Algı yönetimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Algı yönetimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2014 Pazar

Parçalarda boğulmak 2

"Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler." Bakara sûresi,  26. ayetten.

Bir önceki yazıdan devamla konuşalım. Böylesi daha kolay. Yolun taşlarını tekrar döşemek zorunda kalmıyorum böylelikle. Kendimi ve sizi meseleyi yarım bilir kabul edip, öyle devam ediyorum. Parçalarda boğulmakla ne kastettiğimi bir önceki yazımda bir nebze anlatmıştım. Şimdi, bu yazıda, onun tehlikeli bir yönünü daha anlatmaya çalışacağım. Bu sefer konumuz 'uzmanlaşmanın körleştirmesi' değil, 'parçanın özelliklerinin genelleştirilerek bütünün ondan ibaret görülmesi' üzerine olacak. Buna kısmen bir önceki yazının sonunda değindim. Yalnız dikkat çekmek gibi birşey oldu o. Hem şer/hayır ekseninde değinmemiştim. Eksik kaldı. Bugün şer ve hayır ekseninde 'parçalarda boğulmayı' tekrar konuşalım. Hareket noktamız Muhakemat'taki şu cümle olacak: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Peki, bu cümle parçalarda boğulmakla ilgili bize ne söylüyor?

Öncelikle; parçanın ve bütünün birbirinin bütün özelliklerine kefil ve sahip olmadıklarını gösteriyor. Yani bütün, parçaların birleşiminden fazlası olduğu gibi tamamen zıttı birşey de olabilir. Mesela küçük küçük (kimine göre) şerler bir araya geldiğinde, parçaların tamamı (kimilerine) şer gibi görünüyor olsa da, bütünün ortaya çıkardığı hakikat hayır olabilir. Bediüzzaman, Muhakemat'ta altını çizdiği bu hakikati, yıllar sonra telif ettiği diğer eserlerde daha da detaylandırıyor. Mesela şeytanın hilkatinin ve imtihanın hikmetinin anlatıldığı yerlerde, şerri yaratmanın şer olmadığını izah ettiği yerlerde. Hilkatteki hayrın bütün neticelere baktığını, şer algısının ise neticelerden yalnız birisine saplanıp kalma ve diğerlerine karşı körleşmeyle olduğunu ortaya koyuyor. Mesela ateş, beşere çok faydalar sağlıyor. Fakat birisinin suistimaliyle veya dalgınlığıyla bir yeri yansa, bu, ateşi külliyen şer yapmaz. Bilakis, onun kesbi/kazanması/istimali nedeniyle ona şer görünür, hakikatte ise ateşin hilkati hayırdır.

Bediüzzaman'ın 'parçada boğulmak' noktasında dikkatimizi çektiği ikinci şey ise; parçanın bütünün tamamını temsil etmediği. Ancak bu seferkinde tamamen zıttı olmasına gerek yok. Aksine, bütünün her yerine homojen veya heterojen şekilde yayılmış olarak bulunabilir bu hasiyet. Fakat yine de tamamının bundan ibaret olduğu söylenemez. Mesela yine "Hayat bir cidaldir" diyenlere itiraz ettiği yerde Bediüzzaman cidalin/mücadelenin hiç olmadığını söylemiyor kainatta. Ki varlığa baktığımızda bir mücadeleye de şahit oluyoruz. Birileri veya birşeyler birbirine karşı baskın gelmek için bir kavga veriyorlar. Bunu inkâr edemeyiz. Ancak şunun altının çizilmesi gerektiğini gösteriyor bize Bediüzzaman Hazretleri: Hayat, mücadeleden ibaret değildir.

"Nübüvvetin hayat-ı içtimâiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut tâ nebâtât hayvanâtın imdadına ve hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede; felsefenin hayat-ı içtimâiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zâlim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sû-i istimâllerinden neşet eden düstur-u cidâl nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, 'Hayat bir cidâldir' diye, eblehâne hükmetmişler."

Gördüğünüz gibi, cidalin varlığı değil, 'yalnız bir kısım'ın tasarrufundan bütüne dair yapılan "Hayat cidaldir" çıkarımı hatalı Bediüzzaman'a göre. Ki bu Kur'an ekseninde de böyledir. Allah varlığı hayır üzerine yaratmıştır. Hayır ise yardımlaşma, kerem, ikram üzerinedir. Ve hayır her zaman galiptir. Eğer şerrin galip olduğu bir âlemde yaşasaydık, mutlaka bir noktada hiçliğe yuvarlanmıştık.

Bu noktada hemen kurgusal alana bir eleştiri yapmak istiyorum. Kurgusal alandan kastım: Edebiyat, sinema, tiyatro, televizyon vs. (Bir yönüyle bilim de bu alana dahil. Sınırlılığıyla.) Firavun'un sihirbazları gibi ipi yılan gösterebildiğimiz o alan. Kurgusal alan, kendinin de gerçek olduğu iddiasıyla bizim dünyamızda, epey de kendisine nazar ettiğimiz, ikinci bir gerçeklik algısı oluşturuyor. Daha doğrusu: varlık algısı. Örneğin; kahramanın başına ne geleceği kaderin değil, senaristin ve yönetmenin ellerinde olan bir sinema yapıtında ortaya konan hayat, bu hayatı 'hayatın tek yansıma biçimi' olarak gören insanlarda şiddetli bir algı bozulmasına neden oluyor bence.

Nasıl? Mesela peşpeşe on tane Emrah filmi izleyen bir insan hayatın kahredilesi, isyan edilesi ve yakıp yıkılası bir acılar yumağı olduğunu düşünebiliyor. Peşpeşe on tane Sır Kapısı, Kalp Gözü, Sırlar Dünyası benzeri program izleyende de oluyor buna benzer bir kırılma. Sıradışı dokunuşlar bekliyor hayattan hep. Yine peşpeşe on tane aşk filmi izleyenin (hadi bunlar Bollywood yapımları da olsun) evliliğe bakışı muhtemelen epey bir standart üzerine çıkmış oluyor. Olmayacak, olsa bile çok zor farkedilecek tesadüfler, sürprizler, seçimler ve onların eşliğinde gerçekleşen bir aşk/evlilik. Bunun günlük hayatta bir insanın karşısına çıkma olasılığı nedir? Çok zayıf olduğunu içimizde bir yerde hepimiz biliyoruz. Fakat bu kurgusal alan, yani bulaşık beşer elinin oynattığı ilizyon, hepimizin varlığın geneli adına yaptığımız çıkarımları etkiliyor. Hassaten anahaber bültenlerinin ve hatta belgesellerin. Eşyayı Allah Resulünün duasında olduğu gibi 'olduğu gibi göstermeye' değil, 'rating aldığı şekilde göstermeye' çalışan medya, cüzi olanı, külli olana galip getirebiliyor. Zaten vurgu da bu değil midir? Vurgu, azı çoğa galip getirme sanatıdır. Cerbeze de en çok bununla yapılır.

İman, bir kalbe girip çalışabilmek için doğru bir varlık algısı ister. En azından varlık algınızla oynamaya açık olmanızı. Kur'an sûreleri içinde defalarca bizi varlığa tekrar bakmaya, tekrar tekrar bakmaya davet eder. "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" gibi pekçok soru ayetinin ardında zımmi bir emir vardır: "Hadi, baksana!" Ama sadece NASA'dan gelen bilgilerin oynanmış kurgusuyla değil, kendi kafanla ve gözlerinle de bak. Bugünlerde göğe bakmak yerine, gökbilim ile ilgili belgesellere bakmayı tercih ettiğimiz ortada. Kendi yeğenimden biliyorum. Çıkıp dünyayı keşfetmek yerine, dünyayı bilgisayarından seyretmeyi seviyor. Neden yeğenim? Ben de şimdilerde biraz öyleyim aslında.

Bediüzzaman'ın siyaseti terk etmek arkasından 'gazete okumayı bırakmasını' özellikle zikretmesi, daha sonra radyo ile dünya savaşını dinlemekten cemaatle namazı terkedenleri eleştirmesi, biraz da bu kurgulanmış varlık algısına yaptığı bir eleştiri bence. Bilgiyi yöneten, bilgiyi ondan alan herkesin varlık algısını da yönetebiliyor. Vurgularla, cerbezelerle, deccalî bir perspektiften cenneti cehennem, cehennemi cennet göstermekle şerri hayra galip kılıp üzerine imanın bina edileceği varlık algısını raydan çıkarıyor.

Haşir Risalesi'ne geleyim. Orada Bediüzzaman'ın 'hakikatler' bahsinde üzerine imanı bina ettiği kanunlar, eğer siz varlığı öyle algılamıyorsanız, size nasıl tesir edebilir? Bu yüzden Bediüzzaman öncesinde doğru varlık algısını içeren hikayeler anlatıyor bize. Varlık algımızı hikayelerle düzelttikten sonra üzerine hakikatleri bina ediyor. Hem bu noktada bir parantez daha açayım: Kur'an neden bize Tevrat'ı veya İncil'i okumamızı veya başka kitaplara bakmamızı değil de varlığa bakmamızı öğütlüyor? Varlık daha bozulmamış, beşer eli karışmamış/kurgulanmamış, olduğundan olabilir mi? Ondan çıkarılacak yorumlar daha dengeli olduğundan?

Milan Kundera'nın Jacques ve Efendisi oyununda geçen bir diyalog vardır, çok severim. Jacques, Efendisine der: "(...) bana yol göstermenizi istiyorum. Buyrun!" Efendi cevap verir: "Buyuracağım buyurmasına da ilerisi ne taraf?" Jacques'ün cevabı manidardır: "Ben size bir sır vereyim en iyisi, hem de büyük bir sır. Kadim zamanlardan kalma en büyük numarası insan evladının. Neresi biliyor musunuz ilerisi, nereye dönersen, işte orası ilerisi."

İşte modern zamanların dinî tartışmaları içinde de birazcık bu var. Mesela diyelim, dindarlıkla mesafeli birisi, hadi biraz daha ilerisi, inançsız birisi; sizinle din konusunda tartışmaya başladığında hemen 'tesettür' gibi, 'çok eşlilik' gibi, 'kader' gibi bahisleri açıyor. Oradaki kendi varlık algısıyla sizi mat etmeye gayret ediyor. Bir nevi parçada boğmaya çalışıyor sizi. Kendince sorunlu bulduğu parçada. Kendi ilerisinde. Halbuki Bediüzzaman'ın hem Kader Risalesi'nin başında, hem Mirac bahsinde altını çizdiği birşeydir: İman, sonrakiler önce konuşularak veyahut parça bütünün tamamının yerine geçerek konuşulacak birşey değildir. Parçalarda boğmak, şeytanın da küfrü kalbimize yerleştirmeye çalışırken kullandığı bir silah.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...