Yağmur Duası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yağmur Duası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2021 Cumartesi

Özdil'in eline Zülfikâr yakışır mı?

"Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) 'Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz!' diye hüküm indirmiştir..."
(Nisa sûresi: 4/140)

Kısacık da olsa bu konuya değinmeden geçemeyeceğim: Yılmaz Özdil, 'yağmur duasıyla alay etmesi' üzerinden başlayan tartışmada, mevzuyu çok başka yerlere çekmeye çalışıyor. Kaçak güreşiyor. Hatta yazılarından birisinde "Camiye almazsan, cemevinden kaldırırlar, müsterihim..." gibi bir cümle kurdu. Hoş, ona bu cümleyi kurmasında yardım edenler de oldu ya, neyse. Meselenin o kısmına çok girmeden burada çevrilen bir muğalataya dikkatinizi istirham edeceğim. Nedir? Özdil'in bireysel hatasıyla başlayan süreci 'mezhep çatışmasına' dönüştürmek istemesidir. Yani? Yani sanki Ebubekir Sifil Hoca malum uyarısını kendisine değil de alevilere yapmış gibi lansesidir. Halbuki, takip edenler bilirler, Ebubekir Hoca'nın gösterdiği haklı tepkide hiç böyle bir yan yoktur. Mevzuun merkezi bellidir.

Hatta, ihtiyacı yok ama, haklı tepkisinde Ebubekir Hoca'ya, değil yalnız sünniler, hem aleviler hem de sair din mensuplarının destek olması gerekirdi. Çünkü, yalnız sünnilikte değil, bütün manevî öğretilerde duayı ehemmiyetli bir parçaları sayıyorlar. Önemsiyorlar. Kime dua ederlerse etsinler. Neye tapınırlarsa tapınsınlar. Kudsîyetini itikadlarınca kabulleniyorlar. Sözgelimi: Özdil, bu alayı Türkiye'de değil de Roma'da etseydi, mevzu 'yağmur duası' değil de 'katolik ayini' olsaydı, Vatikan'dan tepki almaz mıydı? Alırdı. Hem de sağlam alırdı. Dindarlığı benimseyen her birey duanın hukukunu savunur çünkü. Dini ne olursa olsun. Hatta hatırlarsınız: Charlie Hebdo hâdisesi sonrasında, papa, yaptığı açıklamayla seküler dünyayı bir hayli şaşırtmıştı. Demişti ki: "Eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir. Provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek, doğru değildir."

Şimdi nasıl oluyor da, aleviliğin de yadsınamaz parçası olan duayı 'alay edilir bulan' birisi, alevilik kalkanına saklanabiliyor? Onları kendisine siper edebiliyor. Bir de aymazlıkla mevzuu 'mezhep çatışması' gibi gösterebiliyor? Tevbe-hâşâ! Aleviler Allahsız mı? Dua etmiyorlar mı? Cenazelerini çukura atar gibi mi gömüyorlar? Üstüne Fatiha bile olsun okumuyorlar mı? Doğrusu, yakınlarımın cenazeleri sebebiyle gittiğim cemevlerinde, böyle bir havaya hiç rastlamadım. Ki ben de alevi kökenli birisiyim.

Toparlarsam: Özdil'in bu taktiksel tutumuna CHP kardeşliği üzerinden alevilerin sahip çıkması, en azından teolojik anlamda, doğru bir tavır değil. Ne kadar ihtilaf noktaları olursa olsun, Özdil'i sünnilerle birlikte uyarması gerekenlerdendiler, çünkü din-diyanet sahibiydiler. Üstelik Özdil'in mevzuu alevi-sünni zeminine çekmesine de iyi gözle bakmamalıydılar. Zira zaten konunun böyle bir bidayeti yoktu. Böyle bir noktadan başlamamıştı. Bu tıpkı, yukarıdaki misalden istifade edersek, Charlie Hebdo baskınından sonra papanın çıkıp "Hristiyanlara karşı düşmanlıklarından dolayı müslümanları kınıyorum!" demesi gibi birşey olurdu. Halbuki ne alaka? Charlie Hebdo müslümanlarla bir alay ediyorsa hristiyanlarla beş alay ediyor. Papanın bu dille olaya dahil olmasının beklenir miydi?

Hiç unutmam: Danimarka'yla karikatür krizinin yaşandığı dönemde bir etkinliğe katılmıştım. Sunum yapanlardan birisi de bir Vatikan görevlisiydi. Sunumlar bitip de seyirciyle soru-cevap faslına geçilince karikatür meselesi hemen gündem oldu. Katılımcılar "Avrupa'da neden müslümanlara böyle eziyet edildiğini..." sordular. O görevli, gayet bağrı yanık şekilde, şu manada birşeyler söyledi: "Siz daha ne gördünüz ki! Ateistlerin asıl bizim başımıza getirmedikleri kalmadı. Ne papanın onurunu sayıyorlar, ne Meryem'in, ne de İsa'nın. En çirkin şekillerde bütün kutsallarımızla alay ediyorlar. Sizden önce biz yılgınız. Bıkmışız. Yani, bunu yapanlar hristiyanlar değil, ateistler. Onlar da zaten herkese saldırıyorlar."

Ben şimdi Bediüzzaman'ın "Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar..." şeklinde tarif ettiği alevilere seslenmek istiyorum: Neden bu meselede kalkanlık ediyorsunuz? Özdil'i uyarsanız da böyle mevzularda cak-cuk etmese daha hayırlı değil mi? Hem şunu da unutuyorsunuz: Sekülerizm sünnilerle işini bitirdiğinde dönüp gitmez. Bin yıllık camileri ahıra çevirenler cemevlerine acır mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Allah aldanışınızı yaşatmasın. Âmin.

13 Aralık 2020 Pazar

Yağmur duası kimlere batıyor?

Yağmur, güle yağar gül kokutur, küle yağar kül kokutur. Güneş, laleye değer ballandırır, lâşeye değer çormanlaştırır. İşaratü'l-İ'caz'da mürşidim de 'Allahın verdiği misallerle ancak fâsıkları saptırması' izahında der ki: "Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder. Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur..." Aslında hidayet vesilesi neyin özüne inilse böylesi bir 'ayırıcı mahiyete' sahip olduğu görülür arkadaşım. Yani: İnsanlardan bir kısmı onunla dalalete giderler. Diğer bir kısmı da istikametlerini bulurlar. Fakat dikkat edelim: Buradaki sapma hidayet vesilesinin yapısından kaynaklanmamaktadır. Ya? Muhatabın onu kullanma şekli önplana çıkmaktadır. Yani, etkiyle oluşacak tepkiyi 'tepki veren' seçer, belirler.

Peki kullanma şeklini ne belirler? 1) Arayışlar. 2) Sakınışlar. 3) Arzular. Yahut da Bediüzzaman'ın izahına eklediği kuvveler bahsine atıf yapalım: 1) Neye aklettiğimiz. 2) Neyden sakındığımız. 3) Neyi arzuladığımız. Yani: 1) Kuvve-i akliye. 2) Kuvve-i gadabiye. 3) Kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvede sahip olduğumuz alışkanlıklar hasbelkader bize uğrayan delillere/ayetlere nasıl muamele ettiğimizi de şekillendirir. Sınıflandırır. Hidayet elbette Allah'tandır. Fakat insan da alışkanlıklarıyla bu hidayetin 'çağrıcısı' veya 'kovucusu' olur. Gül kokmak isteyen gülleşerek bekler. Kül kokmak isteyen külleşmeye bakar. Lalenin de intizarında bir duası vardır, lâşenin de.

Mevzuyu gündemdeki bir meseleye de bağlayabiliriz. Hangisine? Yağmur duası bahsine. Evet. Diyanet'in, bin maşaallah, camilerde yağmur duası yaptırması yine bazı aydınlarımıza(!) acayip dert oldu. Niçin? Yukarıda konuştuklarımız ekseninde cevaplarsak: Alışkanlıklarına ters geldiği için. Bir İbrahim Halilullah olup putlarına sataştığı için. Nasıl bir alışkanlık bu bahsettiğimiz? Defterlerini şöyle bir yerden açalım: Ahirzaman fitnesinin tek dünyalı zihinlerde oluşturduğu en kesif düşünsel alışkanlık determinizmdir. Hatta bu hususta bugünün sekülerleri geçmişin en putperest kavimlerden daha (ş)aşkın bir imana sahiptir. Yani, en mazinin müşrik kavimleri dahi, putlarına dua ederken fiziksel meselelerin fizikötesi yanları bulunduğuna iman ederler. İlah tasavvurlarındaki hatalara rağmen madde ötesine bugünkü kadar körelmiş değillerdir. Ancak elbette tevhidî bir ıslaha muhtaçtırlar.

Fakat bugünün müşrikleri putlarının sayısını sebepler-sonuçlar, nedenler-neticeler, etkiler-tepkiler sayısına çıkardıkça öteye açık kalmış son kapıları da kapatmışlardır. Mezkûr çöküşün ilk tezahürü 'haddini bilmekle ilgili sorunlar'dır. Zira metafiziğin varlığı reddedildikçe fiziksel olanın tehevvürü artar. Zincirini koparmış bir canavar gibi sağa-sola saldırır. Firavun misali "Sizin en büyük ilahınız değil miyim!" deme cüretini gösterir. Öyle ya: Madem yalnızca madde vardır. Madem ki herşey sebep-sonuç ilişkilerinden ibarettir. Madem ki her tepkiyi yaratan etkidir. Öyleyse "Onlar ki gayba iman ederler!" ufkuna açık olabilme ihtimali kalmamıştır. Böyle bir alanın varlığına iman kalmadığında ise insana had bildirecek sınırlar yokolur.

Ene Risalesi'nin bize öğretti birşey de sanki şudur: İnsanlık tarihi iki temel temayülün üzerine şekilleniyor: 1) Kimileri, hem kevnî hem kelamî ayetleri, 'hadlerini bilmek için' okuyor. 2) Kimileriyse aynı ayetleri 'hadsizliklerini göstermek için' kullanıyor. İşte bugünün 'yağmur duası' tartışmaları da böylesi bir zeminden besleniyor. Değil yalnızca duaya, Allah'a bile determinist evren tahayyüllerinde yer bırakmayan densizler, sebep ile sonuç arasındaki tevhidî sonsuzluğa racon kesiyorlar. Yok. Daha fazlası. Bir de alay ediyorlar. Halbuki duaya gösterdikleri müstehzi tavırda Allah'a karşı hissettikleri kibrin izleri okunuyor. Azgınlıkları istiğnaya işaret ediyor.

Bizse duanın yaptığı işi biliyoruz. Yağmurdan önce yağdırdığı nice rahmetleri kalbimizde hissediyoruz. İstediğimiz verilmeden ve dahi verilmese de verilenleri görüyoruz. Tıpkı Bediüzzaman gibi diyoruz mesela: "Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki: Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Veya yine yağmur duası bahside dediğini hatırlıyoruz:

"Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki: 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki: 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur."

Yani arkadaşım gerilimin özü yine alışkanlıklarımızda saklanıyor. İmanları gereğince herşeyin Allah'tan olduğunu bilenler, kalpleri buna alışanlar, dua etmekten sıkılmıyorlar. Çünkü bu sayede, zaten hep hatırlarında tutmaları gereken, hadlerini anımsıyorlar. Gafletlerinden utanıyorlar. İsteklerinin gerçekleşmesinden bağımsız ibadet ediyorlar. Yoksunluklarını dahi hidayetlerinin vesilesi kılıyorlar. Yükseliyorlar. Diğer bir kısım talihsizse duaya çağrılınca hiddetleniyor. Çünkü sebeplerden ötede bir yaratıcılık ummaya alışık değiller. Duayı başka türlü anlamaya da açık değiller. Çünkü başka türlü bir faydanın vücuduna da inanıyor değiller. Gafletleri nefislerine yerleşip fısk olmuş. Arayış olmuş, sakınış olmuş, arzu olmuş. Fısklarından başkası huzursuzluk olmuş. Onlara da yağmurdan kül kokusu kalıyor. Misaller, dualar, ayetler hep fâsıkları saptırıyor. Dileyelim de Rahman u Rahim bizi onlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...