10 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 4: Şebperestlik

Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin." (Bakara sûresi, 111. ayetten)

İlk kez 28. Mektup’ta görmüştüm o ifadeyi. Bediüzzaman, ‘rüya’ ile ilgili bir bahse girizgâh yaparken onu alıntılamıştı: “Ne şebem ne şebperestem men. Ğulami şemsem, ez şemsi mi gûyem haber...” Manası şöyle veriliyordu aynı sayfanın altında: “Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.” İfade Farsçaydı ve İmam-ı Rabbani’ye (k.s.) aitti. Yani nakşibendiliğin ve tasavvuf mesleğinin güneşi, ekser ulemanın kanaatine göre ‘ikinci bin yılın müceddidi’ olan birisine.

Günlerce düşündüm ben bunu; “Geceye tapmakla rüyanın ne alakası var?” diye. Sonra bir gün, bir sözlükte şebperest kelimesinin tasavvuf içre bir anlamına rastgeldim. Şöyle deniyordu: “f. Geceye, rüyaya ve uykuya fazla kıymet veren...” O zaman anladım ki, ‘şebperest’ mecazi ve eleştirel bir ifadedir. İmam-ı Rabbani gibi hakikat mesleğindeki zatlar, rüyaya düşkün ehl-i zevk ve keşf erbabına bu ifade ile bir eleştiri getirmektedir. Bediüzzaman da yine bu yüzden, rüyaya düşkün gördüğü bir talebesine, ihtarından evvel bunu alıntılamıştır. Ve devamında demiştir:

“(...) kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden, o cüz’î hadise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.” Hem yine devamında demiştir: “Kur’ân ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller.”

Sonrasında okuduğum metinlerde de bu ifadeler aklımda oldu. Gördüm ki, ehl-i hakikat, hangi dalda ihtisas sahibi olursa olsun, o meslek erbabını rüyasını sınamak noktasında uyarmış. “Aman!” demiş. “Dikkat!” demiş. Nasıl bir sınamak bu? Rüyayı Kur’an ve sünnet ölçüleriyle sınamak. Mesela fakihler demişler ki: “Rüya, fıkhın delillerinden değildir.” Örneğin; bir adam, rüyasında “Sen bundan sonra namaz kılma. Senden namazı kaldırdık!” diye birşey işitse, o rüya ile amel etmesi caiz değildir. (Gavs-ı Âzam Hazreti Abdülkadir’in böyle bir menkıbesi bulunur.) Çünkü Kur’an ve sünnetin açık emirleri ve hükümleri vardır. Bu noktada rüya ile fıkıh şekillendirilemez. Ancak Kur’an ve sünnete muhalif olmayan manalarda (rüya-yı sadıka nevinden olduğuna kesin kanaat getirilirse ve tabiri de ehline yaptırılırsa) güzel bir zan olarak ümit edilebilir. Yoksa rüyalardan yeni hükümler çıkarılamaz. Eskileri onunla kaldırılamaz. Hele üzerinde Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ölçüleri işletilmeden “Ben rüyamda böyle gördüm. Bana böyle emredildi. Ben böyle yapacağım!” denilemez.

Diyenler olmamış mı? Olmuş. Fakat onlar da hakikat mesleği erbabınca hep sigaya çekilmişler. Mesela İbn-i Arabî (k.s.) ki, büyük bir velidir; eserlerinde yakazaten kendisine bildirilen hadisleri naklettiğinden, ulema, onun eserleri okunurken dikkatli olunmasını söylemişlerdir. “Hususi, yakazaten kendisine söylenmiş şeyler olabilir. Fakat onlardan ümmete emir çıkarılamaz ve o has sözler genel hükümler için ölçü olamaz!” demişlerdir. Nihayetinde bir müfessir olan zaman göstermiştir ki, onun mesleği, kendisine ve Sadreddin-i Konevi gibi şahıslara hastır. Kendisi hâdi olsa da her meselede ve her zaman mehdi olamayacaktır. Çünkü keşfini, hakikate nazaran daha fazla önemsemiştir. Ümmetin geneline hitap edense hakikat mesleğidir. Belki de bu yüzden İmam-ı Rabbani (k.s.) der:

"Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim." Hem der: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır." Hem yine der: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır." Hem yine der: "Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Yani feraizden taviz verenler, itikadında sapma olanlar ne nakşi mesleğinde ne de hakikat mesleğinde söz sahibi değildirler. İsterlerse havada uçsunlar, ister suda yürüsünler.

Rüya konusunda, Bediüzzaman, sadık rüyaların hakikatini kabul edip onlara dair çok şeyler anlatsa da, külliyatın genelinden anlarsınız ki; rüyaların fazla medar-ı bahs olmasını sevmemektedir. Hatta yıllar önce gördüğü Ağrı dağının parçalanması tasviri ile meşhur rüyasını anlatırken bile orada kendisine “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” diyen kişinin ismini vermez. Mühim birisinin âmirane söylediğini zikredip geçer. Nur talebelerinin o şahsın kim olduğuna dair çok teorileri vardır. Ancak bence Bediüzzaman’ın o ismi vermeyişi yine hikmetli ve sırlıdır. Belki de o isim üzerinden kendisine fazilet atfedilmesine ve rüya üzerinden zatına inkıyad edilmesine sebebiyet vermemek içindir. (Lemaat’taki Meclis-i Nuranî bahsinde de yine meclisteki kişilerin kimler olduğunu yâd etmez.) Dedim ya, o bir hakikat güneşi hâdimidir. Hakikatin, hayalattan fazilet almaya ihtiyacı yoktur. Bu yüzden de lahikalar boyunca kendisine yazan talebelerinin bu tarz nakillerine iltifatı zayıftır. Bazı olur, tek satırla, “Tabiri çıkmış” deyip keser.

Yine manevî keşfiyatını dahi mizana vurduğunu görürsünüz Bediüzzaman’ın. Mesela; “Eski Said, bir hiss-i kablelvuku ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş…” dediği yerde kendi keşfini yorumlamakta yaptığı hatayla yüzleşir. Rahattır her zaman. “Bediüzzaman’ı büyük yapan nedir?” diye bana sorulduğunda vereceğim cevap da hazırdır: “O, kendisinde gördüğü hatalarla yüzleşecek kadar, hayatını ikiye bölüp mazisini mizana vuracak kadar merttir.” Yaptığı hataların arkasını yüz tevil ile toparlamaya çalışmaz. Talebelerini buna çalıştırmaz. Yanlışa yanlış der ve yoluna devam eder. Yine lahikalarda, ebced hesaplarında yaptığı düzeltmeleri kayıt altına aldırmakla bu rahatlığını ortaya koyar.

Şimdi bir kenarda İmam-ı Rabbani gibi, Bediüzzaman gibi hakikat güneşi hâdimleri vardır; diğer yanda rüyacılar. Onları nasıl tanırsınız biliyor musunuz? Fıkıhtan, Kur’an’dan, sünnetten saptıkları her anda, tevbe etmek yerine, yeni bir rüya ortaya çıkarmalarıyla. Şapkadan tavşan çıkarır gibi rüya çıkarırlar onlar. Mesela dersiniz: “Yahu bu Türkçe olimpiyatları ne Kur’an’ın emri, ne sünnette var? Hem asabiyet kokuyor. Neden bu kadar kaynak, insan, zaman buna ayrılıyor? Bu nasıl Kur’an hizmeti? Hem kızlı-erkekli gençlerin gelip şarkı söylediği bu şey, nasıl bir din gayreti?” Daha soru ağzınızdan çıkmadan bir rüya uçup gelir mektuplarla: “Allah Resulü Türkçe olimpiyatlarına gelmiş!” Şap diye ağzınıza rüya tokatını yapıştırırlar. Daha ne fıkhı hatırlarlar, ne sünneti. “Hakikat mesleğinde rüyalara o kadar itimat edilmez” de diyemezsiniz, fıkıhta rüyaların delil sayılmadığını da.

Daha da fenası; ehl-i iman arasında beddualaşmak gibi elim bir hadiseyi masaya yatırırsınız. “Bu yanlış birşeydi. Tamam, bir hatadır oldu. Savunulmasın. Özür dilensin!” Aman, aman! Nasıl böyle birşey söylersiniz? Bu ihtarı yapan bir kardeşime, yine camiadan olan kardeşinin dediği gibi: “O beddua, Allah Resulü’nün rüyada emretmesiyle yapılmıştır. Onun emri olduktan sonra, daha nasıl sorgulanır?”

"Ulan ne iş? Din yeniden rüyalarla mı vahyolunuyor!" diye bağırasınız gelir, ama merhametiniz el vermez. Karşınızdaki bir şebperesttir çünkü. Şebpereste hakikat dersi vermek, deveye hendek atlatmaktan zordur.

Camiadaki (veya Hizmet Hareketindeki) kardeşler arasında bu rüya meselesi enteresan bir revaçtadır. “O rüyasında şunu görmüş. Bu rüyasında falancadan emir almış. Zaten büyüğümüz her gece rüyasında onunla beraber. Falanca abiye rüyasında söylemişler. Yeşil kubbeden geliyor tüm haberler…” böyle garip ve korkutucu bir tarık-ı hayalat (hatta mezheb-i hayalat), kendi fıkhını rüyalar üzerinden ufaktan ufaktan kurgulayarak, gelmeye başlamıştır. Türbana füruat dese de güzel anlaşılır, Mavi Marmara’ya tüm ümmeti küstürmek pahasına çirkin baksa da, mümin bir topluluğa beddua sallasa da...

Doğru ya, haberler rüyalardadır. Strateji gündüzleri değil, geceleri fakslanmaktadır. Daha fazlasına ne gerek vardır? Ve şalter kapatılır. Daha da acibi: Ortaokul çağındaki öğrenciler sınavlara çalışmak için abilerin rahle-i tedrisine ilk diz çöktükleri günden itibaren bu rüya tedrisine de başlarlar. Önce abilerin gördüğü rüyalardan bir girizgâh yapılır. Sonra genç sık sık; “Rüyanda filanı gördün mü? Falanı gördün mü?” sorularına muhatap kılınır... Bu tamamen bir zemin çalışmasıdır aslında. Böyle bir zeminde yetişen çocuk, Kur’an’a, sünnete, fıkha, icmaya, kıyasa bakacağına; abisinin, ablasının rüyalarına bakmaya başlar.

Böylece istedikleri evrilmeyi yaşatabilirler onlara. İstedikleri yeni kimliğe sokabilirler. O çocuk, madem dinî emirleri vahiyden değil, rüyadan çıkaracaktır; her türlü kandırılır. Her pozisyona sokulur. Her kimliğe saptırılır. Bir ‘çok kimliklilik’ eğitimi de buradan verilir böylece. Esneme eğitimi, kıvırma eğitimi, emredildiği anda yer ve yörünge değiştirme eğitimi; rüyaya göre şekillenme eğitimi. Fıkıhla, vahiyle, sünnetle sınanmama, hem sınamama eğitimi. Halbuki yine 28. Mektup’ta İmam-ı Rabbanî (k.s.) ne demektedir: “Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir...” Yani bazen tuzak, ay yüzlü güzellerin yüzünde gülümser. Bazen de şeytan sağdan gelir. Kıyamet kopana kadar bu imtihan bitmez. Güneşi seçen yolundan şaşmaz, geceye tapan önünü görmez. Bu, böyledir.



Bitirirken bir not: Daha Bediüzzaman’ın sağlığında, Nur talebeleri mabeynindeki ilk fikir ayrılığı diyebileceğimiz, Hüsrev abinin Latin alfabesi ile Risale basımına karşı verdiği tepkinin de yine bir rüyadan kaynaklanması, rüya meselesindeki endişemize not olarak eklenmeye değer birşeydir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...