Dost etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dost etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2015 Cuma

Allah'a namaz kadar inanmak...

Kendiliğinde boğulurken âdem, Allah'a farkındalığı imdadına yetişir. Hudabin olanın neşesi, Hodbin olanın karamsarlığı bununla ilgilidir. Hodbin yalnızdır. Ne yaparsa yapsın yalnızdır. Çünkü kendi kendinedir. 'Hiç kimseyi sevmez ve hiç kimse de onu sevmez' manasında söylemiyorum. Fakat hayatının tüm detaylarını saracak bir dostluk kuramaz. Öyle bir 'dostlaştırma' yoktur çünkü dünyasında. Bir Allah tanımından yoksundur. 'Sen'ler arasında dolaşır, ama bu 'sen'lerden hiçbirisi Hudabin'inki gibi bir 'o' değildir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." Zaman olur, insan en yakın arkadaşlarının yanında bile kendisini yalnız hisseder. 'O' olmayınca 'sen'ler yetmez olur.

Yalnızlık özünde nedir? Bence Kayyum ismine duyulan açlıktır. Yaratılmışlığın yoksunluğudur. Doğuştan gelen eksikliğimizdir. Düşerken arandığımız tutacak yerdir. Arızilik sancısıdır. Ne çok rengi var yalnızlığın! Yalnızlık, bazen farkedilmemektir/önemsenmemektir. Bazen paylaşamamaktır en mutlu anlarını bile, hiçkimseyle. Bazen de 'bilinmeden kalmak'tır. Yani halinize kimsenin şahit olmamasıdır. Bencillik ilk bu bedeli ödetiyor. Dünyayı, kısavadeli menfaatlere/nefse göre şekillendirirken yüklendiğimiz demirden küfe bu: Bir daha 'bir başkası için' veya 'bir başkasına göre' hayatımızda olmayacak. Kendimizi aşkın şeyler yapamayacağız. Hedeflerimizin boyu kısaldı. Ben'in keyfini tek mikyas yaparak pekçok kıyas imkanını yitirdik.

Artık siz biliniz, kendinizi ne kadar bilebilirseniz. Kimsenin farketmediği nakışlarınız var. Fener tutulmamış dehlizleriniz mevcut. Bin kapılı saraysınız, ama bir kapınız ya açıldı ya açılmadı. Yapabileceklerinizin yüzde birini bile yapmaya yetmiyor ömür ve geçmiyor fırsatları ele. Siz bir tek size kalırsanız, yazık olmaz mı size? İnsan-insana çözülmez bu düğüm. İnsan, insana yetmiyor. İnsan, insanın yalnızlığını yoketmiyor. Bir de bakıyorsunuz; en yakınlarınız içinde, nazlı dilinizde bir sitem: "Kimse beni anlamıyor." Yalnız ergenlikte mi bu tafra? Hayır, hangi yaşta olsanız, öyle. Demek; insan, insanın yalnızlığını almaya yetmez.

"Namaz müminin miracıdır." Mirac, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Taif sonrası yalnızlığını almıştır. Hüzün yılının gamını silmiştir. Demek ki bir mirac hepimizin ihtiyacı. Yalnız olmadığımızı daha şiddetli bir şekilde hissetmeye hepimizin ihtiyacı var bazı zamanlar. Namaz da, işte, bir çeşit mirac yaşatır bizlere. Allah'ın varlığını namaz derecesinde kabul eden ve gönlündeki Allah tasavvurunu ondaki hareket ve anışlarla diri tutan (Huda'ya 'bin' olan) insanın elbette kainata bakışı da farklı olur. Bir 'o' bağlantısı takılır gafil olmadığı her anına. "İman bir intisabdır..." der Bediüzzaman. O intisabla insan, mahlukatla yaşadığı ben-sen yalnızlığından kurtulur. Onun varlığı her yalnızlığı giderir.

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. (...) Vicdanı azap içinde kalır. Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. (...) Allah'a şükreder."

Mürşidimin 'ibadet ediş' ve 'mahlukatın ibadetini farkediş' arasında kurduğu ilgi, namazda daha zahir bir şekilde gözümüze çarpıyor. Ne de olsa, insan, dünyasında olan şeyi görür dünyada. Sende karşılığı olan şeydir dışarıdan payın. Körün görmekten, sağırın sesten, delinin akıldan alacağı yoktur. Dışımız içimizden geçerken üzerine bulaşan bir boyadır anlam. Şekerin tadını kendisinden sanırsan yanılırsın. Babası yeni ölmüş bir çocuk için elma şekeri bile acıdır. Dünyanda, kendisine beş vakit namaz kılınacak gibi bir Rahman hiç varolmamışsa, dışarıya baktığında onun rahmet izlerini nasıl göreceksin?

Allah'a, müslümana yakışır bir şekilde iman ettin mi? O zaman secde et de görelim. Teorini, pratikle sına. Çünkü Allah, hakikaten secde edilecek bir Allah'tır. Hem tesbih de etmelisin. Hem yalnız ona hamdetmelisin. Hem tarif edilmez büyüklüğünü dile getirmelisin. Yapmalısın ki, görelim, imanında samimi misin? Allah'ı önünde eğilmeye, hatta günde beş vakit eğilmeye değer buluyor musun?

Hayata, evvelemirde dört şekilde karışıyor imanın: Tehlil, tesbih, tahmid ve tekbir... Namaz, bu açıdan, müminin imanında samimi olup olmadığının sınanmasıdır. Nöbet yerindeki butona, belirli aralıklarla "Ben hâlâ buradayım!" sinyali için basmandır. Namazın içeriği, Allah tasavvurumuzu sağlıklı ve diri tutar. Hadis-i şeriflerde namazsızlık ve küfür arasında dikkat çekilen yakınlık, namaz kılmayan insanın Allah tasavvurunu içselleştirmede yaşayacağı sıkıntıya işarettir.

Her namaz kılan böyle midir? Elbette, Kur'an'ın da buyurduğu gibi, kıldığı namazdan gafil olanlar var. Fakat, içeriğine yeterince vakıf olalım veya olmayalım, halis bir niyetle kılınan namaz dünyaya bakışınızı değiştirir. Burnundan kıl aldırmayan mütekebbir bile, günde beş vakit, her vakitte kaç rekat, her rekatta iki kere alnını yere koyunca; o akıl başa haşyeti miktarınca ister istemez gelir. El yumruğunu yemeyenin kendi yumruğunu balyoz sanması gibi, namaz kılmayanın alnı da kendisini eğilmez sanır. 'Huda' diye birşeye iman etmiş ve onun önünde eğilmeyi hayatının değişmezi kılmış bir insanın elbette hayata bakışı farklı olur. Hatta kainatı ve kelam-ı ilahiyi yorumlayışı da. Namaz kılan, kılmayandan kesinlikle farklıdır. Dünyasında 'secde edilecek bir Allah'ın varlığını' her gün beslediği için farklıdır.

Namazda problemi olanın ilmi/kuvveti/makamı başına bela olur kanaatine sahibim. Bediüzzaman da dört hatve diye tarif ettiği yolunda aczi, fakrı ve şefkati, tefekkürden öncelemiyor mu? O halde namazsızın yaptığı tefekküre ne kadar güvenebiliriz? (Modern bilim/felsefe neden bize güvenilmez geliyor?) O, itirafından beş vakit kaçmaktadır. Elbette bu kaçıştan fakrı ve şefkati de yara almaktadır. İblisin, bir kere secdeden kaçmakla başına neler geldi, biliyoruz. İnsana karşı nasıl merhametsizleşti, görüyoruz. Ondan sonra yaptığı bütün akıl yürütmelerde hata var.

Ben de namazdan kaçanın yorumlarına güvenemiyorum. Hatta ehlullahın, zekavetçe çok ileri olmayanının bile, zikir ve ibadet ile meşguliyetinden doğan arifliğini dehaya tercih ederim. Çünkü o dengesini şaşırmaz. Fakat öteki mizansızdır. İbadetsizliği ölçüsünde Hodbin ve yalnızdır. Kimsenin önünde secde etmemiştir ki, onun ölçülerini/emirlerini nefsinin önüne geçirebilsin. Nefis herşeyi ister, ama herşeyi elde edemez. Bu yüzden varlığa bakışı istediğini alamayanın karamsarlığındadır. Ve karamsar, kaosu bir çukur olarak değil, bir basamak olarak görür. Devrimcinin 'isterse kopsun kıyamet' nihilizmi, anarşinin şiddeti meşrulaştırışı, zulmün mazlumu görmezden gelişi... Hepsi ama hepsi bu yalnızlıktan besleniyor. Yalnızlaştıkça insan saldırganlaşıyor. 'Vahşet' kelimesinin aynı zamanda 'yalnızlık' ve 'ürküntü' anlamlarına da gelmesi tesadüf mü? Şahit olduğumuz her vahşet bize bir yalnızlık hissettirmez mi?

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Baklavanın fıstığı...

Müzeyyin olan Allah varlığı nasıl süslüyor? Sadece renkle, kokuyla, tatla mı? Hayır, hayır... Allah varlığı en çok hayatla süslüyor. Nereye baksanız onun boy vermeye, varolmaya, ortaya çıkmaya çalıştığını görüyorsunuz. Tatlı bir yaramazlıkla, her yerdeler. Her taşın altından, buldukları her toprak parçasından, buzdolabında uzun süre beklemiş yemekten, hatta çöplerin içinden fışkırıyorlar. Evet, biz, yani canlılar (ve özellikle de insan) kainatın en güzel süsleriyiz. Baklavanın üstündeki fıstıklar, dondurmanın üzerindeki çikolata sosu, pastanın üzerindeki krema biziz. Süsleme/tezyin öyle birşeydir ki, her ne yaparsan yap, en sonunda yaparsın onu. Yani pasta bitmeden pasta süslenmez. Baklava pişmeden üstüne fıstık serpilmez. İnsanın dünyaya gelenlerin sonuncusu olması, bizim de bu baklavanın fıstığı olduğumuzu gösteriyor. Baklava bizimle güzel, ama (hâşâ) Ustası bize mecbur değil. Kemalin tamamlayıcı bir parçasıyız, ama Usta'nın mecburiyeti değiliz. Samed olan o. Yani herşey ona muhtaçken hiçbir şeye muhtaç olmayan.

"Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder."

Daha kibirli zamanlarımda, muhtemelen ilkgençlik dönemimde, böyle bir varlık algısını kabullenmek tahttan düşmüş krala benzetirdi beni. Öyle olduğumu düşünmek istemezdim. İnsan 'bağlayıcı' ve 'olmazsa olmaz' olmadığını duyduğunda epey bir sarsılıyor. Öyle olduğu hissettirildikçe de huzuru artıyor. (Özellikle âşıklar bu sözümü iyi anlarlar.) 'Olmasa da olur' olmak daha güzel birşeyde varolmanın güzelliğini bilmeyenler için ölümden de beterdir. Bu yüzden evladı için yaşamayı anne olmayan bir kadın anlayamaz. (Âşık bir kadının eşinden duymak istediği söz 'Sen benim herşeyimsin'sin iken sıra oğluna geldiğinde dediği şudur: 'Yeter ki sen mutlu ol!') Yahut da sahabilerin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam için sıkça söyledikleri 'Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!' sözünü. Çünkü bu, varlık sırrına eriştir. Asıl varolması gerekenin sen olmadığını kabul, adına varolduğunun ellerine kendini teslimdir. Annen ve baban değildir seni asıl vareden. Seni vareden Allah'tır. Resul de ancak ondan dolayı kıymetlidir.

Ne diyordum? Ha, önceleri bu ikincil konuma iniş beni epey bir rahatsız ederdi. Ne yani? 'Olmasa da olur' isem hakikaten bir zaman gelecek de olmayacak mıydım? İnsana 'olmasa da olur' olduğuna inanmak, yani Samed olanın yalnızca Allah olduğuna inanmak böylesi bir sebepten zor geliyor. Sanıyor ki, olmasa da olurluğunu kabul aynı zamanda olmayacağını kabuldür. Bu, Allah'ın rahmetini unutup sadece Samediyetine bakan bir aklın düşebileceği bir çukurdur/korkudur. Bu çukuru/korkuyu aşabilmek onun Rahman ve Rahim olduğunu hatırlamakla mümkündür.

Bence 'besmele'nin böylesi bir fonksiyonu da var. Yani Rahman ve Rahim isimlerini unuttuğunuz anda Allah hakkında tefekkürünüzde bir yeis/ümitsizlik hâkim olmaya başlıyor sizde. Bir karamsarlık. Çünkü yüceliği 'ilgisizlik' nedeni sanıyoruz bizler. Allah'ı kendimiz gibi sanıyoruz. Ki insan yüceldikçe(!) çevresindeki insanlara ayırabildiği vakit azalır.

Tıpkı İşaratü'l-İ'caz'da dendiği gibi: "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Düşünsenize: O kadar büyük ki. O kadar yüce ki. O kadar muhteşem ki. O kadar... O kadar... O kadar... Kelimelerin anlatmaya kifayet etmediği o, âlemlerin Rabbi, sizi neden kâle alsın? Sizi neden önemsesin? Sizin varlığınızla neden ilgilensin? Subhanallah'ın ardından gelen Elhamdülillah biraz da bu hatırlayışın sevinci. Evet, o Subhaniyet makamında, ama aynı zamanda Rahman ve Rahim. Merhamet etmeyi seviyor. Sizi sevindirmeyi seviyor. Sizin varlığınızı seviyor. Ne diyor Bediüzzaman: "Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak." Böylece yürek Allah'ın yüceliğini tefekkürü içinde yalnızlık korkusundan kurtuluyor. Kanaatimce: Vahidiyet içindeki Ehadiyeti bize en net gösteren iki isim Rahman ve Rahimdir. Onları pek severiz. Doğrudan Allah'ın bize olan ilgisini anımsattığı için.

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Nurcu hastalığı olarak: Dostu, talebeye tercih etmek

Bu bizde bir hastalıktır. Rahman'ın rızası için yazacağım. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır..." sırrınca Şafii olan Allah'tan bana ve kardeşlerime şifa vermesini dilerim. Ben bu hastalığı yazmakla 'herkesçe görünmeyen' veya 'görenlerin görmezden geldiği' veya 'görmezden gelmeyenlerin yazmazdan geldikleri' birşeyi yazıyorum. Bunun Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan sıyrılmak/soyunmak isterim. "Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek..." diyen, fakat aslında "En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa da herkesçe duyulmamış eleştiridir..." manasını içeren sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: "Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz."

Bediüzzaman'ın ismini, çizgisinden daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları, çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman'a muhabbeti(!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına çok kolay tav oluyoruz. Muhabbeti dilden 'Bediüzzaman' adıyla çıkan cümlelerle sınıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, o dilden Bediüzzaman ismi geçmeden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki, bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman'a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra isterse ehl-i sünneti toptan tezyif etsin, sinemizdeki muhabbet gitmiyor. Ta ki Bediüzzaman'ın şahsına bir kem söz edene kadar! O zaman jetonumuz düşüyor. Asıl tuhaf olansa; bu aptalca tutumu avamımız değil, 'aydın abilerimiz' sergiliyor. Mustafa İslamoğlu, Bediüzzaman'ı mı övdü? İslamoğlu'nun daha başka neler dediğine bakmadan kitaplarını yayınevlerimizde yayınlamaya, derslerini radyolarımızdan konuşturmaya çalışıyoruz. Nevzat Tarhan, Bediüzzaman mı dedi? "Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman'ın veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman'dır?" Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse, bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor. Ötesi sorgulanmıyor.

Bu saçmasapan temayülün/muhabbetin Ertuğrul Özkök'e, Yaşar Nuri Öztürk'e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman'a mana-i ismi ile bakıyor ki bu abiler veya arkadaşlar; bir kişinin Bediüzzaman'ı övmesiyle sanki ona bir paye daha katılacak gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan, körkütük bir övgüyle... Ne için? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. İyi de Bediüzzaman'ı 'ismen' övmek, Bediüzzaman'ın yolunu tutmak veya endişelerini taşımak mıdır? Bediüzzaman'ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, 'zatını beğenmek' midir?

"Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyen Sözlere ve envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. 
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin."

(Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: "Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.")

Barla Lahikası'nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle der: "Bir talebe, yüz dosta müreccahtır." Fakat şimdilerde 'bir şekilde' Risale-i Nur kurum/kuruluş/cemaat yapılarında üst kademeleri tutmuş insanlar, inanın şu cümleye daha fazla iman ediyorlar: Bir dost, yüz talebeye müreccahtır. Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine ve çizgisine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman'a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur'un ölçülerine uymayan yüz tane martavalı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman'ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım. Teveccüh-ü nasa müptelayız çünkü.

Şu an, Nurcular içinden (Risale-i Nur'dan alacakları bitmemiş) kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha 'kaç tane gencimiz var' bile demedim. Kaç tane mütefekkirimiz var? Bence bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaat yapıları içindeki istibdatsa, ikinci sebebi talebenin dost kadar itibarlı olmamasıdır. Evin danasından öküz olmaz atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi terkediyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların 'söylediklerine' bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta. Eğer Risale-i Nur dairesinden hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, umarım vardır, o zaman bunun ilk yolu; bu dairenin kaynaklarını gayrın iltifatlarına peşkeş çekmemek. Talebeyi dosta müreccih kılmak. İki dakika Bediüzzaman'dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları samimi çalışmalara burun kıvırmak... Kusura bakmayın ama, Allah sorar bunu.

28 Nisan 2015 Salı

Mutluluk diye birşey var mı?

Mutluluk diye birşey var mı, emin değilim. Sanırım zaman zaman hepimiz ona dokunur gibi oluyoruz. Ama asla tutamıyoruz. Elimizi mesken ittihaz etmiyor, razı olmuyor. Durmuyor. Gidiyor. Veyahut ona dokunduğumuz/tuttuğumuz da bir yalan. Bir aldanma ve aldatma. Kendimize oynadığımız bir oyun. Avutuyoruz kendimizi ona doğru koşarken. Belki de koşmaya âşığız sadece.

Koşmayı seviyoruz, fakat birşeyle de ayaklarımızı ikna etmemiz gerek. Hikmetsizlik, gayretsizliktir. Ayaklar da (her fiil ve fail gibi) amaç ister. Anlamsızlık huzursuzluktur. İşte o ikna, kimi zaman mutlulukla oluyor. "Öyle birşey var!" diye hayal ediyoruz; tıpkı filozofların ütopya, orduların kızılelma hayal etmesi gibi. "Olmasa da olur, yeter ki koştursun. Yeter ki, hayatı yaşanılır; yarını özlenilir ve beklenilir kılsın. Olmasa da olur... Yeter ki, var sanılsın..." diyoruz.

Fakat huzur diye birşeyin varolduğundan eminim. Huzur, mutluluk gibi değil. Bir coşkunluk ve sarhoşluk hali sayılmaz. Belki bu yüzden modern zamanlarda mutlulukla yarışamıyor. Onun kadar muteber değil. "Sonsuza dek mutlu yaşadılar..." diye bitiyor masallarımız. "Sonsuza dek huzurlu yaşadılar..." pek de cezbedici durmuyor. Ama huzurun varolduğunu biliyorum. Çünkü onun tadabildiğim gibi elimde de tutabiliyorum.

Doğru anlamları verdiğim her zaman, her mekan, her tavır, her kelam, her olay, her musibet, her sarsıntı, her yenilik, her şey... Herşey huzurumun bir parçası oluyor. Sanki doğru anlamları verdiğimde onlar benim huzuruma çıkmış oluyorlar. Sonra hepimiz Allah'ın huzuruna çıkıyoruz imanımızca. Hz. Cebrail'in, Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın huzurunda aldığı cevap gibi: "İhsan, Allah'a onu görüyormuşçasına kulluk etmendir."

Birinin huzurunda olduğunu hissetmek, onu görmekten ziyade onun seni görebildiğini bilmeye benzer. Huzur ve huzurunda olmak, kuyrukları birbirine bağlı tarifler. İnsan ancak herşeyi anlamlandırabildiği yerde huzurlu olur. Herşeyin yerini bilmektir bu bir nevi. Karşısına birdenbire "Bööö!" diye çıkacak hiçbir şey olmaz böylece. Onun ismi şudur, bunun yeri şurasıdır, şunun amacı böyledir, bunun amacı şöyledir... Herşeyi bir yerlere bağladığın için sen de onlara göre kendine bir yer tayin edersin. Yerini bilirsin. Sonunu kestirirsin. Huzur bu 'bilmek'ten beslenir. Onun ne olduğunu ve ahlakının (bir nevi gelecekteki etvarının) ne üzere olacağını bilmek...

"Münafık olan kimse, kendisini vücut sahrâsında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kâinat cemiyetinden tard edilmiş sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de mâdum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlûkata ecnebî nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü'minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü'min olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır."

Dostunun yanında duyacağın huzurdur, çünkü elinden veya dilinden zarar bulmayacağını bilirsin. Anlam ile huzur arasında böylesi bir doğru orantı var. İman ise hayatımıza kattığımız en büyük anlam. Düşünsenize: Bir Allah'a inanıyorsunuz ve bundan sonra bütün varlık algınız Ona göre şekilleniyor. Herşey Onunla ilişkilendirilerek amaç sahibi oluyor. Abes/boşuboşuna diye birşey kalmıyor, çünkü ilahın amaçsız şeyler yapması ilahlığına yakışmaz. İnsan insanken amaçsız olanı yapmayı eksiklik olarak görür, bir ilah bunu nasıl kendisine yakıştırır? Böylece huzur duyuyorsunuz. Onun huzurunda olmaktan ve herşeyin Onun huzurunda olmasıyla bulduğu anlamdan.

Mutluluk coşkulu, fakat çabuk giden, ânlarda boğulan birşey. Yerinizde olsam huzura talip olurum. Daha dingin ama daha garanti. Huzur, mutluluğa göre daha uzunvadeli düşünmeyi gerektiriyor. Hele ki, evliliklerde...

Bence gençler eş seçiminde kendilerine şu soruyu sormalılar: "Kimin yanında huzur bulurum?" Şunu sormamalılar: "Kimin yanında mutlu olurum?" Çünkü hiçbir insan yedi gün 24 saat mutluluk vadedemez size. Kimse o kadar süre mutlu olamaz. Hedefleriniz ele geçer olmalı, ütopya kalmamalı. Ancak gece olup yastığa başınızı koyduğunuzda herşey yerli yerinde gibi geliyorsa ve yarına dair endişeleriniz onun yanında olmakla azalıyorsa, dertleriniz sükûn buluyorsa, işte bence evlilikten maksat budur. Ayet-i kerime demiyor mu: "Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir." Ayetin aslında geçen 'sükûn' lafzını modern zamanlara uyup 'mutluluk' diye çevirmişsen, Kur'an'ın ne suçu var bu işte?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...