Sûretperestlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sûretperestlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2018 Cumartesi

Bediüzzaman romanı neden eleştirdi?

Edebiyatla meşguliyetin müsekkin (yatıştırıcı) etkisine dair ilk uyanışı Orhan Pamuk'tan okuyunca yaşamışım gibi hatırlıyorum. (Manzaradan Parçalar'da mıydı? Allah bilir. Hergün bir parça edebiyatla meşguliyetin yatıştırıcılığından bahsediyordu.) Sonra benzeri cümlelere Kafka gibi birçok yazarda daha rastladım. Onlar da yazmayı bu şekilde 'kullanıyorlardı.' Hatta, daha ifratı, kalemi hayata tutunmanın bir aracı gibi görüyorlardı. Düşündüm. Ders aldım. Dikkat ettim: Kendimde de aynı tesiri hissettim.

Bu nedenle, aynı cümleye, fakat bu kez olumsuzlarken, Bediüzzaman'da rastlamak beni şaşırtmadı. O da şöyle söylüyordu Lemeât'ında: "(...) Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. (...)"

Metnin tamamına ulaşmak isteyenleri kaynağına havale ederek (Google Hoca bu konuda size yardımcı olacaktır) bu tekrar eden 'müsekkin' vurgusunun bana neler düşündüğünü bir parça izaha çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Hamd yalnızca Ona.

Evet, edebiyat bizde bir 'sakinleştirici' etkisi yapıyor, fanilikle uyanmış akıllarımızı bir parça uyuşturuyor, çünkü bizi vücudîlikte (varlıksallıkta) farklı bir boyuta taşıyor. Bir insanın yazdıkları, eğer güzel de bir metin ortaya koymuşsa ve yıllarca okunacağına dair kalbinde bir umut yanmışsa, varlığının maddeden bir parça aşkınlaşmasını sağlıyor. Örneğin: Güzel bir roman yazdığınızda, metinde bir tür vücud/varlık bulan öykü, kişisel ömrünüzden aşkınlaşıyor. Kahramanları yaşlanmıyor. Duyguları yıpranmıyor. Aşkları eskimiyor. Özlemleri sönmüyor. Oraya, o birkaç sayfaya sığdırdığınız hayatlar, sanki bir tür ebediyet kazanmış gibi kalbinizde bir tatmin yaratıyorlar. Okuyanlar da sizdekine benzer bir tatmin yaşıyorlar. Güya meyyitlerden hayat alıyorlar.

Fakat ne de olsa yalancı bir tatmindir bu. Çünkü yazılanlar gerçek değildir. Bekanın gözünde gerçek 'olan' veya 'olmaya devam eden'dir. Hem bir zamanlar gerçekleşmiş olsalar bile, tahayyülünüz ile bugün onlara giydirdiğiniz varlık, tasavvurdur, gerçek değildir. Hikayeler bitmiştir. Kahramanlar ölmüştür. Aşklar sönmüştür. Belki de zaten hiç yaşanmamıştır. Lakin okurları sayesinde tenasuh/reenkarnasyon geçirir gibi hayatta kalırlar. Birer parazit gibi bedenden bedene zıplarlar. Faniliği dolaşmakla bir tür sonsuzluk yalanı uydururlar. Ve siz o hikayelerin zamana yayılmış ömrüne bakarak ölümsüzlüğün bu dünyada da olabileceğini vehmedersiniz. Şuurla söylemeseniz de hisçe hissedersiniz.

Roman gezdiği ellerde binlerce farklı sûret giyer. Esas kızın tipi nasıldır? Esas oğlanın çehresi ne şekildedir? Birbirlerine nasıl bakmışlardır? Bunlar okurların dünyasında yeniden yeniden inşa olunur. Bu yeniden yeniden inşanın da bekayı (k)andırır bir yanı vardır. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, arızîlerin bekasına dair der ki: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." İnsan da bu türden edebî tekrarlarla bir sanal beka yaşar. Daha doğrusu, yaşamaz, ama 'olabileceğini' düşler. Kendisinden sonra devam eden hikayeler sahibi olmanın sonsuz olmakla ilgili olduğunu düşünür. Anılmayı gerçekten varolmakla karıştırır. Bu elbette bir aldatmacadır. Ancak her aldatmacada olduğu gibi bir müsekkin/yatıştırıcı etkisi vardır. Daha çok varolmanın sanrısı dahi 'fena yarası'nın acılarına bir merhem çalar.

Ben bu hali internette rastgeldiğim bir fotoğrafa çok benzetiyorum. Fotoğrafta iki heykel kolu var. Elele tutuşan iki insanın kolları. Kollardan gayrısı kırılmış. Onlar da kısmen bu yıkımdan pay almış. İşte, edebiyat bize, tıpkı "Cambaza bak!" der gibi, sadece ellere bakmayı telkin ediyor. Eller bir süre daha kalabiliyor çünkü. Yazdıklarımız da bizden sonraya bir süre kalıyor. Fakat bu hakiki bir varlık mı? Hakikaten bir kalış mı? Bedenleri yokolmuş kolların gerçek bir hikayesi olabilir mi? Buradan hayran olunacak bir aşk doğar mı? Romana, sinemaya, tiyatroya göre doğar. Çünkü bunların öykülerini zihninizde tekrar edebilirsiniz. Tekrar be tekrar yaşatabilirsiniz. Yirminizde okuduğunuz romanın kahramanını, ellinizde, sizdeki yaşlanmadan hiçbir pay almadan hayal edebilirsiniz.

Arkadaşım, işte, hayaller bizi kandırıyor! Sakinleştirici etkisi de kuvvetle muhtemel buradan geliyor. Yani bu reenkarnasyon etkisinden doğuyor. Hatta alıntıladığım metnin devamında Bediüzzaman diyor: "Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz."

İslam sûretperestliğe neden düşmandır? Belki şu yazıya bakmakla bunun da bir cevabı bulunabilir. Nihayetinde putperestler de putlarını/resimlerini birşeyleri tekrar be tekrar hatırlatması için kullanıyorlardı. Onların taştan, demirden, gümüşten veya altından devam eden varlığıyla o şeyin hakiki varlığını karıştırıyorlardı. Uzza'ya tapmayan adamlar Uzza'nın putuna ise tapabiliyorlardı. (Bugün de Monroe'nun çoktan çürümüş cesedine bakınca korkup kaçacak nefisler fotoğraflarından bir beka şehveti devşiriyorlar.)

Çünkü put eskimiyordu. Yaşlanmıyordu. Dolayısıyla faniliği hatırlatmıyordu. Bu bir tür sonsuzluğa benziyordu. Fakat hakiki varoluş 'faniliğin taşınmasında' aranmaz ki. Taşınmaya muhtaç olmayan bir güzelliktir sonsuzluğu kaldırabilecek olan. Hakiki varoluş ancak bir hüsn-i mücerredle mümkün olabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an'daki şu ifadeyi her duyduğumuzda/okuduğumuzda sarsılıyoruz: "Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu.../Herşey helak olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." Öyle ya. Yüzü ona bakmadıktan sonra neyin ömrü kıyameti aşabilir? Kıyamet bütün sanal bekaların yıkılışıdır. O zaman, arkadaşım, herşeyin yüzünü Ona döndürelim. Çünkü biz 'biz' olarak kaldıkça sonsuz olamayız.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...