kişisel gelişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kişisel gelişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2018 Salı

Kimse kötülüğü anmakla iyi olmaz

Cenab-ı Hak, birşeyin varolmasını murad ettiğinde 'Ol!' der, o da oluverir. İsrafil efendimiz (a.s.) haşrin baharı geldiğinde bizi sûrla çağırır. Yağmur muhtaçlarına gürleyerek seslenir. Nebiler hakka sözle davet eder. Ezan namaz için çağrıdır. Ağlamak bebeklerin duasıdır. Nasihat iyilikleri diriltir. Üç harfliler anıldıkları yerlere gelir. Dilek maksuda kavuşturur. Bütün bunların bize fısıldadığı bir hakikat vardır. Çağırmak ile yaratılış arasında bir ilişki vardır. Dilemek ile yaratış arasında bir ilgi vardır. Anmak ile yaratılmak arasında bir alaka vardır. Varolanlar esasında hep yokluktan varlığa çağrılıdır. Sahipleri onlara emreder. Onlar da bu emre istisnasız itaat ederler.

Hatta bu noktada denilebilir ki: Zikrullahın dünyamıza eylediği de budur. İnsan, zikrullah vesilesiyle, dünyasında varolmasını (veya diri kalmasını) dilediği manaları çağırır. Anmakla ister. Çağrı cüzî iradenin küllî iradeye el açmasıdır. Tekrarı iradenin duada sebatıdır.

Hatırlamak manaların suyudur. Sulandıkça sağ kalırlar. Yâd edildikçe uzarlar. Hem Aleyhissalatuvesselam da buyurmuştur: İman kelime-i tevhidin zikriyle yenilenir. Bir annenin kaybolan yavrusunu inleye inleye çağırması gibi, mü'min de, hayata onlarla tutunabileceği manaların gönlüne akmasını ister. Ayrılık bitirir. Çünkü, Kur'an'da da buyrulduğu üzere, kalpler ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olur.

Demek dilimizle büyük işler yapıyoruz aslında. Bütün bir gün konuştuklarımız, sadece ilgilendiğimiz şeyleri değil, çağırdığımız şeyleri de ifade ediyor. Hatta bugün kişisel gelişim kitapları dahi böyle tavsiyelerde bulunuyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Başaracağım!' deyin." Veya psikoloji kitapları şöyle öneriyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Ben mutluyum!' deyin." Müslümanlar da sünnet-i seniyye ile kendilerine taşınan mübarek kelimeleri/manaları okumakla benzeri birşey yapıyorlar. Herşeyi işitir bir Allah'a işitmeyi en çok sevdiği isimleriyle (yani Esmaü'l-Hüsna'sıyla) sesleniyorlar.

Mürşidim bir yerde diyor: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; 'Ben de varım!' derler." Sanırım tam da bu noktada durup kendimize sormamız gerekiyor: "Şu ağzımızdaki dille kime sesleniyoruz? Kalbimizle kimi çağırıyoruz? Aklımızla neyin yaratılmasını diliyoruz?" Ve hatta ilerisi: "Gün içinde yerli-yersiz anarak, bahsederek, zikrederek nelerin varlığına varlık katıyoruz?"

Evet. Bunu sormamız gerekiyor. Zira bugünlerde kötülüğü anmakla iyi olmak birbirlerine karıştırılıyor. Ne demek bu? Eleştirdiğim şu aslında: Medyada bir şekilde yer bulmuş her kem hâdiseyi tırnaklayıp, "İşte insanlık bu hale geldi!" paylaşımı yapanlar, aslında o kötülüğün giderimine dönük bir varlık sergilemiyorlar. Aksine, sesleriyle onun varlığına varlık katıyorlar, daha çok yerde duyulmasını sağlıyorlar. Bu da bulaşıcı çirkinliğin yayılmasını sağlıyor. Bedenini büyütüyor. Nasıl ki, üç harfliler anıldıkları yere geliyor, kötülük de sık anıldığı yere doğru meylediyor.

Allah'ın Settar ism-i şerifini bir de bu açıdan düşün arkadaşım. Bu ismin üzerinde rahmetin gölgesi var. Cenab-ı Hak, hem Settar olup ayıplarımızı örtmekle, hem de ahlak olarak bunu özendirmekle vücudunun yayılmasına yardım ettiğimiz kötülükleri küçültmeyi ders veriyor. Yani: Bir müslüman, kardeşinin ayıbını örtmekle bir iyilikte bulunmuş olmuyor sadece, başkalarına sirayet edebilecek bir yaranın büyümesini de engelliyor. Zira her duyulan öğreniliyor. Her sık duyulan ise normalleşiyor. Kötülüklerin bilinmesini, yayılmasını ve normalleşmesini engellemek ise, onları anmakla değil, vücudunu azaltmaya çalışmakla mümkün.

Peki o zaman nehy-i ani'l-münker nedir? Bence şudur: Biz kötülükten sakındırmayı dahi o kötülüğün vücudunu azaltmak için yaparız. Azaltabilirse yaparız. Attırdığını düşündüğümüz yerde tevakkuf ederiz. Setrederiz. Fasık-ı mütecahirin gıybetinin caiz olması da aslında onun kötülüğünü durdurmak içindir. Azaltmak içindir. Ancak bu niyetle geçerlidir. Daha çirkefleşecek durumlarda refleksimiz 'ateşi körüklemek' üzere değil 'söndürmek' üzeredir.

O halde, insan, ömrünü önüne alıp şöyle bir bakmalı: Neler çağrılmış? Neler dualanmış? Neler anılmış? Neler istenmiş? Neler sulanmış? Neler büyütülmüş? Neler beslenmiş? Her çağrılan şu veya bu şekilde dünyamızda varolmaya başlayacak çünkü. Seslerimiz gelecek vücudları etkileyecek. Çağrılarımız manaları diriltecek. Kırk gün 'kötü' dediğimiz kötü olacak. Kırk gün 'iyi' dediğimiz iyileşecek. Bedduamız dahi, varolmasına uygun şartlar bulamazsa ötemizde, dönüp bizde varolacak. Ben de kendime "Artık dikkat et!" diyorum arkadaşım. Suya bir taş attığında dalgaların nerede duracağını bilemezsin. En iyisi kötülerinden az at. Kötülüğü az yap. Kötülerini az an. Yoksa yoketmeye çalıştığının varlık sebebine dönüşebilirsin.

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Okunmamış su var mı?

"Resim kendinden önce varolanın üzerine kuruludur." Rauda Jamis, Aşk ve Acı: Frida Kahlo'dan.

Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği isminde bir romanı var. Belki daha önce duyanlar olmuştur. Belki okuyanlarınız da vardır. Ama ben, her her ihtimale karşı, azıcık kitaptan bahsetmek istiyorum. Einsteinvarî müthiş keşifler yapmış bir bilimadamının hayat öyküsünü araştıran Amerikalı gazetecinin süreç boyunca yaşadıkları, en nihayet, dünyanın sonunu getirmesiyle neticeleniyor. Dünyanın sonunu nasıl getiriyor peki? 'Buz-dokuz' ismindeki bir silahı, istemeden de olsa, harekete geçirmesiyle. Peki 'buz-dokuz' nasıl bir mantıkla çalışıyor? İşte, kitabın en ilginç kısmı burası, burayı kitaptan alıntılayalım:

"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."

İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.

Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:

"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."

Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.

Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.

Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.

Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.

Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."

Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.

Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.

Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?

Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.

Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...