Beka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Beka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2018 Cumartesi

Bediüzzaman romanı neden eleştirdi?

Edebiyatla meşguliyetin müsekkin (yatıştırıcı) etkisine dair ilk uyanışı Orhan Pamuk'tan okuyunca yaşamışım gibi hatırlıyorum. (Manzaradan Parçalar'da mıydı? Allah bilir. Hergün bir parça edebiyatla meşguliyetin yatıştırıcılığından bahsediyordu.) Sonra benzeri cümlelere Kafka gibi birçok yazarda daha rastladım. Onlar da yazmayı bu şekilde 'kullanıyorlardı.' Hatta, daha ifratı, kalemi hayata tutunmanın bir aracı gibi görüyorlardı. Düşündüm. Ders aldım. Dikkat ettim: Kendimde de aynı tesiri hissettim.

Bu nedenle, aynı cümleye, fakat bu kez olumsuzlarken, Bediüzzaman'da rastlamak beni şaşırtmadı. O da şöyle söylüyordu Lemeât'ında: "(...) Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. (...)"

Metnin tamamına ulaşmak isteyenleri kaynağına havale ederek (Google Hoca bu konuda size yardımcı olacaktır) bu tekrar eden 'müsekkin' vurgusunun bana neler düşündüğünü bir parça izaha çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Hamd yalnızca Ona.

Evet, edebiyat bizde bir 'sakinleştirici' etkisi yapıyor, fanilikle uyanmış akıllarımızı bir parça uyuşturuyor, çünkü bizi vücudîlikte (varlıksallıkta) farklı bir boyuta taşıyor. Bir insanın yazdıkları, eğer güzel de bir metin ortaya koymuşsa ve yıllarca okunacağına dair kalbinde bir umut yanmışsa, varlığının maddeden bir parça aşkınlaşmasını sağlıyor. Örneğin: Güzel bir roman yazdığınızda, metinde bir tür vücud/varlık bulan öykü, kişisel ömrünüzden aşkınlaşıyor. Kahramanları yaşlanmıyor. Duyguları yıpranmıyor. Aşkları eskimiyor. Özlemleri sönmüyor. Oraya, o birkaç sayfaya sığdırdığınız hayatlar, sanki bir tür ebediyet kazanmış gibi kalbinizde bir tatmin yaratıyorlar. Okuyanlar da sizdekine benzer bir tatmin yaşıyorlar. Güya meyyitlerden hayat alıyorlar.

Fakat ne de olsa yalancı bir tatmindir bu. Çünkü yazılanlar gerçek değildir. Bekanın gözünde gerçek 'olan' veya 'olmaya devam eden'dir. Hem bir zamanlar gerçekleşmiş olsalar bile, tahayyülünüz ile bugün onlara giydirdiğiniz varlık, tasavvurdur, gerçek değildir. Hikayeler bitmiştir. Kahramanlar ölmüştür. Aşklar sönmüştür. Belki de zaten hiç yaşanmamıştır. Lakin okurları sayesinde tenasuh/reenkarnasyon geçirir gibi hayatta kalırlar. Birer parazit gibi bedenden bedene zıplarlar. Faniliği dolaşmakla bir tür sonsuzluk yalanı uydururlar. Ve siz o hikayelerin zamana yayılmış ömrüne bakarak ölümsüzlüğün bu dünyada da olabileceğini vehmedersiniz. Şuurla söylemeseniz de hisçe hissedersiniz.

Roman gezdiği ellerde binlerce farklı sûret giyer. Esas kızın tipi nasıldır? Esas oğlanın çehresi ne şekildedir? Birbirlerine nasıl bakmışlardır? Bunlar okurların dünyasında yeniden yeniden inşa olunur. Bu yeniden yeniden inşanın da bekayı (k)andırır bir yanı vardır. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, arızîlerin bekasına dair der ki: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." İnsan da bu türden edebî tekrarlarla bir sanal beka yaşar. Daha doğrusu, yaşamaz, ama 'olabileceğini' düşler. Kendisinden sonra devam eden hikayeler sahibi olmanın sonsuz olmakla ilgili olduğunu düşünür. Anılmayı gerçekten varolmakla karıştırır. Bu elbette bir aldatmacadır. Ancak her aldatmacada olduğu gibi bir müsekkin/yatıştırıcı etkisi vardır. Daha çok varolmanın sanrısı dahi 'fena yarası'nın acılarına bir merhem çalar.

Ben bu hali internette rastgeldiğim bir fotoğrafa çok benzetiyorum. Fotoğrafta iki heykel kolu var. Elele tutuşan iki insanın kolları. Kollardan gayrısı kırılmış. Onlar da kısmen bu yıkımdan pay almış. İşte, edebiyat bize, tıpkı "Cambaza bak!" der gibi, sadece ellere bakmayı telkin ediyor. Eller bir süre daha kalabiliyor çünkü. Yazdıklarımız da bizden sonraya bir süre kalıyor. Fakat bu hakiki bir varlık mı? Hakikaten bir kalış mı? Bedenleri yokolmuş kolların gerçek bir hikayesi olabilir mi? Buradan hayran olunacak bir aşk doğar mı? Romana, sinemaya, tiyatroya göre doğar. Çünkü bunların öykülerini zihninizde tekrar edebilirsiniz. Tekrar be tekrar yaşatabilirsiniz. Yirminizde okuduğunuz romanın kahramanını, ellinizde, sizdeki yaşlanmadan hiçbir pay almadan hayal edebilirsiniz.

Arkadaşım, işte, hayaller bizi kandırıyor! Sakinleştirici etkisi de kuvvetle muhtemel buradan geliyor. Yani bu reenkarnasyon etkisinden doğuyor. Hatta alıntıladığım metnin devamında Bediüzzaman diyor: "Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz."

İslam sûretperestliğe neden düşmandır? Belki şu yazıya bakmakla bunun da bir cevabı bulunabilir. Nihayetinde putperestler de putlarını/resimlerini birşeyleri tekrar be tekrar hatırlatması için kullanıyorlardı. Onların taştan, demirden, gümüşten veya altından devam eden varlığıyla o şeyin hakiki varlığını karıştırıyorlardı. Uzza'ya tapmayan adamlar Uzza'nın putuna ise tapabiliyorlardı. (Bugün de Monroe'nun çoktan çürümüş cesedine bakınca korkup kaçacak nefisler fotoğraflarından bir beka şehveti devşiriyorlar.)

Çünkü put eskimiyordu. Yaşlanmıyordu. Dolayısıyla faniliği hatırlatmıyordu. Bu bir tür sonsuzluğa benziyordu. Fakat hakiki varoluş 'faniliğin taşınmasında' aranmaz ki. Taşınmaya muhtaç olmayan bir güzelliktir sonsuzluğu kaldırabilecek olan. Hakiki varoluş ancak bir hüsn-i mücerredle mümkün olabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an'daki şu ifadeyi her duyduğumuzda/okuduğumuzda sarsılıyoruz: "Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu.../Herşey helak olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." Öyle ya. Yüzü ona bakmadıktan sonra neyin ömrü kıyameti aşabilir? Kıyamet bütün sanal bekaların yıkılışıdır. O zaman, arkadaşım, herşeyin yüzünü Ona döndürelim. Çünkü biz 'biz' olarak kaldıkça sonsuz olamayız.

24 Mart 2018 Cumartesi

Şu 'değişmek' neden var?

Gücü nerede buluyoruz? Bazıları gücü 'daha fazla varolmakta' buluyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Varoluşumuzun gücü (veya gücümüzü) arttırması için kaynağı biz olmalıyız. Halbuki işleyiş böyle değildir. Varlığımız bir yaratılış eseri olduğundan zatında bir güç barındırmıyor. Eğer gücün kaynağı biz olsak hiçbir vakit acizliğe düşmeyiz. Dua etmeyiz. Yardım istemeyiz. Nusret dilemeyiz. Öyle ya! Hiçbir kaynak ürettiğini elde etmede acizliğe düşmez. Biz düşüyoruz. Biz üzülüyoruz. Biz yetişemiyoruz. Biz kaybediyoruz. Demek biz bir perdeyiz. Yani sinema perdesi gibiyiz. Varlığımız bizzat görünmek için değil. Üzerimizden başka şeylerin görünmesi için. Yani göstermek için. Meramımı size şöyle de anlatabilirim:

'Görünmek' ve 'göstermek' arasında şöyle bir fark var: Görünmek 'kendine dair'liktir. Göstermek 'başkası için'liktir. Birşey bizzat görünüyor olsa bu onun sabitliğini gerektirir. Görünen şeyler gösterdikleri şeyde bir sabitlikle ancak görünebilirler. Ben, eğer bizatihi görünen olsam, bu bende bir sabitlikle mümkün olur. Ben olmakta değişmem. Her an başka birşey olmam. Fakat bende iş böyle olmuyor. Ne demek bu? Kafanızı birazcık karıştırdığımın farkındayım. Meseleyi yaklaştırabilmek için, kusurlu bir örnek de olsa, 'sinema' ve 'tiyatro' arasındaki nüansa değinelim:

Tiyatro sahnesi 'bizzat görünenlerin sahnesi' olarak ele alınsa, bu durum, ondaki 'şey'lerin sabitliğiyle kendisini ortaya koyar. Oyuncular sabittir. Dekorlar, gözü aldatmak için azıcık değişse de, sahnenin bütününde yatsınamaz bir sabitelik vardır. Tiyatroyu izleyen her izleyici bilir ki: İzlenen sahnedekinin kendisidir. Bunlar gerçek şeylerdir. Salt görüntüler değillerdir. Sahdeki insanlar nefes almaktadır. Terlemektedir. Yorulmaktadır. Canlılardır. Bundan dolayı tiyatrodaki değişimler sinemaya nazaran sınırlarla sınırlanırlar.

Sinemada durum böyle olmaz. Sinemadaki gerçeklik algımız tiyatrodakinden farklı olarak bize söyler ki: Bu izlediğimiz şeyler, her ne kadar tiyatro sahnesindekine benzer de olsa, görüntülerdir. Bizzat kendisi için varolan şeyler değildir. İşaretlerdir. Yansıyan şeylerdir. Boyutça eksiktir. Yaşamca eksiktir. Varlıkça eksiktir. Bu nedenle tiyatroya nazaran bazı sınırlardan da kurtulmuşlardır.

Bu iki varlık algısı arasındaki fark en çok 'değişim' üzerinden okunur. Sinemada birkaç saniye içinde hem Mekke sokaklarında hem İstanbul'da bulunabilirsiniz. İkisini birden görebilirsiniz. Ancak gerçek hayatta bu mümkün olmaz. Bu şiddetli değişim, yani yitirilmiş sabitelik, bize o görünen şeyin aslında gösterilen olduğunu söyler. Beyaz perdeye (yoksa siyah mı demeli) bakarken birden görünmeye başlayan şekiller, böyle şiddetli bir değişim yokolan bir sabitelikten haber verdiği için, perdenin 'görünen' değil 'üzerinden gösterilen' olduğu ihtar eder. Ancak burada Vahdetü'l-Vücud'un düştüğü bir yanlışa da düşmeyelim. Yansıma için yine de, perde kadarcık olsun, bir varlığa muhtacız. Taşıyıcı bir sabitelik olmazsa görüntü nerede yansıyacaktır? Sinemada bu işi perde yapar.

Hem mürşidim bu noktada der: "Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. (...) Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü'l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor."

Buradan da seni alıp şu dünyanın değişimine getirmek istiyorum arkadaşım. Görüyorsun ya, her saniye, hatta her an bir başkalık dünyamıza hücum ediyor. Evet, ruh, bir derece sabitelik sağlıyor. Ahmed beş dakika sonra da yine Ahmed oluyor. Geçmişini bir derece hatırlıyor. Huylarını bir derece saklıyor. Ama acaba büsbütün aynı Ahmed mi oluyor? Hiç mi değişmiyor? Selma aynı Selma mı? Ayşe aynı Ayşe mi kalıyor? Sen de biliyorsun ki: Varlığın coşkun nehrinde büsbütün bir aynılıktan bahsetmek mümkün değil. İşte, arkadaşım, bu yitirilmiş sabitelik sanki birşey ihtar ediyor: Sen bizzat görünen değilsin. Gösterensin. Varsın. Fakat sinema perdesi gibisin. Üzerinde birşey gösteriliyor. Bu nedenle bencil veya kibirli olamazsın. Hakkın değildir. Çünkü üzerinde görünenler senin hakkında değildir.

Hatta, fırsat bu fırsat, şunu da belirtmeliyim: Tiyatro sahnesi örneğim de seni kandırmamalı. Çünkü tiyatro sahnesi dahi 'bizzat kendisi olarak görünmek' için değil 'üzerinden bir oyunu göstermek' içindir. Başka bir hakikate işaret eder. İşaret ettiği hakikat için değişir. Oyuncular değişir. Oyunculuklar değişir. Giysiler değişir. Giyenler değişir. Dekorlar değişir. Dekoratörler değişir.

Buradan şu hakikate varabileceğimizi zannediyorum: Her ne ki, bizzat ve yalnız kendisine işaret etmemek için vardır, onun için değişim de vardır. Bu yüzden biz iman ederiz: Allah kadimdir. Bakidir. Subhandır. Kayyumdur. Bizim gibi değişmekten, halden hale geçmekten, hatta bizde olunca kemal sayılan gelişmekten münezzehtir. Zira bunlar, dolaylı bir şekilde, hem 'öncesinde bir eksikliğe' hem de 'başka birşey için varolmaya' işaret eder. Fakat biz İhlas sûresinden şunun dersini tam aldık arkadaşım: Kendisinden başka birşeye işaret eden varlık 'ilah' olamaz.

26 Kasım 2014 Çarşamba

Parçalarda boğulmak 6: Parçanın bütüne aşkı, aşk-ı beka

Aşk-ı bekanın insana verilmesi, bir yönüyle; "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir..." ifadesine baksa da, diğer bir yönü de hayr ve şer algımızın kökenine bakıyor. 'Ademin şerr-i mahz, vücudun hayr-ı mahz' olduğu bir âlemde hayrı ve şerri ayıran şey; birine gidenin varlıksallığı, ötekine koşanın yokluksallığıdır. Buna yine Bediüzzaman'ın külliyatta verdiği örneklere benzer örnekler verirsem: Kangren olmuş bir uzvun kesilmesi, uzvun kesilmesi itibariyle şer gibi dursa da; diğer taraftan o vücud sahibinin varlıksallığının devamına yararı olduğu için ona hayr denilir. Yani fiil sûreten yokluksal dursa da, ondan murad olunan ve elde edilen varlığın devamıdır. Ama diğer yandan, sûreten varlıksal görünen başka bir fiilin de muradı veya varacağı yer yokluksallık/adem olursa, onun da artık sûretine bakılmaz ve neticesine göre durumu beyan edilir. Ona şer denilir. Mesela 'çok yemek' gibi.

Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."

Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.

Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.

Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.

"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."

Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.

Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.

Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...