeki halka sayısı arttıkça ağırlığı da artar. Zinciri kısa tutmak isteyenlerse belki şöyle birşey yapar: "Kırmızı elbiseli kızın, altında yüzüğünü attıktan sonra, Fatih otobüsüne bindiği ağacı gördüm." Burada olmayan şey sadece ağacın ismidir. Ancak ismi dışındaki bütün detaylar çağrıştırılmıştır. Söz uzamıştır fakat okuyucuya kolaylık da sağlanmıştır. Neyse. Esasa dönelim:

Zihinde yolu kısaltmanın yolu bazen kelimeleri çoğaltmaya bakıyor. Çünkü insan zihni mesuliyet kendisine bırakıldıkça çağrışım dünyasında ilerlemekte zorlanıyor. Sözgelimi: Bugün 'meal' kelimesinin 'tercüme' demek olmadığını, özellikle başka birşeyi çağrıştırmak için seçildiğini, kaç kişi biliyor? Mealistler-modernistler kaç kişinin kafasında böyle bir duruluk bıraktı? Hadi, onların muğalatasını geçelim, ahirzamanda âdemoğlunun/kızının fehminde bu detayı kollayacak ne kadar derman kaldı? 

O yüzden mürşidimin bu tarz kullanımlarının bir maksada binaen yapıldığını iddia ediyorum. Nedir? 'Meal' denildiğinde 'bizzat Kur'an'ın kendisi' gibi anlayacak olanlara, 'gayet kısacık' gibi uyarıcı ifadeler de eklenerek, ayılma şansı sunuluyor. Zahirî nazarla bakıldığında bu bir 'kelime israfı' sanılabilir. Ancak hikmete konsantre olunduğunda israf kesinlikle yok. Hatta ben bu kullanımı bütün hocalarımıza-vaizlerimize tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Öyle ya: Muhtemelen onların dinleyicilerinde de bu ayrımı kaçıranlar çoğalmaktadır. Meali Kur'an'ın kendisi sananlar artmaktadır. Hassaten genç kuşakta bu yara fazlasıyla bulunur. Cenab-ı Hak cümlemizi müfessirîn-i izâmın âli yolu üzere eylesin. Âmin. Allahümme Âmin.

29 Ekim 2019 Salı

Cuma hutbelerini kim dinliyor?

'Pozitivizm' ile 'mealcilik' arasında hep bir ilgi kurarım. Duyanlar "Nasıl oluyor?" der. Doğrudur. Sürgit olaylar düzleminde aralarında bağ kurmak zordur. Fakat neden-sonuç ilişkilerini olayların elinden alıp düşünüşlerin eline verdiğinizde şöyle bir resim ortaya çıkar: Pozitivizmin 'herşeyi maddede görmekle' düşlediği açıklık mealcilikte de vardır. Yalnız mealcilik aynı açıklığı 'çeviri yapmakta' görür. Hatta çeviri de yetmez. Gün gün sadeleşir mealler. Sürekli safra(!) atılır. Her yeni meal çalışması, istisnalar elbette mevcuttur, bir öncekinden daha sadedir. Basittir. Yalındır. Ancak şu kaçınılmaz netice ıskalanır bu türden çabalarda: Her çeviri bir tür sadeleştirmedir aynı zamanda. Çağrışımların budanmasıdır.

Bir metnin sadeleştirilmesi anlaşılanları/anlaşılabilecekleri de sadeleştirir. Yahut da tam tersi: Metnin sadeleştirilmesi anlaşılabilecekleri, metin sahibinin muradı aksine, çoğaltır. Her şekilde yapılan tahrife dönüşür. Çünkü bir kelimeyi/cümleyi 'anlaşılabileceği anlamlardan etmek' de 'anlaşılmaması gereken anlamlara götürmek' de tahriftir. İşte, biraz da bu haklı kaygılardan dolayı, Kur'an-ı Hakîm'i ideal anlama şekli olarak 'mealcilik' değil, 'tefsir okumak' görülmüştür. Ta ki son asra kadar. Bu yüzyıl bir 'mealler asrı'dır. Neden? Çünkü artık pozitivizmin dalgası buraya kadar gelmiştir. Yaşanan özünde yüzeyin istibdadıdır.

Mürşidimin "Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır!" dediği pozitivist bilimadamlarına/aydınlara da teşmil edilebilir. Evet, onlar, sûret/teknik üzerinde bir uyanış yaşamışlar. Bu uyanış onları 'herşeyin aslını bulduklarına' inandırmış. Yahut da öyle olduğunu düşlemek istemişler. Elmayı kabuğunda bilmişler. Yalnız kabuğunu sevmişler. Çünkü ellerine çokça kabuk geçmiş. Kabuk yemekten başları/kalpleri sarhoş olmuş. Evvelden de epey bir açlıkları varmış ya. Bu açlığın hırsı ifrata yol açmış. Hızını alana aşırıya gitmek pek kolaydır. Kolayı seçmişler. Aşırıya gitmişler.

Ağzı şeker-bal yesin. Mürşidim bir de misal veriyor: "Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise..."

'Arapça hutbe' meselesinde de Bediüzzaman'ın duruşunun aynı olduğunu görürsünüz. Hüner herşeyi çevirmekte/sadeleştirmekte değildir. Hüner çağrışımlara da hakk-ı hayat tanınmasıdır. Müsait bir 'kolayca anlaşılmazlık alanı' bırakılmasıdır. İradeye pay ayrılmasıdır. Peki. Tamam. Ben ki ilahiyat okumamış bir cahilim. Bütün bunları şimdi neden yazdım? Koşar adım ona da geleyim arkadaşım: Bugünlerde Diyanet'in hutbelerinde de böyle bir temayülün arttığını görüyorum. Allah sa'ylerini meşkûr kılsın. Katından ecirlerle onları mükafatlandırsın. Gayretlerini arttırsın. Fakat, nasıl demeli, sadeleştirdikçe öldürüyorlar bazı şeyleri.

Eskiden meşhur hatiplerin cuma hutbeleri kaset olarak da alınır dinlenirdi. Şimdi caminin kapısında çıkanları hutbeyi sorsan hatırlayan yok. Yahut pek az. Bence bu dikkat ölümünün ardında aşırı sadeleştirmenin payı var. Yüzeyleşme ruhu öldürüyor. Hutbelere pozitivizm daha fazla dadanmamalı. Herkes herşeyi anlamak zorunda değil ama herkes bir kudsî duygulanış/düşünüş hissetmek zorunda. Evet. 'Arapça hutbe'de direnemeyip bu ruhun büyük parçasını zayi ettik. Yazık oldu. Sadeleştirmeyle daha fazla etmeyelim bari. Direnelim. Biz 'biz' yapan kelimelerin üzerinde direnelim. En azından hutbede direnelim. Âmin.

2 Temmuz 2018 Pazartesi

Hz. Ali (r.a.) 'sır' sorana neden öfkelendi?

Buna bir 'yazı' demeyelim de bir 'farkındalık' diyelim isterseniz. Cenab-ı Hak, TV111'in 'Sayılı Hadisler' programı sayesinde, bana (bence) önemli birşey farkettirdi. Elhamdülillah. Farkındalığımı yazmadan önce hadisin metnini alıntılayayım: "Ebu’t-Tufeyl radıyallâhu anh anlatıyor: Ali b. Ebu Tâlib’e bir adam gelerek, 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın sana tevdi ettiği sır nedir?' diye sormuştu. Ali buna öfkelendi ve 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, halka gizlediği hiçbir şeyi bana sır olarak vermedi. Şu kadarı var ki, bana dört kelime söyledi!' dedi. Adam 'Nedir onlar, söyler misin?' deyince, Ali şunları söyledi: 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin. Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin. Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin. Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!'” (Müslim, Edâhî 43; Nesâî, Dahâyâ 34)

Peki, Hz. Ali (r.a.), kendisinden 'sır' soran birisine neden böyle bir hadis-i şerif rivayet etti? Ben bunun sırrına şöyle bir tahminle uyandığımı düşünüyorum: Hz. Ali'ye (r.a.) sır öğrenmek için gelen şahıs aslında kendisine 'doğru bir niyetle' müracaat etmiyor. İstediği şey, tıpkı Samiri'nin Tâhâ sûresinde geçen ifadesinde olduğu gibi, 'onların görmediklerini görmek' meselesi. Başkalarında olmayan özel bir bilginin peşinde. Çünkü sevad-ı âzâmın çizgisine bir şekilde/sebepten razı olamıyor. Dışarı aşmak, taşmak, çıkmak istiyor. Fakat bunu yaparken meşruiyet alması gereken bir zemin var. Buna muhtaç. Her demagoji vicdanları aldatmak için argümanlara muhtaçtır. Bu zemini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile birçok açıdan özel hukuku olan bir isimden arıyor. Hz. Ali (r.a.) de, Allahu'l-alem, bu kastı sezinlediği için soruya karşı öfkeleniyor. Ve muhatabının şifa bulması için, başka türden bir hadisi değil, bu hadis-i şerifi sevkediyor.

Peki bu hadis-i şerifin özelliği ne? Kanaatimce, mezkûr hadis-i şerifin özelliği, bid'acılığın mahiyetine dair önemli şeyler söylemesi. Bid'acılık nedir peki? Onu da mürşidimden bir alıntıyla cevaplayayım: "(...) Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir." Evet. Bid'acılık özetle budur. Ve zikredilen hadis-i şerifin herbir parçasında da "bid'acılığın doğası" diyebileceğimiz şeylere işaretler bulunuyor. Nasıl işaretler bunlar? Hemen açmayı deneyelim:

1) 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin.' Bence hadis-i şerifteki 'dört kelime'den birincisi 'niyetteki bozulmaya' işaret ediyor. Bid'acılığın bidayeti tam olarak da bu. Amel-i salih işlerken bile aradığı Allah'ın rızası değil aslında. Ya? Belki çağın rızası. Belki hevasının rızası. Belki modern toplumun rızası. Belki kavminin rızası. Belki popüler söylemin rızası. Belki konjonktürün rızası. Belki devletin rızası. Belki...

İşte bütün bu 'rıza sapmaları' şu yukarıdaki ifadeyle bize ihtar edilmiş oluyor. Nasihat ne? Allah'tan başkası adına kesme! Sırf 'kesmekle' ihlas/istikamet sağlanmaz. İhlasın baktığı yerlerden birinci Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Ki, mürşidim de, İhlas Risalesi isimli eserine şu cümleyle/düsturla başlar: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Ve İçtihad Risalesi isimli eserinde de mevzuyu şöyle taçlandırır: "Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."

2) 'Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin.' Dikkat edin, bid'acılık sevdasına kapılanlar ister 'tarihselci' olsun, ister 'mealci' olsun, ister 'bâtınî' olsun, ister 'Kur'an müslümanlığı' ismini kullansın, hepsinde aynı ayarsızlık vardır. Hepsi 'gelenek' dedikleri şeyle kavgalıdır. Söverler, eleştirirler, yüklenirler. Peki nedir 'gelenek' dedikleri şey. Onu da bize başka bir hadis-i şerif haber veriyor: “Bu ümmetin sonunda gelenler, başında gelenleri lanetlediği zaman, kim bir hadisi/bir sözü saklarsa, Allah’ın benim üzerime indirdiğini saklamış olur.” (bk. İbn mace, Mukaddime, 24).

İşte, bunların 'gelenek' dedikleri şey, hadis-i şerifler üzerine şekillenmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. Ve evet, böylesi kimseler, bir tür 'yenilikçilik tutkusuyla' ebeveynlerini beğenmezler. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini, tasavvuf büyüklerini vs. Hepsine bir kulp takarlar. Bazen lokal, bazense genel, bir dertleri vardır geçmişleriyle. İşte, kanaatimce, hadis-i şerifte bid'acılığın bu yönüne de atıf vardır. (Hatta bu noktada özel bir not da kendim eklemek istiyorum: Böylesi taifelerin rüzgarına kapılan insanların da genellikle ebeveynleriyle sorunları olduğunu düşünüyorum ben. Onlar, ebeveynlerine olan öfkelerini, tüm bir İslam geçmişine karşı tepki göstererek ortaya döküyorlar. Rastladığım örneklerinde bunu gördüm.)

3) 'Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin.' Şu ifadenin işareti zahir olduğu için üzerine fazla birşey söylemiyorum.

4) 'Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!' İşte, bence, bu 'sınır taşları' örneklemesinde de 'dinin dengesini bozmaya' atıf var. Evet, bid'atçı, zaten sınırları belli olan İslam dininin sınırlarıyla oynamaktadır. Tartışmalı gördüğü her meselede yapmak istediği 'sınıra razı olmak' değil 'sınırı başka yere taşımak'tır. Yoğunlaştığı meseleye 'oraya razı olmak' niyetiyle değil 'ne yapıp edip arzuladığı yere taşımak' kastıyla muhatap olduğu için de arzuları elinde hakikatler bükülmeye başlar. Tıpkı, Allah korusun, Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da altını çizdiği şekle döner:

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Evet, arkadaşlar, bencileyin bu hadis-i şeriften böyle şeyler çıkardım. Cenab-ı Hak ihsan etti. Ben de aldım. Kusur bizden. Hamd Allah'a. Cenab-ı Hak cümle hadis-i şeriflerden hissemizi ziyade eylesin. Hz. Ali'nin (r.a.) öfkesine ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lanetine hedef olmaktan bizi korusun. Âmin. Bunun için de gözetmemiz gereken dört hassasiyet var. Hadiste öğretildi. Kalbimizde, karşılaştıklarımızda, okuduklarımızda, duyduklarımızda, izlediklerimizde bu dört şeyin varlığını hissettiğimiz an oradan uzaklaşmayı başarabilirsek muvaffak oluruz bence. Tevfik ise herdaim Allah'tandır. Ondan dileyelim.

22 Mayıs 2018 Salı

Kabuğunu soymakla elmaya kastediyorsun

"Bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır."

Herşeyin ölümü kendi cinsinden oluyor. Anlamın ölümü de anlaşılacakların ölümüdür. Bitirmek de bir tür cinayettir. Kitaplar sonlarına gelindiğinde ölürler. Metinlerin, eğer ki okundukça yeni şeyler söyleyeleri yoksa, ölümleri okunmakla olur. Okursunuz ve arkanızda bırakırsınız. Özellikle 'ucuz metinlerde' durum tastamam böyledir. Onlar bir avuç kabak çekirdeği gibi tüketilir. Fakat, kalitelerini arttırdıkça, yani her başına gelişte yeni şeyler söylemeye başladıkça, bir tür ölümsüzlüğe kavuşurlar. Böylesi metinler hakkında konuşurken 'bitirmenin öldürücülüğü'nden bahsedemeyiz. Çünkü onları asla bitiremeyiz.

Merhum Esad Coşan Hocaefendi (k.s.), bir Ramuzu'l-Ehadis dersinde, ilim meclislerinde bir kitabı tekrar tekrar okumanın ne anlama geldiğini ifade sadedinde (bilmana) diyordu ki:

"Biz böyle yapmakla onlardaki sırrın asla tükenmeyeceğine işaret ederiz. Kur'an'ı okurken de böyle yaparız. Kur'an hatmolduğunda ne olur? Kaldırılıp bir kenara mı konur? Hayır! Hatmin sonunda en başa dönülüp Fatiha sûresi okunur. Bakara sûresinden birkaç ayet kıraat edilir. Öyle bitirilir. Ne demektir bu? 'Bu kitabın asla sonuna gelinemez. Sonuna geldiğini sanan aldanır. Sonuna gelmek aslında yeniden başa dönmektir. Bu öyle söyleyeceği sonsuz bir kelamdır!' demektir. İşte bu nedenle bizim tekkemizde de Ramuzu'l-Ehadis kitabı bitmez. 'Bitirdim' demek mecazidir. 'Tekrar başa dönüyoruz' demektir."

Bakara sûresinin hemen başlarında "Onlar ki gayba iman ederler!" buyuran Cenab-ı Hakkın böyle bir hakikate de işaret ettiğini düşünüyorum. Biz, yani mü'minler, varlığa salt 'şahit olunduğu şekliyle' iman etmeyiz. Bitirmeyiz. Ya? Kuşatılamaz bir 'derinlikle' iman ederiz. Ne demektir bu? Bu, aslında varlığın sadece 'şahit olunandan' ibaret olmadığı, yani daha aşkın boyutlara da sahip olduğu ve şahit olunanlar hakkında yapılacak çıkarımların da ancak bu 'aşkınlığa imanla' birlikte dengeye kavuşacağı sezgisidir. Evet, evveliyetle, sezgisidir.

Bir mü'min önce buna iman eder. Ve ancak buna iman ettikten sonra diğer şeylere de iman ettiği görülür. Gaybına ihtimal vermeyen bir kalbin ancak 'gaybın varlığına bina edilebilecek' bir marifette ileri gitmesi düşünülemez. "Herşey bildiğimden ibarettir!" diyen mütekkebbirin yeni bir bilgiye eriştiği görülmüş şey değildir. Ancak "Bilmediğim şeyler da var!" diyen bir insan yeni şeyler öğrenmeye başlar. Zaten bilmediğimiz herşey de bir açıdan bizim gaybımızdır. Biz yaşarken bu kaybımızı bulmaya çalışırız. Kaybımızın bittiğini düşünürsek biz de biteriz. Onun sonuna gelmek kendimizin/amacımızın da sonuna gelmektir çünkü. Öğrenecekleri bittiğinde insan da biter.

'Sezgi' kelimesini kullandım. Amaçsız değildi. Oraya geleyim: "Sezgi nedir?" diye sorsanız bana, işte, mezkûr bakış açısından hareketle şöyle bir izah getiririm: Sezgi kalbin gaybından haberdar edilmesidir. Eline henüz hiçbir delili geçmemiş olsa dahi 'isimsiz eksikliğini/açlığını' duymasıdır. Varlığını koklamasıdır. Haberini arzulamasıdır. Madem ki insan da şu tevhidî bütünlüğün bir parçasıdır. Elbette parça bütünden haberdar edilmiştir. Doğru yerde durmak için 'bütüne göre' hareket etmesi gerektiğini içten içe sezmektedir.

Gündelik yaşamda dahi birçok şeyi sezinler insan. Vicdan sızısı çeker. Mantığı kabul etmez. Kalbi mutmain olmaz. Taşlar yerine oturmaz. Canı sıkılır. Ruhu bunalır. Birşeyler yanlıştır. Mutlaka birşeyler yanlıştır. Böyle olmamalıdır. Ve bu yanlış iliklenmiş düğme 'kusurun nerede olduğu tam kestirilemeden' dünyanızda döner dolaşır. (Kulağınıza gelen sözlere rağmen "Böyle olmaması lazımdı!" dedikten bir süre sonra 'hakikaten öyle olmadığını' farkettiğiniz şeyler şahidiniz olsun. Sıkı tutun onları. Ben de sözlerimi onların üzerine söyleyeyim.)

Buradan şuraya geçelim: Mürşidimin hutbelerin Türkçeye çevrilmesine bir itirazı var. İlginçtir. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılayayım:

"Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. (...) İkinci sebep:

'Hutbe, bazı suver-i Kur'âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.' Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.

Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
"

Birkaç gün önce bir teravih öncesinde kürsüden soruldu: "İçinizde bir meal alıp baştan sona okuyan var mı?" Cemaat sessiz kalınca bir hayli tezyif edildi. Bense bu tezyifte bir haksızlık hissettim. Çünkü o camide bazı amcalar vardı, en doğrusunu elbette Allah bilir, sorandan daha ziyade ehl-i hâle benziyorlardı. Başka zamanlarda da böylesi insanlar tanıdım. Dedelerimiz zamanında böyle altınlar çoktu. (Şimdi bakırlar çoğaldı.) Bu altınlar, değil ellerine alıp meal okuyarak, ilmihalde kendilerine öğretilen amel-i salihleri bihakkın işlemeye çalışarak ve orada zikredilen günahlardan uzak durarak mü'min oluyorlardı. Vallahi, belki hepsinden daha çok okumuş-yazmış bir adamım, ama onların zerresini kendimde bulamazdım. Çünkü onların dinle ilişkisi benim gibi değildi.

Ben ahirzaman çocuğuyum. Ahirzaman bana meş'um bir bakış öğretmiş. Elime geçen her metni 'bilmekle bitirmeye' çalışıyorum. Bitince metnin benim olduğunu sanıyorum. O mübareklerse bilgiye böyle bakmıyorlardı. Onlar gereğince eyleyince ilmin kendilerinin olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Kur'an'ın mealinden önce ilmihalle ilgiliydiler. Onu pek isabetli olarak Kur'an'ın hayata bihakkın tefsiri olarak görüyordular. Orada denildiği gibi eylemekle Kur'an'ı hayatlarına tefsir ediyordular. Yani hayatlarıyla Kur'an oluyordular.

Bense Kur'an'ı bir entelektüel biliş malzemesi haline getirmeye çalışıyorum. Yaşamak değil tartışmak istiyorum. Zeytinyağı olmak istiyorum. Sonuna varmak istiyorum. Bu yüzden meal istiyorum. Çünkü meal "İşte bu metin bu kadar!" diyecek. Beni anlamın sonuna getirecek. Gaybını yokedecek.

Onlarsa Bediüzzaman'ın dediği yerdeydiler: "Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, 'Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor' der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur." Bununla yetiniyordular. Anlamını bilmedikleri şeylere ağlıyordular. Fakat pek isabetli yapıyordular. Çünkü sezdikleri 'mealler' değil Kur'an'ın 'neden indirildiği' idi. Onu işitmeleri parçaları değil bütünü hatırlatıyordu. Allah'ı hatırlatıyordu. Kalplerindeki bütün maneviyatı birden kendisine çağırıyordu. Bu onlara yetiyordu. Bu onları şevklendiriyordu. Allah onlardan razı olsun.

Mealciliği İslam'ın zirvesi sananları şu yüzleşmeye çağırıyorum: Biz, 'dini daha iyi yaşamak için' değil, 'din üzerinden entellik kasmak için' mealcilik yapıyoruz. Evet. Bariz olan durum bu. Buradan meal okumayı haram saydığım düşünülmesin. Tefsirleri tercih etmekle birlikte, mananın kenarına değmek kabilinden, okunmasının aleyhinde değilim. Fakat 'idealleştirilmesine' karşıyım. Avam-ı müsliminin cahilane(!) takvası üzerinde bir sopa kılınmasına karşıyım. Bilmenin istibdadı altında ruhî sezginin öldürülmesine karşıyım. Ki sezgi ancak gaybı öldürülmekle öldürülür. Sırrın kalmadığı yerde çağrışım yoktur. Ve mealcilik, Kur'an'ın sonuna geldiğini sanmakla, en çok bu gayba kastediyor. Belki biraz da bu 'gaybsız ilişki' yüzünden eskilerin o metinlerle kurduğu hayattar ilişkinin zerresi bizde görünmüyor. Kabuğunu soyunca elmadan olduk biz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...