uyumsuzluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
uyumsuzluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2017 Perşembe

Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...

Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.

Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."

Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.

Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."

Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.

Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.

Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.

Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.

Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...