14 Mayıs 2015 Perşembe

Kürt Alınganlığı 2: Selahaddin Demirtaş'a domuz eti yedirmek

Bu konu hakkında yazmalı mıydım? Belki hayır, hassaten bu blogda yeri yok gibiydi bu yazının. Fakat Risale-i Nur'dan bir metne teması olduğundan, belki onun hatırına, görmezden gelinir. Şöyle bir yerden başlayayım: Bir süredir AK Parti'ye yakın medya kuruluşlarından Selahaddin Demirtaş'a yönelik bir karalama kampanyası var. Gerçi 'karalamalar' hep oluyor, bu açıdan söylediğim yeni birşey değil. Siyasetin lanetli doğasında var bu. Fakat şimdiki karalamaların ekseni biraz daha farklı gibi. Demirtaş'ın Diyanet İşleri'ni kaldırma vaadini dillendirmesinden beri, AK Parti cenahında onu 'din dışına itme' gayreti var.

Hoş, HDP çizgisi din içine dahil edilmeyi de çok sevmez, biliyoruz. Fakat bunun bu şekilde, hele hükümet/devlet eliyle, hele ki seçmeninin çoğu Türkler olan bir parti eliyle yapılmasının/dayatılmasının bazı mahsurları var. Demirtaş'ın şahsına yönelik ifratkâr, haksız, katılmamız ve onaylamamız mümkün olmayan tezvirat hakkında konuşmak istemiyorum. O apayrı bir konu. Muhafazakâr medya, maalesef, böylesi açılardan seküler medyayı aratmıyor. Akşam gazetesinin 'domuz eti' vurgulu haberinin ardından Hacamat'ın da kapağına bunu konu etmesi, şahsî kanaatimi paylaşıyorum, hâzâ rezillik oldu. Hâlâ da kimileri bu rezilliğin ardını bırakmıyorlar, kan davası gibi sürdürüyorlar. Şahken şahbaz oluyorlar.

Öncelikle; Diyanet İşleri'nin kaldırılması meselesinin AK Parti iktidarına kadar, hatta daha özelde Mehmet Görmez Hoca'ya kadar dindarların da gündeminde olduğu malum. Diyanet'in bir Kemalist ideoloji ürünü olması ve genelde bu ideolojinin dine müdahale etme aygıtı olarak kullanılması dindarların da rahatsızlığıydı. Şimdilerde hükmetme yetkisinin bize yakın bir partiye geçmesiyle bu endişeler rafa kaldırılmış olsa da mazide bunu söylediğimizi/savunduğumuzu unutacak kadar unutkan veya inkarcı olmamalıyız. Bu, kenara düşülmesi gereken ilk not.

İkinci not, birisinin sırf Diyanet İşleri'ni veya 80 darbesi ürünü olan zorunlu din derslerini kaldırmak istemesiyle dinden çıkarılıp çıkarılamayacağı meselesi ekseninde şekilleniyor. Dinin şimdiye kadar varlığını sürdürürken ne zorunlu din derslerine (hele ki okullarda okutulan içeriğiyle) ne de Diyanet İşleri'ne ihtiyaç duymaması, böylesi bir ayak bağlama operasyonunun geçerli olmadığını gösteriyor bize. Böylesi kurumların veya zorunlulukların kaldırılması, dinin bir esasının reddi gibi tekfire kapı aralanabilecek birşey değil. Buradan o noktaya gidilmez. Ha, bunu dedim de HDP'yi dine hürmetkâr buldum değil. HDP'nin üzerine kurulduğu ideoloji gereğince dinle sorunlu olduğunu, çizgisinde takılan gençleri en az Kemalizm kadar seküler hale getirdiğini biliyorum. Fakat yine de öteki tarafın haksızlığı bizim yapacağımız haksızlığa karine oluşturmamalı.

Gelelim daha özel bir alana. Türkiye, Kürt sorunuyla tanıştığından beri Kürtleri bir açıdan tutmaya, bir açıdan itmeye çalışıyor. Ne sarılacak kadar yaklaşıyor ne de savuracak kadar uzaklaştırıyor. Din kardeşliği söylemi asla unutulmasa da diller asla kardeş olamıyor. Toplumun geneli için konuşmuyorum, devletin resmi ideolojisi üzerine konuşuyorum. Sabık dönemde yaşanan Kürt isyanlarıyla ilgili haberlere baktığınızda bu itişin sadece kardeşlik düzeyinden değil, neredeyse insanlık düzeyinden olduğunu görürsünüz. Doç. Dr. Ahmet Yıldız'ın Ne Mutlu Türküm Diyebilene kitabında gördüğümü anımsadığım bazı gazete küpürlerinde Kürtlerin 'çiğ et yiyen vahşiler' olarak tarif edildiklerini okumuştum. Bu tarifleri yapanlar, o dönemde devlet kademesinde üst düzeyde görev alan kişiler... Elbette nass-ı Kur'an'la biliyoruz, "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." Biz de o zamanın yükünü bu zamana taşımıyoruz. Fakat mazideki hataların da bize bazı hassasiyetler öğretmesi lazım.

Daha sonraki devrede, yani PKK'nın ortaya çıkışı ve devamı sürecinde, bu dil belki 'insanlık dışı' bir alan tarifi yapmıyordu Kürtler için; fakat 'din dışı' bir alan tarifi hep vardı. PKK'nın Leninist, Stalinist, Zerdüşt, Hristiyan (Ermeni denmekle aslında bu yapılıyordu) Kürtlerden oluştuğu söylemi hep işlendi. Hatta zaman zaman bu söylem Kuzey Irak Kürtlerine kadar uzatıldı. Barzanîler gibi içinde birçok tasavvuf erbabı da bulunan bir aşirete, yüzlerce yıllık tarihini görmezden gelir gibi, Yahudi yakıştırması yapıldı. (Barzanî ailesinin tarihini Müfit Yüksel Hoca'nın bir seminerinde kısmen dinlemiştim.) Hatta Kurtlar Vadisi gibi dizilerde bile söylendi bu. Şimdi, gelinen noktada geçmiş husumetler unutulsa da, bir yerlerde uyuduğu kesin. KDP'nin Türkiye ile sıcak ilişkiler kurması fitneyi uykuya yatırdı.

Mesut Yeğen, Son Kürt İsyanı isimli kitabında, bu söylemin amacının korkutucu olduğunu, altında Kürtleri daha kolay öldürebilmeyi/zulmedebilmeyi meşrulaştırmak amacının yatıyor olabileceğini ifade ediyor. 'Müslümanın müslümanı öldürmesi' pozisyonunun insanların elini kan dökmekten alıkoyması, "Öldürdüğünüz aslında müslüman değil, zerdüşt kafirler!" cümlesiyle pekala aşılabilir duruyor. Biz de tıpkı IŞİD gibi kafir Kürtleri üzerine saldırıyor olabiliriz. Bu endişeyi dillendiren sadece Mesut Yeğen de değil üstelik. Etyen Mahçupyan da Yüzyıllık Parantez kitabında PKK'ya yönelik böylesi iddiaların çok da gerçeği yansıtmadığının altını çiziyor. PKK kamplarında mescit bulunduğunu, her ne kadar parti ideolojisi dine mesafeli olsa da dinin yapı içinde büsbütün dışlanmadığını vurguluyor.

Bütün bunları neden anlattım? Bundan birkaç yıl önce Risalehaber'de, Ahmet Akgündüz'ün Bediüzzaman'ın seyyidlik şeceresi diye tanıttığı bir evrak üzerinden (sanıyorum daha sonra o senedin sıhhati epey sorgulandı) süren tartışmalara dair bir yazı yazmıştım: "Kürt Alınganlığı: Bediüzzaman'ın Seyyidliği Üzerine..." O yazıda şunu anlatmaya çalışmıştım: Yıllar yılı Kemalist rejimin Kürtler üzerinde oluşturduğu bir hassasiyet var. Dinden dışarı atılmak istendiklerini, İslam'dan koparılmaya çalışıldıklarını düşünüyorlar. Bunu inkılaplar çerçevesinde de düşünebilirsiniz, PKK üzerinden geliştirilen söylem üzerinden de. Hatta bu konuya dair o dönemde Müfit Yüksel Hoca da tonu yüksek yazılar yazdı. Kürt âlimlerinin Kürtlükten kurtarılarak(!) Kürtlerin İslamiyet'ten uzaklaştırılmaya çalışıldığını söyledi birkaç yazıda. TV'lerde de bunu anlattığını anımsıyorum. Bunun hayra hizmet etmediğini, Kürtlerin tepkilerini arttırdığını önemle vurguladı. İzleyenler varsa, anımsamışlardır. 2012 yılı Aralık ayıydı sanıyorum bu yazıların yayınlandığı tarih. Böyle kavgaları başlatanlar Kürtlerin psikolojisini ya anlamıyorlar yahut da anlamak istemiyorlar. Mektubat'ta Bediüzzaman şöyle birşey anlatır:

"Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi."

Şimdi Selahaddin Demirtaş ve onun dini üzerinden başlatılan tartışmalar, bence tam da yukarıda anlatıldığı gibi, amacının tersi bir işlev görüyor. Kürtlere geçmişte yaşadıkları bu tür tartışmaların tamamını anımsatıyor ve dışarıdan topluca kimliklerine yapıldığını düşündükleri bu taarruza karşı savunma refleksi geliştiriyorlar. Konuştuğum bazı dindar Kürt gençlerde bunu hissediyorum. Kendileri HDP'yi eleştirseler de, dışarıdan birisinin ifratkâr bir söylemine karşı gardlarını alıyorlar. Oy vermeseler de savunuyorlar. Dışarıdan birisi derken anlaşıldığı üzere Türkleri kastediyorum. Çok tuhaf, inanılmaz, hiç duyulmamış birşey söylemediğim kanaatindeyim. Selahaddin Demirtaş'a bu damardan yapılan 'eski Türkiye' saldırıları, Kürtlerin de 'eski Türkiye' yaralarını hatırlamalarına neden oluyor.

Bu konuda, böylesi konularda daha doğrusu, Kürtlerin kendi içerisinde tartışabilmelerine müsaade edilmesi gerek. İşin bir ucu, maalesef, kavmiyetçilik/milliyetçilik ve asabiyete dayanıyor. Ebu Cehil kadar zekası çalışmalı en azından insanın. Metin Karabaşoğlu abi Siyer Okumaları'ndan birisinde anlatmıştı. Ebu Talib'in ölümünün ardından Haşimoğulları'nın reisi olan Ebu Leheb, Efendimiz aleyhissalatuvesselamı himayesine alınca; Ebu Cehil çaresini şöyle bulmuş: "Yeğenine sorsana ceddiniz kabirde ne haldeymiş?" Peygamber Efendimiz şirk üzere olanların cehennemde olacağını haber verince Ebu Leheb kızmış ve himayesini kaldırmış. Fakat dikkat edin: Mahzumoğullarından Ebu Cehil, Haşimoğullarından Ebu Leheb'e doğrudan "Himayeni kaldır!" dememiş. Aralarındaki farklılıkları tartışmalarına ortam oluşturmuş.

Dindar Kürtler ve HDP çizgisindeki Kürtler arasında oluşturulmaya çalışılan ayrışma (ki bu fay hattı bazı noktalarda karışık bir durum sergiliyor) ancak Kürtlere kendi aralarında konuşabilme fırsatı verirseniz ortaya çıkar. Dışarıdan yapılan saldırılar, Kürtleri, hele o bölgede içiçe yaşayan Kürtleri, savunma refleksine itiyor. Kazandırmıyor, kaybettiriyor. Benim okumam böyle. Belki faydası olur diye paylaşmak istedim. Allah kardeşliğimizi bozmasın. İttihad-ı İslam'ı nefesimiz ve bahtımız kılsın. Amin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...