30 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Nurcu hastalığı olarak: Dostu, talebeye tercih etmek

Bu bizde bir hastalıktır. Rahman'ın rızası için yazacağım. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır..." sırrınca Şafii olan Allah'tan bana ve kardeşlerime şifa vermesini dilerim. Ben bu hastalığı yazmakla 'herkesçe görünmeyen' veya 'görenlerin görmezden geldiği' veya 'görmezden gelmeyenlerin yazmazdan geldikleri' birşeyi yazıyorum. Bunun Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan sıyrılmak/soyunmak isterim. "Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek..." diyen, fakat aslında "En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa da herkesçe duyulmamış eleştiridir..." manasını içeren sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: "Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz."

Bediüzzaman'ın ismini, çizgisinden daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları, çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman'a muhabbeti(!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına çok kolay tav oluyoruz. Muhabbeti dilden 'Bediüzzaman' adıyla çıkan cümlelerle sınıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, o dilden Bediüzzaman ismi geçmeden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki, bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman'a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra isterse ehl-i sünneti toptan tezyif etsin, sinemizdeki muhabbet gitmiyor. Ta ki Bediüzzaman'ın şahsına bir kem söz edene kadar! O zaman jetonumuz düşüyor. Asıl tuhaf olansa; bu aptalca tutumu avamımız değil, 'aydın abilerimiz' sergiliyor. Mustafa İslamoğlu, Bediüzzaman'ı mı övdü? İslamoğlu'nun daha başka neler dediğine bakmadan kitaplarını yayınevlerimizde yayınlamaya, derslerini radyolarımızdan konuşturmaya çalışıyoruz. Nevzat Tarhan, Bediüzzaman mı dedi? "Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman'ın veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman'dır?" Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse, bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor. Ötesi sorgulanmıyor.

Bu saçmasapan temayülün/muhabbetin Ertuğrul Özkök'e, Yaşar Nuri Öztürk'e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman'a mana-i ismi ile bakıyor ki bu abiler veya arkadaşlar; bir kişinin Bediüzzaman'ı övmesiyle sanki ona bir paye daha katılacak gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan, körkütük bir övgüyle... Ne için? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. İyi de Bediüzzaman'ı 'ismen' övmek, Bediüzzaman'ın yolunu tutmak veya endişelerini taşımak mıdır? Bediüzzaman'ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, 'zatını beğenmek' midir?

"Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyen Sözlere ve envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. 
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin."

(Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: "Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.")

Barla Lahikası'nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle der: "Bir talebe, yüz dosta müreccahtır." Fakat şimdilerde 'bir şekilde' Risale-i Nur kurum/kuruluş/cemaat yapılarında üst kademeleri tutmuş insanlar, inanın şu cümleye daha fazla iman ediyorlar: Bir dost, yüz talebeye müreccahtır. Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine ve çizgisine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman'a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur'un ölçülerine uymayan yüz tane martavalı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman'ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım. Teveccüh-ü nasa müptelayız çünkü.

Şu an, Nurcular içinden (Risale-i Nur'dan alacakları bitmemiş) kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha 'kaç tane gencimiz var' bile demedim. Kaç tane mütefekkirimiz var? Bence bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaat yapıları içindeki istibdatsa, ikinci sebebi talebenin dost kadar itibarlı olmamasıdır. Evin danasından öküz olmaz atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi terkediyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların 'söylediklerine' bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta. Eğer Risale-i Nur dairesinden hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, umarım vardır, o zaman bunun ilk yolu; bu dairenin kaynaklarını gayrın iltifatlarına peşkeş çekmemek. Talebeyi dosta müreccih kılmak. İki dakika Bediüzzaman'dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları samimi çalışmalara burun kıvırmak... Kusura bakmayın ama, Allah sorar bunu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...