tutuklama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tutuklama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2017 Cuma

Yine şiir okuduğu için hapse girer mi birileri?

"Kararnamede kaç yerinde 'Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir' gibi tâbirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkân ile mes'ul olabilir mi?" Bediüzzaman Said Nursî, İddianameye Karşı İtiraznamenin Tetimmesi, Şualar.

Viva Zapata (1952) filminde çok etkilendiğim bir sahne vardır. Yıllar önce bir yöneticiyle atışarak isyan etmeye karar veren genç Emiliano Zapata, yıllar sonra, artık yaşını başını almış bir yönetici olarak bir gençle atışır, hatta tıpkı o yöneticinin yıllar önce kendisine yaptığı gibi ismini kağıda not alır. Tam notunu alırken kafasında bir ampul parlar. Gençliğinde savaştığı şeye dönüştüğünü farkeder. Hemen not aldığı kağıdı yırtar. Koltuğunu bırakıp tartıştığı gruba katılır. Tekrar direnişçi olur.

Kaç zamandır düşünüyorum: "Kaynak Holding'de birisinin bilgisayarından çıkıp ismi geçtiği için ağabeyimin tutuklanmasına sebep olan 'dua listesi' neyin nesi olabilir?" diye. En nihayet şu teori aklıma geldi: Belki de bu bir hatim listesi. Evet. Böyle tahmin ediyorum. Delilleri göremediğim için kesin birşey söyleyemiyorum. Belki de başka türlü birşey çıkacak. Fakat zannım bu yönde. Çünkü ağabeyimin böylesi bir listeyi yıllar önce bana da ulaştırdığını ve haftada bir cüz okumak sûretiyle dahil olmamı teklif ettiğini hatırlıyorum. (Haftada bir cüz yetiştirmek zor geldiği için dahil olmamıştım.)

Yalnız bu kadar da değil. Aşağı-yukarı tüm sohbet gruplarında (hadi siz cemaat deyiverin) böylesi listelere rastlamışımdır. Grup farkı gözetmeksizin denk geldiğim birşeydir şu. Her sohbet-ders grubu, dinî konular hakkında yaptıkları bilgi paylaşımının yanında, bir de cüz paylaşırlar aralarında. Bu cüzler, okunması ihmal edilmesin diye, bir Excel dosyası olarak isim isim liste halinde gönderilir. Sebep? Kimse sırasını şaşırmasın, o hafta okuması gereken cüzü ihmal etmesin, böylece her hafta bir hatim bitirilmiş olsun diye. Bildiğim kadarıyla malum suçun(!) işleniş şekli böyle.

Eskiden, yani sabık ve karanlık dönemlerde, dinî grupların evlerine yapılan baskınlarda 'takke, tesbih, seccade, Kur'an, tefsir, hadis kitabı' gibi şeylerin de suç aletleri olarak kayıt altına alındığı anlatılırdı. Hatta böyle bilgiler içeren tutanakların devlet arşivlerinde yeraldığı söylenirdi. Ağabeyimin mezkûr listeden ötürü tutuklu yargılanacak kadar korkulacak bir hale gelmesi bana o zamanlara dair işittiklerimi anımsattı. Ne diyebilirim ki! "Ya ne komik zamanlarmış!" diyerek tebessümle andığımız devirlere şöyle bir bakıp dönüyoruz anlaşılan. (İnşaallah uzun sürmez.) Eğer, iş benim tahmin ettiğim gibiyse, yani o 'dua listesi' denilen şey bir 'hatim listesi'nden ibaret ise, bir suç unsuru olarak görülmesinin başka açıklaması olamaz. Daha kötüsü de şu: O listelerden o kadar çok var ki! Kum gibi! Her yerde ve her cemaatte! Evet. Hatta şöyle söyleyeyim: Bazı listelerdeki insanlar birbirlerini tanımazlar bile.

Belki biliyorsunuz zaten ama yine de anlatayım: Bu herhangi bir namazda omuz omuza verip cemaat olmak gibidir. Yanındakine kefil olmayı gerektirmez. Hatta dönüp yüzüne bakmaya bile zorlamaz. Örgüt olmaya ise hiç ihtiyaç duymaz. İnternetten bile böyle listelere dahil olabilirsiniz. Yeter ki Kur'an okumak arzunuz olsun. Bir hatim grubuna dahil olup şahs-ı manevî denilen şeyden faydalanmak, yani bir iken bin olmak, her hafta bir cüz okuduğunuz halde hep beraber okunan bir hatimden sevap kazanmak, biz bu faydalı ve mübarek yolu sıklıkla istimal ediyoruz ve ederiz. (Allah kabul etsin.) Bir yakınımız vefat ettiğinde ilk aklımıza gelen şey budur hatta: Cüz dağıtmak.

İsim isim de yazarız bunu. 1. Cüz: Filanca falancaya... 2. Cüz: Falanca filancaya... 3. Cüz: Ötekine berikine... 4. Cüz: Berikine ötekine... Fakat bunu bilmek için azıcık olsun bir dinî bir grubun içinde takılmak gerekir. (15 Temmuz şehitleri için de böyle listeler düzenlendiğini ve bazılarına maaliftihar benim de dahil olduğumu belirteyim.)

Peki böylesi bir grubun içinde hiç bulunmamış birisi şöyle bir listeyle karşılaştığında ne olur? Muhtemelen şok olur. İsimlerin altalta yazıldığı, karşılarına nelerin ne zaman okunacağının kaydedildiği, bazen tarihler dışında başka bilgilerin de kayıtlı olduğu tuhaf şeylerdir bunlar. İşte böylesi birisi için şu liste bir suç unsuru olarak görülebilir. Tıpkı namaz nedir bilmeyen birisine abdest almak su israfı gibi görüneceği gibi. Veya oruç nedir bilmeyen birisine sahur yapmanın tuhaf gelmesi gibi.

Yine arzedeyim: Ben bu listenin neyin nesi olduğunu bilmiyorum. Bir hatim listesinden başka birşey de çıkabilir. Kesin konuşmuyorum. Sadece tahmin yürütüyorum. Tahmin yürütme yeteneğimi de durduramıyorum. Nihayetinde otuzbeş yıldır aynı sofraya kaşık salladığım ağabeyim Murat Ay, hattında bylock bile çıkmamasına rağmen, o listede adı geçtiği için şu an cezaevinde.

Tabii insan haliyle hakkında düşünmeden edemiyor. Sonra çeşitli komplo teorileri kuruluyor zihnine. Tahayyül bu ya: Bugün bir dua listesi suç unsuru haline gelebiliyorsa yarın başka neler suç aleti haline gelebilir? Dün olduğu gibi bugün de, ümmetin lideri olmaya layık gördüğümüz reislerimiz, 'şiir okudular' diye hapse atılırlar mı? İnsan devletine de dinine güvendiği gibi güvenmek istiyor. Fakat devlet dinin ne kadar farkında? Endişesi ne kadar gözüne sirayet etti? Korkusu adaletine ne kadar izin veriyor? Dindar ve dine hürmetkâr erkanımızı tenzih ederim. Başımıza böyle bir bela geldiği için asıl biz vehim yapıyoruz belki. Fakat 'e-bilmek'ler tutuklama karinesi olmaya başlayınca insan ihtimallerin gidebileceği yerden korkuyor. Siz korkmuyor musunuz?

4 Kasım 2017 Cumartesi

Bu celal AK Parti'ye ne kazandırır?

Bir dostum geçenlerde güzel birşey söyledi, ben de hak verdim, çünkü ifade edemediğim bir mananın sûrete bürünmesi gibiydi. "Biz" dedi, "FETÖ'cülerin tamamının birer aptal, birer ahmak, birer gerizekalı olduklarının söylenmesine itiraz etmeyiz, hatta şevkle onaylar ve katılırız, fakat herbirinin eşit derecede 'terörist' olarak yaftalanması ağırımıza gidiyor."

Hakikaten biraz böyle. Yaşadığım örnekten konuşayım: Ağabeyimin 15 Temmuz sonrası Kaynak'ın kapatılmasıyla tazminatı verilmeden işten çıkarılmasına üzüldüm mü? Vallahi "Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez!" kaidesiyle çok üzülmedim. Çünkü işin kötü bir yere gittiği belliydi. Nasihat dinlemedi. Ferasetli davranmadı. Eh, o zamandan beri işsiz, evde oturuyor, buna üzüldüm mü? Vallahi, yine yukarıdaki sırr-ı hikmetle, bunun 'âdil kaderin bir tokadı olduğunu' düşünerek canımı çok sıkmadım. Ama şimdi devlet bir gece gelip, derdest edip, ağabeyimi cezaevine koyunca bu bana ağır geldi. Niye ağır geldi? Çünkü "O kadar da değil!" diye düşünüyorum. Bu ses vicdanımdan geliyor.

Bakınız, bunu söylememe bile gerek yok belki, ama ileride gelecek muhtemel itirazları engeller: Ben gizli-saklı bir adam değilim, nicedir yazdığım-çizdiğim ortada. Sosyal medyada, köşe tuttuğum sitelerde, internette, kağıtlarda... Ben, hassaten Fetullah Gülen'i, genelde ise Fetullahçılığı günahım kadar sevmem. Bir 'yoldan çıkmışlık' olarak görürüm.

Dersane krizinden beri sapmalarını/sapıtmalarını ortaya koyan yazılar kaleme alarak bu azgınlığa karşı koymaya çalıştım/çalışıyorum. Fitnenin ilk günlerinden beri, özellikle nur talebelerini etki altına alma çabalarına karşı, Risale-i Nur'a dair muktesabatımla karşı koymaya gayret ediyorum. Şunu da söyleyeyim: Durduğum yer yüzünden isimsiz mesajlarla tehdit de edildim. Bedel de ödedim. 17 Aralık sonrasında işimden oluşum, son katıldığım toplantıya şahit olanlar da bilirler ki, en çok bu karşı duruş sebebiyledir.

Ben bunları kimseye yaranmak için yapmadım. Sonunu da düşünmedim. Doğru olanın bu olduğuna, müslümana bunun yakışacağına ve Risale-i Nur mesleğine uygun olanın da ancak bu olacağına inandığım için yaptım. 15 Temmuz'da "Erdoğan'ı bu itlere yedirdikten sonra biz de ölelim!" diye yazıp, daha Cumhurbaşkanımız çağrı yapmadan önce, arkadaşlarını arayıp 'Sokağa çıkmak lazım' diyen de benim. Elhamdülillah. Buna bugün de, inşaallah, mahşer gününde de hamdederim. Şimdi hayret ediyoruz. Ablamla biz o gece neredeyse Esenyurt'tan Yenibosna'ya kadar yürüdük. Üstümüzden uçaklar geçiyordu. AK Parti ilçe teşkilanının önündeki insanlar "Havalaanını ordu tanklarla ele geçirmiş. Orayı geri alacağız!" diyorlardı. "Lan nasıl alacağız? Cebimizde traş bıçağı bile yok!" demiyorduk. Kimse de demiyordu. Kimsenin aklına korkmak gelmiyordu. O gece öyle mübarek bir geceydi. Bin ay gibi gecelerdendi.

Fakat şimdi korkuyoruz. Neden? Çünkü bilemiyoruz. Hani Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında geçer. Hz. Hızır hikmetle der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" Durumumuz tam o. 15 Temmuz'da haklı belliydi, hain belliydi. Ölsen şehit olacağını biliyordun. Şimdi ne olacağını da bilmiyorsun. Alınıp bir hafta tutulan var, bir ay tutulan var, bir yıl tutulan var. Hattında bylock olan adam salınıyor bazen. Bazen olmadığı halde içeride kalıyor. O-bu-şu hakkında "FETÖ'cüdür!" diye fısıldadığı için iyiliğinden başka birşey işitmediğiniz insanların hayatları kayıyor da sonra iş hatayı düzeltmeye gelince "Hele sen bekle!" deniliyor. Ya bütün bunlar normal mi?

Böyle şeylerin olduğunun ilk söylendiği zamanlarda ben diyordum ki: "Devlet çok büyük bir badire atlattı. Kafası karıştı. Neyi/nasıl yapacağını bilmiyor. Kurt gövdeye girmiş durumda. Şok yaşıyor. Kendisini toplaması için zaman vermek lazım. Sabırlı olmak lazım. Hatta adaletine yardımcı olmak lazım." Bütün bunları kendi hevamdan da söylemiyordum. Mürşidim Münazarat isimli eserinde diyordu ki: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir."

Ancak bir seneyi devirdik. Biraz ayağa kalkmış olmamız lazım. Birşeylerin yerine oturmuş olması lazım. Ayarlarımızın düzelmesi lazım. Bu bilinmezlik korkusuyla nereye kadar yaşanır? İnsan endişenin yükünü omzunda kaç gün tutar? Üstelik işin şöyle 'mağduriyet büyütücü' bir yanı da var:

Böyle tutuklamalar olduğu zaman tutuklanan kişinin cümle yakınları da mağdur edilmiş oluyor. Ağabeyimden pay biçeyim yine. Şimdi ağabeyim içeriye alındı. Ne yediğimizin tadı var ne içtiğimizin. Yalnız bizim mi? Haberi alan her akrabamızın içine bir ateş düşüyor. Tüm sevenlerimiz üzülüyor. Bu birtek bizde böyle değildir ki. Her içeriye alınanda az-çok bunlar oluyordur. Yani bir adam dışarıdayken sadece kendi mağduriyeti olan durumu, içeriye alınınca, herkese yayılıyor. Herkes üzülüyor. Bundan siyaseten AK Parti'ye ne fayda gelir?

Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki: Arayıp bana atar yapan var. Niye atar yapıyor? Benim AK Parti'ye verdiğim destekten dolayı. Beni de ağabeyimin başına gelenden sorumlu tutuyor. Yani işin geldiği noktada, bırakınız siyaseten muhalif olmaktan, akraba veya tanışıklık muhabbetinden AK Parti'ye bir husumet filizleniyor. Bu yanlış yanlış büyüyen tehlikeyi görmek lazım.

Bu neden böyle oluyor? Bence şundan: İçeriye alınan adamın suçunu netlikle ortaya koymuyor, açıklamıyor, yakınlarının vicdanını tatmin edemiyorsun ki, onlar da içyüzünü bilip sabretsinler. Beklenilen sadece anlayış. 'Acaba' demeyecek bir duruş. Hatta anlayış da isteyen yok. İstenilen: "Kaderimse çekerim!" Fakat biz AK Parti'ye bundan dolayı destek vermedik ki. Biz AK Parti'ye bizi 'devletin soğuk dişlilerinin arasında ezilmekten kurtaracak' diye oy verdik. Nitekim geçmişte bunu başardı da. Neden şimdi de aynı şeyi başaramıyor? Halkı yeniden bu çarklara itmekten AK Parti'ye bir fayda gelir mi?

Biz ittihadın kıymetini biliyoruz. Bu ittihad kırılmasın istiyoruz. İttihad olmadan ümmete ferah yok. Ancak, suçu ortaya konulmadan, hatta bazen devletin de itirafıyla suçsuz yere, içeriye alınan insanların mağduriyetleriyle büyüyen bir yara var. Bu yara bir girdap gibi olayla ilgisiz bütün yakınlarını da içine doğru çekiyor. Bu yakınların birçoğu 15 Temmuz'u ve sonrasındaki geceleri sokaklarda geçirmiş insanlar. Bu insanları küstürmemek lazım.

Dediğim gibi: Ne soruşturmaların, ne sorgulamaların, ne de FETÖ'cülerin peşine düşülmesinin aleyhindeyim. Hatta 15 Temmuz'u organize edenlerin idam edilmesi taraftarıyım. Ama tutuksuz yargılanması mümkün olan insanların nafile yere içeriye alınmasıyla giderek büyüyen yara görülmeli. AK Parti bunu bugün görmezse sandıkta pek acı sonuçlarını görebilir. Biraz feraset, merhamet ve empati bizi bu girdaba düşmekten kurtarabilir. Bu treni kaçırmayalım. AK Parti'nin bize, bizim AK Parti'ye ihtiyacımız var, hâlâ var.

20 Ekim 2016 Perşembe

Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir

"Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz." (Enfâl sûresi, 25) "Böylece kıyamet günü günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir." (Nahl sûresi, 25) "Gerçek şu ki; onlar, mutlaka kendi ağırlıkları ve o ağırlıklarla birlikte daha birçok ağırlık yükleneceklerdir." (Ankebût sûresi, 13)

Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Kendimi bu başlıkta hüküm verebilecek ehliyette görmemekle birlikte sorularıma da mani olamıyorum. Sormak kıdem gerektirmez merak gerektirir. Şuradan başlayalım: Bediüzzaman'ın bir masumiyet analizi var. Metinlerinde tekrar be tekrar karşımıza çıkar. Çok da önemlidir. Onlardan bir tanesini alıntılayayım:

"Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur'âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz."

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki: Ben bu tesbite tüm zerrelerimle hak veriyor ve doğru buluyorum. Hakikaten de Kur'an'da buyrulduğu gibi "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" ve 'Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm edil'(e)mez. Ancak birbiriyle bağlantılı olan bu iki bahisten birisinin diğerini 'takyid' ettiğini düşünüyorum.

Evet, bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, cereyanın, aşiretin bütün fertleri mahkûm, düşman ve mesul tevehhüm edilemez. Ancak burada vurgulandığı üzere 'suçun ferdiyeti' mühimdir. (Çünkü yukarıda alıntıladığım ayet-i kerime meallerinde olduğu gibi 'günahkârın kendisinden başkasının günahlarını yüklendiği' durumlar da vardır.) Eğer suçla ilgili olan unsurlar bu taife, cereyan veya aşirette sıklıkla ve hatta kesretle bulunsa, buradan hareketle o taifenin, cereyanın veya aşiretin geneline dair bazı tedbirler alınabilir ve İslam tarihi boyunca da böyle şeyler yapılmıştır.

Özellikle 'kitlesel taraftarlık' içeren suçlarda, örneğin Benî Nadir'in sürgününde, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sadece bilfiil suça karışanları değil, bu suça taraftarlık gösterenleri ve belki sessiz kalanları da Medine'den sürdüğü malumdur. Yani bu sürgün, sadece fiilen suça girmişlerin değil, taraftarlık gösterenlerin de sürüldüğü bir tehcirdir. Yine 'karantina' gibi tıbbî uygulamalarda da, biz, sadece hastaları karantina bölgesinde tutmaya, olmayanları dışarıya salmaya çabalamıyoruz. Salgının rüzgârı dinene kadar, hadiste de buyrulduğu gibi, içeride olanlar dışarıya çıkmıyor, dışarıda olanlar da içeriye girmiyor. Hasta olmadığını düşünenler dahi, bunun tastamam teşhisi zor olduğu için, sözleri doğru olsa bile, evvelemirde salınmıyorlar. Ancak kesin bilgiye ulaşılınca dışarıya salınıyorlar. Hastaymış gibi bir dizi teste tâbi tutuluyorlar. Ve bu onlar adına bir mağduriyet sayılmıyor. Birinin hatasıyla başkası suçlanmış olmuyor. Hikmetin gereği bu oluyor.

Biraz da kurgusal konuşalım: İçinde masum bulunan hiçbir gemiyi batıramayacak olsanız saldırı gemilerine karşı sizi kim koruyabilir? (O gemide savaşla hiç alakası olmayan insanların bulunması her zaman muhtemeldir.) Veyahut bir düşman kalesini muhasara ettiğinizde, attığınız mermilerden illa ki kalenin masum sakinlerinden de mağduriyet yaşayanlar olur. Böyle bir mağduriyet yaşanacağı için kalenin fethinden vazgeçer misiniz? Elbette İslam hukuku savaşta bile mağduriyetlerin en aza indirileceği şekli tercih eder. Hiçbir masumun incinmeyeceği bir fetih veya savunma mümkünse o yapılır. Ancak İslam tarihinin tamamına bakıldığında böyle mağduriyetlerin hiç yaşanmadığı kaç savaş gösterilebilir? Üstelik geminin durumunun Bediüzzaman'ın temsilinde tayin edilmediğini de biliyoruz. Bu gemi bize saldırıyor durumda mıdır? Yoksa kendi halinde seyrediyor durumda mıdır? Kendi halinde seyrediyorsa ve bize zarar dokundurma ihtimali yoksa elbette masumun hatırı için vurulmaması doğrudur. Ancak ya gemi masumla dolu bir şehri topa tutacaksa? Yine de "İçinde masum var!" deyip kendi haline bırakılabilir mi?

Ben fakih değilim. Bu konulardaki fıkhî hükümleri de bilmiyorum. İnşaallah, işin erbabı olanlar sorularımın yanıtlarını da verirler. Hatalarımı da düzeltirler. Zamanın/uygulamanın müfessirliği içinde, kaydı olmayan mutlaklıkların (ne cazibedar görünürse görünsünler) hayata yansıtılamadığını düşünüyorum. Bugün karşıkarşıya olduğumuz FETÖ fitnesinde yapılan masumiyet analizleri ve etrafında süren tartışmalar da, dikkat çekmeye çalıştığım şekilde, illetin sâriliği/bulaşıcılığı ve uygulanacak tedbirlerin/testlerin standartları ekseninde düğümlenmektedir. Burada oluşan makul şüpheden bir 'suçlama' değilse de bir 'tedbirin' yapılıp yapılamayacağı tartışılmaktadır.

Şu soru yüzleşilmesi gereken ilk sorudur: FETÖ bir sâri illet midir? Bütün müntesiplerinin karantinaya alınmasını gerektirecek bir bulaşıcılığa sahip midir? Bağlılarında da bu rahatsızlığın tezahürleri sıklıkla görünmekte midir? Hasta olmadıklarını söyleyenlerin hasta olmadıklarına ne kadar inanılabilir? Test ve tedbir süreci gerekir mi? Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanı: Bu gemi, eğer batırılmazsa, kendi halinde yolculuğuna devam mı edecektir, yoksa masum şehirlerine (15 Temmuz'da olduğu gibi) top atışı mı yapacaktır? Bediüzzaman'ın ferdî suçlar adına yaptığı analiz bulaşıcı olmayan hastalıklar için elbette doğrudur. Kimse bunun hakikatini inkâr edemez. Peki ya hastalık bulaşıcıysa?

En başa geri dönelim: Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Sorularıma da dört mezhep kıblesinde ve selef-i salihînden dayanaklarla cevap verilmesini arzu ederim. Fıkıh metinlerinde mutlaka böyle başlıklar için söylenmiş şeyler olmalıdır. Hele test sürecinin kıstasları da mutlaka İslam geleneğinde izleri sürebilecek şeylerdir. Onlara bakmadan kesin hüküm vermek ve bu hükümde takyidsiz/tavizsiz olmak yanlıştır. Zira mutlak adalet, bizzat insanın kusurluluğundan/sınırlarından dolayı, küre-i arz üzerinde asla varolmamıştır. Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...