Allah Resülü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah Resülü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2018 Pazartesi

Hz. Ali (r.a.) 'sır' sorana neden öfkelendi?

Buna bir 'yazı' demeyelim de bir 'farkındalık' diyelim isterseniz. Cenab-ı Hak, TV111'in 'Sayılı Hadisler' programı sayesinde, bana (bence) önemli birşey farkettirdi. Elhamdülillah. Farkındalığımı yazmadan önce hadisin metnini alıntılayayım: "Ebu’t-Tufeyl radıyallâhu anh anlatıyor: Ali b. Ebu Tâlib’e bir adam gelerek, 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın sana tevdi ettiği sır nedir?' diye sormuştu. Ali buna öfkelendi ve 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, halka gizlediği hiçbir şeyi bana sır olarak vermedi. Şu kadarı var ki, bana dört kelime söyledi!' dedi. Adam 'Nedir onlar, söyler misin?' deyince, Ali şunları söyledi: 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin. Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin. Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin. Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!'” (Müslim, Edâhî 43; Nesâî, Dahâyâ 34)

Peki, Hz. Ali (r.a.), kendisinden 'sır' soran birisine neden böyle bir hadis-i şerif rivayet etti? Ben bunun sırrına şöyle bir tahminle uyandığımı düşünüyorum: Hz. Ali'ye (r.a.) sır öğrenmek için gelen şahıs aslında kendisine 'doğru bir niyetle' müracaat etmiyor. İstediği şey, tıpkı Samiri'nin Tâhâ sûresinde geçen ifadesinde olduğu gibi, 'onların görmediklerini görmek' meselesi. Başkalarında olmayan özel bir bilginin peşinde. Çünkü sevad-ı âzâmın çizgisine bir şekilde/sebepten razı olamıyor. Dışarı aşmak, taşmak, çıkmak istiyor. Fakat bunu yaparken meşruiyet alması gereken bir zemin var. Buna muhtaç. Her demagoji vicdanları aldatmak için argümanlara muhtaçtır. Bu zemini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile birçok açıdan özel hukuku olan bir isimden arıyor. Hz. Ali (r.a.) de, Allahu'l-alem, bu kastı sezinlediği için soruya karşı öfkeleniyor. Ve muhatabının şifa bulması için, başka türden bir hadisi değil, bu hadis-i şerifi sevkediyor.

Peki bu hadis-i şerifin özelliği ne? Kanaatimce, mezkûr hadis-i şerifin özelliği, bid'acılığın mahiyetine dair önemli şeyler söylemesi. Bid'acılık nedir peki? Onu da mürşidimden bir alıntıyla cevaplayayım: "(...) Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir." Evet. Bid'acılık özetle budur. Ve zikredilen hadis-i şerifin herbir parçasında da "bid'acılığın doğası" diyebileceğimiz şeylere işaretler bulunuyor. Nasıl işaretler bunlar? Hemen açmayı deneyelim:

1) 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin.' Bence hadis-i şerifteki 'dört kelime'den birincisi 'niyetteki bozulmaya' işaret ediyor. Bid'acılığın bidayeti tam olarak da bu. Amel-i salih işlerken bile aradığı Allah'ın rızası değil aslında. Ya? Belki çağın rızası. Belki hevasının rızası. Belki modern toplumun rızası. Belki kavminin rızası. Belki popüler söylemin rızası. Belki konjonktürün rızası. Belki devletin rızası. Belki...

İşte bütün bu 'rıza sapmaları' şu yukarıdaki ifadeyle bize ihtar edilmiş oluyor. Nasihat ne? Allah'tan başkası adına kesme! Sırf 'kesmekle' ihlas/istikamet sağlanmaz. İhlasın baktığı yerlerden birinci Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Ki, mürşidim de, İhlas Risalesi isimli eserine şu cümleyle/düsturla başlar: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Ve İçtihad Risalesi isimli eserinde de mevzuyu şöyle taçlandırır: "Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."

2) 'Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin.' Dikkat edin, bid'acılık sevdasına kapılanlar ister 'tarihselci' olsun, ister 'mealci' olsun, ister 'bâtınî' olsun, ister 'Kur'an müslümanlığı' ismini kullansın, hepsinde aynı ayarsızlık vardır. Hepsi 'gelenek' dedikleri şeyle kavgalıdır. Söverler, eleştirirler, yüklenirler. Peki nedir 'gelenek' dedikleri şey. Onu da bize başka bir hadis-i şerif haber veriyor: “Bu ümmetin sonunda gelenler, başında gelenleri lanetlediği zaman, kim bir hadisi/bir sözü saklarsa, Allah’ın benim üzerime indirdiğini saklamış olur.” (bk. İbn mace, Mukaddime, 24).

İşte, bunların 'gelenek' dedikleri şey, hadis-i şerifler üzerine şekillenmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. Ve evet, böylesi kimseler, bir tür 'yenilikçilik tutkusuyla' ebeveynlerini beğenmezler. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini, tasavvuf büyüklerini vs. Hepsine bir kulp takarlar. Bazen lokal, bazense genel, bir dertleri vardır geçmişleriyle. İşte, kanaatimce, hadis-i şerifte bid'acılığın bu yönüne de atıf vardır. (Hatta bu noktada özel bir not da kendim eklemek istiyorum: Böylesi taifelerin rüzgarına kapılan insanların da genellikle ebeveynleriyle sorunları olduğunu düşünüyorum ben. Onlar, ebeveynlerine olan öfkelerini, tüm bir İslam geçmişine karşı tepki göstererek ortaya döküyorlar. Rastladığım örneklerinde bunu gördüm.)

3) 'Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin.' Şu ifadenin işareti zahir olduğu için üzerine fazla birşey söylemiyorum.

4) 'Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!' İşte, bence, bu 'sınır taşları' örneklemesinde de 'dinin dengesini bozmaya' atıf var. Evet, bid'atçı, zaten sınırları belli olan İslam dininin sınırlarıyla oynamaktadır. Tartışmalı gördüğü her meselede yapmak istediği 'sınıra razı olmak' değil 'sınırı başka yere taşımak'tır. Yoğunlaştığı meseleye 'oraya razı olmak' niyetiyle değil 'ne yapıp edip arzuladığı yere taşımak' kastıyla muhatap olduğu için de arzuları elinde hakikatler bükülmeye başlar. Tıpkı, Allah korusun, Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da altını çizdiği şekle döner:

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Evet, arkadaşlar, bencileyin bu hadis-i şeriften böyle şeyler çıkardım. Cenab-ı Hak ihsan etti. Ben de aldım. Kusur bizden. Hamd Allah'a. Cenab-ı Hak cümle hadis-i şeriflerden hissemizi ziyade eylesin. Hz. Ali'nin (r.a.) öfkesine ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lanetine hedef olmaktan bizi korusun. Âmin. Bunun için de gözetmemiz gereken dört hassasiyet var. Hadiste öğretildi. Kalbimizde, karşılaştıklarımızda, okuduklarımızda, duyduklarımızda, izlediklerimizde bu dört şeyin varlığını hissettiğimiz an oradan uzaklaşmayı başarabilirsek muvaffak oluruz bence. Tevfik ise herdaim Allah'tandır. Ondan dileyelim.

11 Eylül 2015 Cuma

Çocuklar adam olmasın yalnız, adamlar da çocuk olsun

Benim iki yeğenim var. Bir numaranın ismi Hamza Enes. İki numaranın ismi Yusuf Ayaz. Birisi abimin, ötekisi (aynı zamanda sütkardeşim de olan) amcakızımın oğlu. 7 ve 4 yaşlarındalar... Yeğenden yana şanslıyım. Çünkü ikisi de dünya tatlısı şeyler. (Önüme konulan bir çocuk kataloğundan seçmem istense herhalde yine bu ikisini seçerdim. Öyle diyeyim.) Yeğenlerimin benim için, kan bağımız dışında, ayrı bir önemi de var: Onların çocuk yüzünde 'insanı' daha net okuduğumu düşünüyorum. Yani asl-ı insanı. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinden ders aldığımız; "Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar..." hakikati, bana, çocukların sadece 'talebe' değil 'muallim' olarak da aramıza gönderildiklerini söylüyor. Bir nevi 'yaratıldığımız gibi olma/kalma' dersi veriyor bu öğretmenler. Onlara baktığımız zaman bozulmamış bir fıtratın netliğinde insanı ve dolayısıyla Allah'ın insandaki sanatını okuyoruz. Öğrettiğimiz kadar öğreniyoruz.

Bu ders neden önemli? Bu ders, hayatı diğer insanlarla etkileşim içinde yaşamaya mecbur olan, dolayısıyla bir ölçüde 'mış gibi' yapmaya kendini mecbur bilen bizler için, 'mış gibi' yapmadan önceki halimizin hatırlatıcılığını yapıyor. Tabir-i caizse, her yeni nesil dünyaya geldiğinde Allah dünyaya biraz daha fıtrat serpmiş gibi oluyor.

Varlığı, mürşidimin ifadesiyle 'matbaha-i kudretten bir kazan' gibi düşünün. Bir kenarından da içine sürekli kötülük akan bir imtihan kazanı bu. İnsanın da sürekli o kazanda diğer şeylerle karışarak tadını yitiren bir gıda olduğunu hayal edin. Yapmacıklıkla, riyayla, yalanla, inkârla, inatla, kolaycılıkla, tembellikle, hasetle, ihanetle... türlü çeşit kötülükle sürekli bu kazandaki yemek kıvamını kaybediyor. Kötüleşiyor.

İşte her kıvamımızı kaybetmeye durduğumuzda varlık mutfağının sahibi aramıza yeni yeni fıtratlar mesabesinde çocuklar lütfediyor. Onların gelişiyle ölmeye yüz tutan evlerimiz neşelendiği gibi, asılmaya yüz tutan yüzlerimiz de gülümsüyor. Nice evlilikler kurtuluyor bir çocuk sayesinde. Hayata anlam/amaç katılıyor. Nice hayattan kopmuş/bıkmış ihtiyar, torununun yumuşak ellerinden tutarak parklarda genç gibi koşturmaya başlıyor. Bu kesinlikle bir ihsandır. Çocuklar varlık sahasına üflenmiş taze hayatlardır. O hayatlar bizi İsrafil'in (a.s.) sûru gibi kendimize getirirler.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, Bakara sûresinde geçen 'fasıkların Allah'a verdikleri ahidlerini bozması' meselesini tefsir ederken der ki: "Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi'ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak'la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur."

Ben bu delil ve fıtrat ahdinin bozulması mevzuunu biraz şöyle anlıyorum: İnsan, fıtrî olanın dışına çıktığında, bu çıkışın aslında yanlış birşey olduğunu hissediyor. Belki vücudundaki bir rahatsızlık, belki hayatındaki bir karışıklık, belki ruhundaki bir sıkıntı, belki kalbindeki bir bıkıntı, belki aklında bir kararsızlık, belki hayalinde bir münkabızlık... yani bir şekilde günah bize günah olduğunu (yani yaratılışımızın onu yapmak üzerine olmadığını) delilleriyle fısıldıyor. Vicdan da belki bu zaten. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'fıtrat-ı zişuur.' Fıtratın dışına çıkıldığında farkında/şuurunda olan bir fıtrat.

Buna haram olan şeylerin hepsinde varolan zararları örnek olarak gösterebilirim. Sosyolojik, biyolojik, ekonomik yahut da başka sahalarda. Haram olan şeyde kesinlikle bir/birçok zarar var. Aslında haram olan şeylerdeki bu zarar verici hal, bize, fıtrî olan şeriatle, şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam arasında nasıl bir paralellik olduğunu isbat etmesi açısından da kıymetli. Allah'ın yarattığı bütün kitaplar elbette birbiriyle uyum içerisinde. Yaratılış kitabında yazanla Kur'an'da yazan elbette çelişmiyor. İfrat ve tefrit ise zaten istikametli/helal olanda kalmayıp aşırıya gidişlerin, dolayısıyla günahların menşeidir.

Peki çocuk ne yapar? Çocuk, bu noktada bize fıtratından gelen bir şahitlik sunar. Örneğin: Bizim sonradan bir faziletmişçesine benimsediğimiz 'insanların arkasından kem konuşup sonra yüzlerine pekâlâ dostane gülebilme' meziyetimiz(!) çocuğun dünyasında (daha doğrusu fıtratında) bir karşılık bulmadığı için, ahbaplar arasında canımızı çok yakar. En ummadığınız bir anda, en duyulmasını istemediğiniz sözünüzü, en duymasını istemediğiniz kişinin yüzüne haykırır. 'Çocuktan al haberi' tabiri, çocuğun aptallığını değil, bizim riyakârlığımıza henüz sahip olamayışını/bozulmayışını ifade eder. Bu nedenle ebeveyn de çocuğun yanında konuştuklarına daha fazla dikkat eder. Onun yanında böyle gıybet/iftira türünden diyaloglarını asgarîye indirir. Ebeveynler çocuklarının önünde kavga etmemeye çalışır. En küfürbaz akrabalarınız bile çocukları yanındayken dilindekilerden sakınır. Çünkü içten içe farkındadır: Yanında henüz bozulmamış bir fıtrat vardır. Ve bu fıtrat, ona asl-ı insanı hatırlatır. Çocuklar bir nevi vicdanımızdır bizim.

Bu açıdan çocuklar hayatımıza yalnızca neşe değil, takva da katıyorlar. (Hatta hayret de, merak da...) Bizi biraz daha asl-ı insana yaklaştırıyorlar. Bir yazıya elbette pekçok şeyi sığdıramadım. Ama Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çocuklar üzerine söylediği her hadisi bir de bu gözle değerlendirmenizi isterim. Onların bize öğreteceği çok şey var. Çünkü onların Allah'la ahidleri yeni. Ahidleri yeni derken neyi kastediyorum? Burada da bir hadisi hatırlatmadan geçemeyeceğim. Efendimizin, her yağmur yağdığında göğsünü açıp dışarı çıktığını anlatıyor sahabe efendilerimiz. Nedenini sorduklarında iki türlü cevap verdiği rivayet ediyorlar: Birisi; "Bu az önce Rabbiyle beraberdi!" İkincisi; "Bunun Rabbiyle ahdi yeni!" Demem o ki kardeşlerim: Evinizdeki yağmurlara karşı göğsünüz açık gezin. Yalnız öğretmeye değil, öğrenmeye de bakın. Çünkü onların Allah'la fıtrî ahidleri yeni.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...