çocukluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocukluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2018 Salı

Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden

Yaşlanmak neyin delili olabilir acaba? Düşünsenize: Küçüğüz. Bebeğiz. Ağzımıza verilmese emziğe bile güç yetiremeyiz. Sonra çocuğuz. Yine hayatımızı idame edemeyecek kadar aciziz. Sonra genciz. Kendimizi çok güçlü biliriz. Yumruklarımızla duvarları delebiliriz. Daha sonra ortayaşlıyız. Sınırlarımızın farkındayız. En nihayet ihtiyarız. Yani yeniden bebeğiz. Mülkümüz sandığımız bazı şeyleri gelecek kuşaklara devretmişiz. Zayıflamışız. Güçsüzleşmişiz. Hatta bildiklerimizi unutmaya başlamışız. Belki de bunamışız. Söyleneni zor duyarız. Duyduğumuzu zor anlarız. Anlasak da hafızamızda tutamayız. Suya yazılmış bir yazı gibi kayıp gider zihnimizden. Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden.

Bence, bu döngünün insana veriliş hikmeti, tıpkı Rum sûresinin haber verdiği gibi. Ne diyor 54. ayetinde hatırlayalım: "O Allah ki, sizi güçsüz bir halde yarattı; güçsüzlükten sonra size kuvvet verdi; kuvvetin ardından yine bir güçsüzlük ve ihtiyarlık verdi. O dilediğini yaratır. Çünkü O herşeyi bilen, herşeye gücü yetendir." Ve hüve'l-Alîmü'l-Kadîr. Ayet-i kerime böyle bitiyor. Cenab-ı Hak, buyurduğu yadsınamaz hakikatlerin ardından iki mübarek ismine dikkatlerimizi çekiyor: Alîm ve Kadîr. Ne demek Alîm? "Herşeyi bilen." Ne demek Kadîr? "Herşeye gücü yeten."

Özetle böyle söyleniyor. Ancak mezkûr ayet-i kerimeyi daha nitelikli bir şekilde anlayabilmek için biraz daha derin okumak gerekiyor bu iki ismi. Nasıl? Alîm: "Bütün arızî bilmeler Onun sonsuz bilgisinin birer bahşı olan." Kadîr: "Bütün arızî güç yetirmeler Onun sonsuz kudretinin birer delili olan." Yani bu iki isimde sadece Allah'ın bilişini ve kudretini tarif yok. Aynı zamanda kainattaki bilişin ve kudretin kaynağına da işaret var.

Kusurlu bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım. Elimizde üç tane bez parçası olsun. Bunlardan bir tanesini su kovamıza batırıp sıkabildiğimiz kadar sıkalım ve güneşin karşısına koyalım. Diğerini kovamıza batırıp sadece sıkalım. Üçüncüsü ise suya batırıp çıkaralım. Yani ne sıkalım ne de asalım. Ve şimdi bu üçünün ıslaklığını karşılaştıralım. Nasıl cevaplar verebiliriz? 1) Az ıslak. 2) Islak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Islak. 2) Daha ıslak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Nemli. 2) Islak. 3) Sırılsıklam. Bu üç bez arasında böylesi sıralamalar yapabiliriz. Fakat iş ıslaklığın kaynağına (yani suyun bizzat kendisine) geldiğinde ona bu tür bir soru soramazsınız: "Su ne kadar ıslak?" Saçma olur. Çünkü su ıslaklığın kendisidir. Sonsuzluğudur. Yani suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, zâtîye misaldir. Bezlerdeki ıslaklık ise arızîye misaldir.

Bu nedenle biz dünyada, varlıklar arasında, zeki-daha zeki-çok zeki veya güçlü-daha güçlü-çok güçlü gibi sıralamalar yapabiliriz. Arızîler arasında böyle sıralamalar yapabilmek mümkündür. Fakat zâtî olan böyle bir sıralamaya tâbi olmaz. (İhlas sûresini hatırlayalım.) Olursa zâtî olmaz. Birşeyin zâti olması aynı zamanda kaynağın o olması anlamına gelir. Birşey kaynağı olduğu şeyde acze düşmez. Bu yüzden müslümanlar olarak inanırız ki: Cenab-ı Hakkın tüm isimleri ve sıfatları sonsuzdur. Misli, şebihi, naziri yoktur. Çünkü bizdeki kıyaslanabilir izler sonsuz bir asla işaret ederler. Sonsuzluk asloluşun gerekliliğidir.

Geri dönelim. Ayette, dikkatimizi çektiği üzere, önce iki gelip-geçicilikten ve sonra da iki asıldan bahsediliyor bize. Yani önce çocukluktan büyüklüğe ve büyüklükten ihtiyarlığa değişen şeylerden örnekler veriliyor ve sonra da değişmeyen iki şeye işaret ediliyor. Evet, biz, tıpkı kovaya batırılıp çıkarılan bir bez gibi, önce ıslaklığın zirve noktasına doğru koşuyoruz. Sonra da kovadan uzaklaşan bez gibi zamanla kuruyoruz. Bu gelgitler işaret ediyor ki: Bizdeki bu meziyetler, mesela çok çok bilmekler, mesela çok çok kuvvetli hafızalar, mesela çok çok ağır şeyleri kaldırabilmeler, mesela çok çok çalışabilmekler, bütün bunlar aslında arızî şeyler. Ve biz bunların arızî olduğunu, yani bizim kendi üretimimiz/malımız değil bizde emanet olduğunu, onların elimizden gitmesiyle anlayabiliyoruz. Ve ihtiyarlık da bu noktada Alîm ve Kadîr isimlerinin iki şahidi oluveriyor. Yani ayet-i kerimenin ilk kısmı hemen peşinden gelen Esmaü'l-Hüsna'ya delil fonksiyonu görüyor.

Öyle ya! Bütün bu gelgitler bizden bağımsız olarak bin yıllar boyunca devam ediyorsa, o halde kova başka yerde, su başka yerde, asıl başka yerde. Bizim varlığımız yalnızca bir bezdir. Arızîdir. Islaklığın sahibi bize bahşettiğinde, bahşettiği kadar, biz de ıslanırız. Islaklığın sahibi bizden bahşını kestiğinde, bahşısı kestiği kadar, biz de kururuz. Değişenler değişmeyenin delilidir. Değişen herşey değişmeyen tekin delilidir.

Hem sadece bu da değil. İhtiyarlıkla gelen unutkanlığın Alîm ismine başka bir delaleti daha var. O da mürşidimin şu satırlarında bana gülümseyen birşeydir: "Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. (...) Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm."

Metnin devamını da düşünerek benim anladığım şudur: İnsan bildiğini unuttuğunda yeni bilmekler için kafasında yer açılır. Cehaletin tazelenmesi bir açıdan ilmin ziyadeleşmesidir. Bitirdiğini sandığı şeyi unuttuğunda bitmediğinin farkına varır insan. "Vardım!" sanrısını terkettiğinde yolun devam ettiğini anlar. Hafızası zayıf olanların yorum gücünün yüksekliği belki de buradandır. Onlar herşeyle yeniden yeniden muhatap olduklarından sürekli en başa dönerler. Ve bu da Alîm isminin bitmeyen hazinelerinin kapısını tekrar tekrar çalmak olur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak hiçbir hazinesinden bizi mahrum bırakmasın. Âmin.

16 Şubat 2018 Cuma

Allah bizi seviyorsa sevdiklerimizi neden öldürüyor?

Çocukluk 'olabileceklerin' çağıdır. İslam büyüklerinin hayatlarını öğrenmeye çocukken pek meraklı idim. Onların varlığı, sanki uzaklarımda değildi, içimde de şahitleri vardı. Bana, bir ütopyadan değil, fıtratımdaki bir zenginlikten haber veriyorlardı. Menkıbelerinin zikri/tahatturu, nefs-i emmare tırtılıma, 'çalışırsa güzel birşeye dönüşebileceğini' ihtar ediyordu. İçimdeki potansiyelin, dolayısıyla asl-ı insanımın, hakikatine iman ediyordum onları okumakla. Günahlarımla ümitsizliğe düşmüyordum. Ahirzamanın tozları arasında kaybolmuş kalbim bir yerlerde 'ahsen-i takvim' cevheri bulunduğunu anımsıyordu. Demek başlangıcım iyiydi benim. Bu anımsama elbette özüme gelecek için ümit veriyordu.

Olgunluk 'olmuşların' çağıdır. Şimdi tohum büyüdü. İhtimalleri azalttı. Artık kendisini koca incir ağaçlarıyla karıştıramaz karaçalı. Ben de karıştırmıyorum: Onlar semaya doğru yer tutup bize gölge etmek için varolmuşlar. Tohumları böyle bir tohum imiş. Biz sayelerinde rüzgârlardan korunmak için varolmuşuz. Tohumumuz öyle bir tohum imiş. Ancak yine de, o hayatlara dair yeni her ne okuma yapsam, anlatılanların olmuşluğuna şahitlik ediyorum. Bu değişmiyor. Çünkü içimdeki şahitlerinin şahitliği bitmiyor. Hem onların varlığından cennete de bir delil buluyorum. Öyle ya! Yalnız hatıraları yâdedilmekle gönlümüze cennet esintileri getiren şu salihler, herhalde, gittikleri yeri de cennet ederler. Ve yine, herhalde, ebediyyen varolacakları yeri de cennet ederler. İnşaallah.

Şimdi, bu vesileyle, o kitaplardan birisinde, İmam Ebu Yusuf'a (r.a.) atfen okuduğum birşeyin hakikatine yıllar sonra nasıl eriştiğimi de anlatayım sana. Hafızamda yanlış kalmamışsa, İmam, çok sevdiği bir yakınının cenazesinde şöyle demiş çevresindekilere: "Allah eğer bir kulunu seviyorsa önce sevdiklerini alır..." Bir saniye. Bir duralım.

Nasıl yani? Sevdiğinin sevdiklerini almak? Ve bununla aslında sevgini ifade ediyor olmak? Bu nasıl olabilir? Doğrusu; bu mesele, çocukluğumdan büyüklüğüme, kafamı epeyce meşgul eden şeylerden olmuştur. Çünkü bana hep şöyle gelmiştir: Sevdiklerinden önce ölmek, en azından, onların ölümünü/acısını görmemekle sana verilmiş bir hediyedir. Böylece ilk giden sen olursun ve senin acın onlara kalır. (Biraz bencilce, tamam, ama haksız da diyemezsiniz.) Eğer sen sona kalırsan, bu demektir ki, onların acısı sana kalacaktır. Peki sevdiklerinin acıları kucağına bırakılmakla bir insan nasıl sevilmiş olur? Bu nasıl bir seviştir?

Sonra bir gün, mürşidimin, kendisinden önce vefat eden salihlere dair bir tefekkürünü okuduğumda, İmam'ın sözünün hakikatine gözüm hafifçe açılır gibi oldu. O metin de şurasıdır:

"Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed, Kur'ân'da Muhammed ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed'lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır." Hem yine başka bir yerde diyordu: "Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister?"

Ben bu metinler eşliğinde İmam'ın sözünü artık şöyle yorumladım: İnsan her nereye kendisinden önce sevdiklerini gönderirse oraya ülfetini de göndermiş oluyor. Yani büsbütün yabancımız olan bir yere alışmak önce sevdiklerimizi oraya göndermekle oluyor. Veya olabiliyor. Nasıl? Mesela: Gurbette, askerde veya bir seyahatte, tastamam yabancı olduğumuz bir mevkide, dost bir yüzü, sesi, hatırayı bulmak nasıl oradaki yabancılığımızın bir kısmını alıp götürüyor; aynen öyle de; sevdiklerimizin bizden önce ölüm ötesine alınmış olması da, tastamam bir sevgi ifadesi olarak, ölümün görünürdeki karanlık yüzünü munisleştiriyor. Sevimli kılıyor. 'Büsbütün bilinmezlik'ini 'kısmî aşinalık'a çeviriyor. Yani: Sevdiklerimizinin bizi orada bekliyor olması, onlarla orada tekrar buluşabilme ümidi, bu dünyada yarım kalan hayatımıza bir teselli sunuyor.

Bu meselenin birinci tarafıydı. Bir de ikinci tarafı var. Ki onu da bana düşündüren yine mürşidimin bazı metinleridir. Mesela bir yerde talebelerinden birisine diyor: "Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın." Hem yine ehl-i beytin yaşadığı acıları analiz ederken diyor: "Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular."

Ben de fanilikle yaralı kalbime diyorum ki şimdi: Senden önce dünyanın ölmesi, senin dünyandan önce ölmenden yeğdir. Zira ikincisinde dünya senin faniliğine belki aldırır. O binler ölümler içinde belki (o da çok zayıf bir belki) önemser. Fakat birincisinde sen dünyanın faniliğini mutlaka farkedersin. Sevdiklerinin acısıyla bir arayışa girersin. Belki bu arayış sayesinde hakikate de erersin. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu gidenlerin/gidişlerin acısı sana gidilecek yere yönelik hazırlıklı olmayı öğütler. Hatta içinde bir yerde körükler. Bu öğütleme ve körükleme sayesinde insan ölüme hazırlıklı yaşama fikri edinir. Bu fikir ve eşliğinde geliştirilecek gayret sayesinde, inşaallah, ahiretini kurtarmış olur. Kendisinden önce gönderdiği güzel dünyaya yeniden kavuşmuş olur.

Şimdi, ister yakınlarının ölümlerine, ister hayatlarına hayran olduğun büyüklerin vefatlarına, ister her an ölüp gitmekte olan güzel anlarına bu nazarla bak. Allah, seni sevdiklerinin ölümüne şahit kılmakla, sana bir kötülük etmiyor aslında. Yani ayrılıklarını, acılarını, özlemlerini kahrolasın diye omuzlarına vermiyor. Zulmetmiyor. Hâşâ! Esasında olay şu: Gitmesi kaçınılmaz olan bir yer var. Düşmesi kaçınılmaz bir çukur var. Ve sen oraya çok hazırlıksızsın. Hiç gidecek gibi durmuyorsun. Hiç gidecek gibi hazırlanmıyorsun. Hiç gidecek gibi aldırmıyorsun. Rabb-i Rahim'in, senden önce gidenleri sana göstermekle, bu kaçınılmaz yolculuğu hatırlatmış oluyor. Yani: Hem hatırlatıyor, hem özletiyor, hem de hazırlıyor. Şimdi bunları da hesaba katıp düşün arkadaşım: İmam'ın sözünde çok büyük bir hakikat var öyle değil mi?

24 Mayıs 2016 Salı

Çatlaklar nasıl tedavi edilir?

İnsan olup da ayn(r)ılıkların etrafında dönmemek mümkün mü arkadaşım? Hafızanın getirisidir bu tekrar. Ruhun belirtisidir şu tavaf. Bizi ‘biz’ yapan da beni ‘ben’ yapan da o ‘biz'in ve ‘ben'in şifreleriyle kurabildiğimiz bağlardır. Elhamdülillah. Ve de bin şükür. O zaman mecburum ayn(r)ılıklarımı gezinmeye ben. Tavafım sayesinde ‘biz-ben’ bilincine sahip oluyorum çünkü. Neden küseyim? Hikmetleri hatırına barışmam gerek. Bazı yüzler ilk gördüğüm günkü gibi aklımda. Evet. Bazı kırgınlıklar aynı sızıyı saklıyor. Tamam. Ama, kabul edelim, şimdi aynı Ahmed olarak bakmıyorum onlara. Bütünle kurduğum ilgiler beni de değiştirdi. Manzarayı keşfettikçe detayları başkalaştı.

Yanlış biliyoruz. Yaşlanmak yıpranmak değildir belki de arkadaşım. Uzlaşmaktır. Uzaklaşmaktır. Resmin bütününe bakmaktır biraz daha. Evvelce canını yakan şeylere, bütünlükteki hikmetlerini farkederek, barış elini uzatmaktır. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Sulhte hayır vardır.” Hayır sulhle görünür çünkü. Parçalar barışmadan bütün olamazlar. Öyle ya: Düşmanlarımızla da barıştığımız birgün gelir. Her fırsatta kavga ettiğiniz o çocukla gün gelir geçmişi gülerek yâdedersiniz. Yaşlılık, vaktiyle ciddiye aldıklarınızla alay ettiğiniz, alay ettiklerinizi de ciddiye aldığınız bir süreçtir sanki. Gözler geriledikçe parçaların arasındaki uyum daha sıkı kollanır. Uyuma uyanıldıkça da detaylarla uzlaşılır.

Çocukken çocukluğumun her parçasıyla barışık değildim arkadaşım. Hatta pek tatsız bölümleri olduğunu hatırlıyorum. Fakat uzaklaştıkça güzel bulmaya başladım. Uzaklaştıkça dert hüsünleşti. Çirkinlik giderek ‘dolayısıyla güzel’ oldu. Bu, bir kısmını unutmamla ilgili olduğu kadar, bütünde ifade ettiği anlamı kavrayışımla da ilgiliydi. Yazmak uzlaştırıyormuş. Gördüm bunu. Tecrübe ederek hem de. Şunu da söyleyebilirim: Çocuklar çocukluğun hiç geçmeyecek bir devir sanıyorlar. Ama büyükler bir parçadan ibaret olduğuna uyanıyorlar. Sabır da biraz bu uyanıştan doğuyor sanki. Yaşadıklarının parça olduğunu düşünen sabredebiliyor. Bütün olduğunu sanrılayansa onda boğuluyor.

‘Güzel için’ olması, mürşidimin ifadesiyle, 'neticesi itibariyle güzel’ olması çirkini de ister istemez güzellik kılar. Dahil olduğumuzun sıfatlarından biz de istifade ederiz. Manzaraya iltifat edildiğinde en yoz kayaların dahi ondan bir hissesi vardır. Kur’an’da Musa aleyhisselama "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diyen Hızır aleyhisselamın nazarımızı çevirdiği biraz da bu değil miydi? Bütünü sezemiyorsan parçaya nasıl sabredeceksin? Öyle ya: Birşeyin içyüzü anlamıdır aslında. Bütündeki yeridir. Özüdür. Arkadaşım buna da iyi kulak ver: İmanın en büyük 'bütünlük uyanışı’ olduğunu düşünüyorum ben bu eşikten bakınca. Yani en büyük resim imanla görülendir.

Tevhid herşeyi tek-bir manzaranın parçası kılar. O zaman hiçbirşey diğerinden kopuk olmuyor işte. Neye baksanız, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘mana-i harfî’ye mecbur oluyorsunuz. Hepsini yaratan aynı Allah olduğuna hiçbir varlık 'isim' olamaz. Yalnız kalamaz. Sırf kendisi için bakılamaz. Kısa bir mealiyle Kur’an’da buyrulduğu gibi yahut: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Sahi. Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? 

Arkada bırakmak yok. Zamansal bütünlüğün parçasıyız hepimiz. Şecere-i kainatın dallarıyız ya da kökleriyiz. Üzerimizde kardeşliğin izleri var. Aynılığın tavafı var. Evet. Kalbinizin sızısı yüzyıl geçse de sizinle. Tamam. Ama ne mutlu ki sizinle! Onun sayesinde bütüne dahil oldunuz. Aklınızdan çıkmayanlar ruhunuza işleyenlerdir. En unutulmaz bağlarınızdır. Nakış kıpırdandığında ilmeklerini hatırlar. Kilimiyle bağ kurar. Dertlerini böyle de tasavvur edebilirsin belki: Allah, bir bütünün parçası olduğunu sana onlarla öğretti. "Nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." cümlesini bir de böyle düşün derim arkadaşım. Nihayetinde gökyüzü de içimize çatlaklarımızdan sızıyor. Doğurduğu ışıksa, çatlaklarda tekrara düşmenin ne tehlikesi olabilir, vesselam.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...