Sünnilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sünnilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2021 Cumartesi

Özdil'in eline Zülfikâr yakışır mı?

"Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) 'Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz!' diye hüküm indirmiştir..."
(Nisa sûresi: 4/140)

Kısacık da olsa bu konuya değinmeden geçemeyeceğim: Yılmaz Özdil, 'yağmur duasıyla alay etmesi' üzerinden başlayan tartışmada, mevzuyu çok başka yerlere çekmeye çalışıyor. Kaçak güreşiyor. Hatta yazılarından birisinde "Camiye almazsan, cemevinden kaldırırlar, müsterihim..." gibi bir cümle kurdu. Hoş, ona bu cümleyi kurmasında yardım edenler de oldu ya, neyse. Meselenin o kısmına çok girmeden burada çevrilen bir muğalataya dikkatinizi istirham edeceğim. Nedir? Özdil'in bireysel hatasıyla başlayan süreci 'mezhep çatışmasına' dönüştürmek istemesidir. Yani? Yani sanki Ebubekir Sifil Hoca malum uyarısını kendisine değil de alevilere yapmış gibi lansesidir. Halbuki, takip edenler bilirler, Ebubekir Hoca'nın gösterdiği haklı tepkide hiç böyle bir yan yoktur. Mevzuun merkezi bellidir.

Hatta, ihtiyacı yok ama, haklı tepkisinde Ebubekir Hoca'ya, değil yalnız sünniler, hem aleviler hem de sair din mensuplarının destek olması gerekirdi. Çünkü, yalnız sünnilikte değil, bütün manevî öğretilerde duayı ehemmiyetli bir parçaları sayıyorlar. Önemsiyorlar. Kime dua ederlerse etsinler. Neye tapınırlarsa tapınsınlar. Kudsîyetini itikadlarınca kabulleniyorlar. Sözgelimi: Özdil, bu alayı Türkiye'de değil de Roma'da etseydi, mevzu 'yağmur duası' değil de 'katolik ayini' olsaydı, Vatikan'dan tepki almaz mıydı? Alırdı. Hem de sağlam alırdı. Dindarlığı benimseyen her birey duanın hukukunu savunur çünkü. Dini ne olursa olsun. Hatta hatırlarsınız: Charlie Hebdo hâdisesi sonrasında, papa, yaptığı açıklamayla seküler dünyayı bir hayli şaşırtmıştı. Demişti ki: "Eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir. Provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek, doğru değildir."

Şimdi nasıl oluyor da, aleviliğin de yadsınamaz parçası olan duayı 'alay edilir bulan' birisi, alevilik kalkanına saklanabiliyor? Onları kendisine siper edebiliyor. Bir de aymazlıkla mevzuu 'mezhep çatışması' gibi gösterebiliyor? Tevbe-hâşâ! Aleviler Allahsız mı? Dua etmiyorlar mı? Cenazelerini çukura atar gibi mi gömüyorlar? Üstüne Fatiha bile olsun okumuyorlar mı? Doğrusu, yakınlarımın cenazeleri sebebiyle gittiğim cemevlerinde, böyle bir havaya hiç rastlamadım. Ki ben de alevi kökenli birisiyim.

Toparlarsam: Özdil'in bu taktiksel tutumuna CHP kardeşliği üzerinden alevilerin sahip çıkması, en azından teolojik anlamda, doğru bir tavır değil. Ne kadar ihtilaf noktaları olursa olsun, Özdil'i sünnilerle birlikte uyarması gerekenlerdendiler, çünkü din-diyanet sahibiydiler. Üstelik Özdil'in mevzuu alevi-sünni zeminine çekmesine de iyi gözle bakmamalıydılar. Zira zaten konunun böyle bir bidayeti yoktu. Böyle bir noktadan başlamamıştı. Bu tıpkı, yukarıdaki misalden istifade edersek, Charlie Hebdo baskınından sonra papanın çıkıp "Hristiyanlara karşı düşmanlıklarından dolayı müslümanları kınıyorum!" demesi gibi birşey olurdu. Halbuki ne alaka? Charlie Hebdo müslümanlarla bir alay ediyorsa hristiyanlarla beş alay ediyor. Papanın bu dille olaya dahil olmasının beklenir miydi?

Hiç unutmam: Danimarka'yla karikatür krizinin yaşandığı dönemde bir etkinliğe katılmıştım. Sunum yapanlardan birisi de bir Vatikan görevlisiydi. Sunumlar bitip de seyirciyle soru-cevap faslına geçilince karikatür meselesi hemen gündem oldu. Katılımcılar "Avrupa'da neden müslümanlara böyle eziyet edildiğini..." sordular. O görevli, gayet bağrı yanık şekilde, şu manada birşeyler söyledi: "Siz daha ne gördünüz ki! Ateistlerin asıl bizim başımıza getirmedikleri kalmadı. Ne papanın onurunu sayıyorlar, ne Meryem'in, ne de İsa'nın. En çirkin şekillerde bütün kutsallarımızla alay ediyorlar. Sizden önce biz yılgınız. Bıkmışız. Yani, bunu yapanlar hristiyanlar değil, ateistler. Onlar da zaten herkese saldırıyorlar."

Ben şimdi Bediüzzaman'ın "Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar..." şeklinde tarif ettiği alevilere seslenmek istiyorum: Neden bu meselede kalkanlık ediyorsunuz? Özdil'i uyarsanız da böyle mevzularda cak-cuk etmese daha hayırlı değil mi? Hem şunu da unutuyorsunuz: Sekülerizm sünnilerle işini bitirdiğinde dönüp gitmez. Bin yıllık camileri ahıra çevirenler cemevlerine acır mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Allah aldanışınızı yaşatmasın. Âmin.

21 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın (2)

"Ashabıma, onlardan sonra gelenlere ve onları izleyenlere iyi davranın; onlardan (bu üçüncü kuşaktan) sonra yalancılık yayılır. Öyle ki, kişi yemin etmesi istenmeden önce yemin eder, şahitlik yapması istenmeden şahitlik yapar." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/239)

Bir önceki yazıda, okuyanlar hatırlayacaktır, akrebiyetin 'ihsan'la, kurbiyetin 'kisb'le ilgisine dikkat çekmiştim. Azıcık daha hatırlatırsam: Akrebiyetin, Allah'ın, kulunun say u gayretini bir şart görmeden, tamamen fazlından bağışladığı (sınırlarını ancak kendisinin takdir edeceği) bir 'yaklaştırma' olduğunu; kurbiyetin ise, kulun göstereceği say u gayretle bir derece bağlı (ve yine diğerine göre bir derece sınırlı) bir 'yakınlaşma' olduğunu ifade etmiştim. Hatta akrebî yakınlık ile kurbî yakınlığın kategorisel/sınıfsal bir ayrım olduğunu, kurbî yakınlığın hiçbir açıdan akrebî yakınlık ile yarışamayacağını, Risale-i Nur'da geçen altın/gümüş kıyaslaması üzerinden dile getirmiştim.

Konu hakkındaki detaylı bilgiyi, Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan, Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'ne havale ederek, bu yazıda meselenin ehl-i beyte bakan yönüne değinmeye çalışacağım. Çünkü bir önceki yazının sonunda, yine okuyanlar hatırlayacaktır, bunun sözünü verdim. O halde evvel-i kelam: Bismillah. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

Bediüzzaman, ehl-i beytle ilgili bahislerde, özellikle şianın ve sünniliğin ehl-i beyte bakışındaki farklılığı ortaya koymada, bu iki kavramın anlam dünyasına hayatî atıflar yapıyor. Maksad-ı kelamımızı hemen başta söyleyelim: Gerek 4. Lem'a olan Minhacü's-Sünne Risalesi'nde, gerek yine Lem'alar'da yeralan Âl-i Âba bahsinde, Bediüzzaman'ın ehl-i beyte muhabbeti emreden ayet ve hadislere getirdiği yorumlar tamamen 'kurbiyet' merkezlidir. Yani, mürşidime göre, ehl-i beytin hem nass-ı Kur'an'la 'sevilmesi emredilen kıymetliler' olması hem de 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara özel bir muhabbet göstermesi' onların kurbiyetleri ile ilgili bir meseledir. Akrebiyetleri ilgili bir durum değildir.

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

Sahabenin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahyinin ve hayatının birebir şahitleri olarak, ümmet içinde, kurbiyetle yetişilmeyecek akrebî/özel bir yerleri vardır. Fakat ehl-i beytin, gerek sahabe ve gerekse ümmet içinde, onlara kıyasla daha özel bir akrebiyeti/seçilmişliği yoktur. Yalnız şu var: Ehl-i beytin sahabe içinde yeralan fertleri 'sahabe' oldukları için, tabiin içinde yeralan fertleri 'tabiinden' oldukları için, tebe-i tabiin içinde yeralan fertleri de 'tebe-i tabiinden' oldukları için, sünnet-i seniyye ile irtibatları ölçüsünde, akrebiyetle bir derece temas içindedirler.

Bu temas, o kıymetli nesiller için, Cenab-ı Hakkın seçtiği bir kulunu nübüvvetle şereflendirmesiyle, yani onun şahsına/zamanına akrebî bir tecellide bulunmasıyla ilgilidir. Ona zamansal ve mekansal anlamda yakın olanlar, onun emirlerine itaat ve sünnetine ittibaları ölçüsünde, bu 'yakınlaştırmadan' istifade ederler. Fakat bu yakınlık neslî değil şuhudîdir. Kan bağı ile değil itaat ve ittiba iledir. Cenab-ı Hakkın akrebiyeti nübüvvet üzerinde 'soyundan gelenleri seçilmiş kılacak şekilde' değil; 'nübüvvet makamıyla/tebliğiyle ilgili olanları ışıklandıracak şekilde' tecelli eder ve etmiştir. Pekçok peygamber kıssası, hidayet bulmayan aile fertleri dair içerdikleri malum bilgilerle, bize bunu öğretirler. Kurbiyet ise her içeriden hem dışarıdan mümkündür.

Bediüzzaman'dan öğrendiğimiz ehl-i sünnet ve'l-cemaat duruşu budur. Biz, akrebiyeti ve bununla ilgili diğer kavramlar olarak masumiyeti, ismeti veya imameti Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kanına/nesline yakınlıkla ilgili görmeyiz. Çünkü ne zamanında ne de ondan sonra başkası nebi değildir. Bu noktada ona yakınlaşmak mümkün değildir. Akrebiyetin nuru ona değmiş ve ondan yansıyarak bize gelmiştir.

Ehl-i beytin ümmet-i Muhammediye içindeki kıymeti de, yine, nübüvvetin dünyada kalan ışığını ifade eden sünnet-i seniyyeye ile irtibatları ve ittibaları ölçüsündedir. Onu değiştirmek, yerine yeni şeriat veya ibadetler getirebilmek, hele hele masumiyetinin/hata yapmazlığının mirasçısı olmak... vs. bunlar mümkün değildir. Çünkü akrebiyet tecellisi (veya akrebî yakınlık) vefatıyla birlikte kesilmiş, artık ümmetin elinde (bir imkan, sorumluluk ve ihtiyaç olarak) daha önce yansıyanların hıfzı ve istifadesi kalmıştır. Elbette bu hıfz ve istifadeye daha layık olanlar da ışığa zamanca daha yakın olanlardır. Sahabenin konumu bu nedenle eşsizdir, alternatifi yoktur, olamaz da.

Aleyhissalatuvesselamın torunlarına muhabbetini analiz ederken mübarek soylarından gelecek asfiya ve evliyaların haklarını gözeten Bediüzzaman; Hz. Ali (r.a.) hakkındaki hadislerin çokluğunu da 'gelecekte çok saldırıya maruz kalmasıyla' ilişkilendirir. Yani her iki meselede de, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iltifatları 'nesline bir akrebî yakınlık atfettiği için' değil 'soylarından geleceklerin kurbiyetteki gayretleri' için göstermiştir. Yine hatırlayalım: Hz. Ali'nin (r.a.) fazileti ekseninde Bediüzzaman'ın hep atıf yaptığı şey 'velayeti'dir. Velayet aynı zamanda Bediüzzaman'ın kurbiyetle sık sık beraber andığı bir kavramdır. Ancak sahabenin bütününe veya Hulefa-i Raşidin'in ilk üçünün Hz. Ali'ye (r.a.) üstünlüğüne/rüchaniyetine dair bahislerde atıf yaptığı kavram nübüvvetin nuru olur. Nübüvvet ise Bediüzzaman'ın akrebiyet ile beraber andığı bir kavramdır.

Hasılıkelam: Aleyhissalatuvesselamın pâk neslinin kemali kurbiyetindendir. Onlara ayet ve hadislerde yapılan iltifatlar kurbiyetteki gayretlerindendir. Hakikaten de ehl-i beytin içinden çıkan binlerce asfiya ve evliya bu ümmetin kutup yıldızı gibi ışık saçmışlar ve müslümanları istikamete çağırmışlardır. Ancak bu kemal, şianın hata ile savunduğu gibi, akrebiyetleri/seçilmişlikleri üzerinden tanımlanmaz ehl-i sünnete göre. İstikametli olan da budur.

Hele hele sahabe içinde ehl-i beyte ayrı bir alan açıp, 'ehl-i beyt fıkhı' falan deyip, onları daha üst bir sınıfa yerleştirmek ve diğer sahabeyi görmezden gelmek büyük bir hatadır. Şianın büyük bir kısmı ise bu hatayı işlemektedir. Takıyye isimli eserinde Serdar Demirel Hoca bu arızanın sonuçlarına şöyle dikkat çeker: "Şianın İslam tarih tasavvuru ehl-i sünnetin tarih tasavvuruna taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet, sahabe neslini İslam'ın en hayırlı altın nesli kabul ederken, şia onları İslam tarihinin en şerli nesli olarak görmektedir. Onları fısk ve günahla, irtidatla itham etmektedir."

Kendisi de bir şii âlimi olan Prof. Dr. Musa el-Musavî ise, Şia ve Şiilik Mücadelesi isimli eserinde, meseleye dair şunları söyler: "Büyük kayboluş asrı olarak bilinen hicrî 4. asra kadar hilafetin İmam Ali'den gasbedildiğine ya da kendisinden gasbedilen ilahî bir hak olduğuna veya Ashab-ı Kiram'ın bu meseleye iştirak ettiklerine vb... fikirlerden eser yoktu. Böylece, belirttiğimiz gibi, Ali'nin hilafete rüchaniyeti fikri, ilahî hilafete ve ilahî emre muhalefet fikrine dönüştürüldü."

İşte, arıza, kurbî üstünlüğün akrebî üstünlük olarak yorumlanmaya başlamasıdır. Atlanılan tehlikeli eşik budur. Nitekim mürşidim, şu kıymetli tesbitiyle, belki en çok buna dikkatimizi çekmektedir: "Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz." Evet, biz, hakiki ehl-i beyte, kurbiyetleri için her zaman dua ederiz. Ve kendi kurbiyet çabalarımızla da onların (inşaallah) dostu oluruz. Fakat, kesinlikle ve kesinlikle, sünnet-i seniyye ile bağını koparanın ayrıca akrebî bir yakınlığı olduğuna imanımız yoktur. Bir sonraki yazıda da akrebiyet ve kurbiyet meselesinin modern zamanlara bakan bir yönünü ele almaya çalışacağım. Allah, bizi, hayatımızı ve yazdıklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Bir modern zaman hastalığı olarak: Sünnilikten utanmak...

Madem bu mevzuya dair o kadar twit attım, yazdım-çizdim, öyleyse hakkında birşeyler de karalamalıyım. Erdoğan'ın, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda; "Bizim sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim şialık diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam'dır!" sözünden neden bu kadar alındık? Belki biraz da 2008'de İran'la daha bir 'çiçek-böcek' olduğumuz dönemlerde söylediği şu cümleden ötürü oldu bu: “Ben ne şiiyim ne sünniyim, ben Müslümanım!” Biz, bu iki cümleyi birbiriyle bağladık. Ve hayra da yormadık. Nihayetinde 'sünnilik' ve 'şiilik' üzerine yapılan bir saptama ister istemez bir yönüyle itikadîydi ve itikad da siyaset gibi 'Dün dündür. Bugün bugündür...'ü kaldırmazdı. Erdoğan, sırf kendi bölgesiyle ilgili olmayan bir kelam etmişti. O işin öyle olmadığının ehl-i ihtisasça kendisine hatırlatılması gerekiyordu. İnşaallah, ulemamız da o işi yaptılar. Biz de avam-avama meseleyi tartıştık. Birşeyler öğrendik ve öncekinden bir adım ileriye gittiysek ne mutlu! Gitmediysek ne esef!

'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...

Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.

Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.

Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...

Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.

İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.

Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?

Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.

Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.

Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?

Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!

Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."

14 Eylül 2013 Cumartesi

Neden içime sinmiyor?

"Sâmirî, şöyle dedi: 'Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.'” (Tâhâ suresi, 96)

Bazen, bazı zaferler, aslında farkedilmemiş mağlubiyetlerdir. Eğer kendiniz olarak kalmayı başaramamışsanız, kazandığınızı sandığınız anda rakibinize benzemeye başlamışsanız, buna kazanmak demezler. Bu, kaybetmenin farkedilmeyen şeklidir. Örneğin; Konstantin zamanında bütün Roma hristiyanlığı kabul etmiştir. Fakat bu kabul edilen hristiyanlık, ne kadar gerçek hristiyanlıktır? Herkes kabul eder ki, Konstantin'in bütün imparatorlukta birliği sağlama amaçlı bulmaya çalıştığı bu ortayol; biraz pagan, biraz hristiyanlık öğesi içeren üçüncü bir dindir. Tanrı sayısı azalmıştır belki. Ama teolojisi şirkten kesinlikle kurtulamamıştır.

Buna benzer bir mücadele Babürler döneminde İmam-ı Rabbani Hazretleriyle Ekber Şah arasında da geçer. Ekber Şah, tebasında yer alan farklı din mensuplarını 'din-i ilahi' adını verdiği (her dinden birşeyler içinde katık olan) bir dinde buluşturmaya gayret eder. Buna karşılık İmam-ı Rabbani, müceddidliğinin bir yansıması olarak, ona karşı koyar. Yaptığı tahrif hareketini engellemeye çalışır. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah tarafından hapse de attırılan İmam-ı Rabbani, yine de mücadelesinden vazgeçmez. Ve tarih şahittir ki, kazanan İmam-ı Rabbani'dir. Karşısındakinin ordularını yendiğinden ötürü değil, kendi kalabildiği ve müslümanları şeriat dairesinde tutabildiği için kazanan odur.

Burada bir nefes alalım: Aslında ne Konstantin'in ne de Ekber Şah'ın niyetleri kötüye benzemiyor. Onlar aslında toplumdaki farklılıkları azaltmak ve kitleleri buluşturmak arzusuyla böyle hareket ediyorlar. Zahirine bakıldığında gayet faydalı birşey yapıyorlar. Nitekim, Konstantin'in emekleri sonucu Roma içindeki din savaşları bitiyor. Ekber Şah, İmam-ı Rabbani ile karşılaşmasa belki de o da bugün Hindistan'ı tek din altında toplamayı başarabilecekti. Fakat bizim burada asıl sormamız gereken şu: İtikat ve birlik arası bir seçim yapmamız gerektiğinde seçmemiz gereken hangisi? İtikat mı, birlik mi? İmam-ı Rabbani'nin seçimi, doğru şıkkın 'birlik' olmadığını gösteriyor. Hristiyanlığın başına gelenler de birliğin her zaman iyi birşey olmadığının delili.

Bütün bunları ben neden anlattım? Oraya geleyim: Malumunuz, şu sıralar cemevi ve camilerin yanyana olması üzerine konuşuyoruz. Ben de bu konuda her nedense içten içe bir huzursuzluk duyuyorum. Burada ikinci bir gariplik daha var: Ben bir aleviyim. Yani bildiğim bütün atalarıma kadar aleviyim. Ama itikadi olarak kendimi ehl-i sünnet dairesinde görüyorum. İman dersimi (elhamdülillah dilimde erimeyen bir şeker olsun bu sebepten ebede kadar) Bediüzzaman'dan almışım. Toplum içinde sınıflandırdığımızda bir kesişim kümesinin içine düşüyoruz ailecek. Belki bu durum nedeniyle projeye en çok ben sahip çıkmalıyım. Ama yapamıyorum. İçimde ikna olmayan bir yer var. Birşeylerin yeterince belirgin olmadığını düşünüyorum.

En başa dönelim: Alevilik nedir? Bunun cevabını vermek o kadar zor ki, herkes tanım yapmaktan kaçıyor bu sebepten. "Aleviliğin tanımını alevilere bırakalım" diye dönüp duran bir lakırdı var ki, saçmalığın önde gideni. Kendim içinde yetiştiğim çevre adına konuşayım: Alevilik şu an babadan oğula geçen ırksal (önce) ve mezhepsel (daha sonra) bir bağlantıdan ibarettir. Irksal ve mezhepsel diyorum, çünkü bu mirasın büyük kısmı aslında atalarla olan kan bağından kaynaklanıyor. Yani alevilik şu an için bir 'atalar öğretisi' gibi. Bir aidiyet, bir soy belirtisi... Tıpkı yahudilik ve İsrailoğulları misali. (Misyoner olmayışları da bence başka bir ortak yanları.)

Hatta çoğu zaman, alevilik kelimesinin kullanımı bir ırka çok yakın bir karşılığı ifade ediyor. Bunun en büyük sebeplerinden birisi, itikadi anlamda elinizde dayanak olacak birşeylerin bulunmayışı. Aleviliğin kulaktan dolma hikayelerle nesilden nesile taşınması... Kendim belki kırk aleviden kırk farklı türde alevilik tanımı dinledim. İçlerinden birisi (kendisi akrabam olur) o kadar saçmaladı ki, meseleyi İsrailoğullarının kayıp bilmem kaçıncı boyuna kadar götürdü. Güya onların soyundan geliyormuşuz. Gel de gülme arkadaş. Hakikaten halimiz böyle içler acısı...

Tamam, sünnilerin bazı hareketleri alevileri rencide etmiyor değil. Yani onlar da sütten çıkmış ak kaşık değiller. Ötekileştirmede en az bir kısım aleviler kadar özenli çalışanları var. Fakat bunun yanında kendisini 'onların yaptığı gibi, yaptığı zaman, yaptığı şeyi yapmama' şeklinde konumlandırmış olan da aleviler. Sünnilerin kendilerini böyle bir konumlandırmaları yok. İftarı beş dakika önce/sonra açmak mı dersin. Gündüz namaz kılmayıp gece kılmak mı dersin. Ramazan'da tutmayıp Muharrem ayında 12 İmamları tutmak mı dersin. Onlar camiye gidiyor diye camiye gitmemek mi dersin. Böyle saçma sapan bir ehl-i sünnete muhalefet çizgisi var aleviliğin. Bir kere buradan sakata bağlanıyor olay. Kendisini ehl-i sünnetin tam tersi hareket etmeye konumlandırılmış bir ekol, yine ehl-i sünnet içinde nasıl ve ne şekilde kalabilir?

Kaldı ki, bugün alevilerin çoğu ateizme çok yakın. Sahiden yakın. Haydi ateistlikten onları koruyan bir Allah ve Peygamber muhabbetleri olsun, deizmle kolkolalar ve bu noktada ehl-i sünnetin şirk korkusunun yarısını, çeyreği içlerinde taşımıyorlar. Şirk korkusu diye bir korku dünyalarında yok. Bu noktada eleştiriye açık da değiller. Yobazlığa yoruyorlar her endişeyi.

Bütün bunları da bir kenara bırakalım. Cemevi ve cami beraber olma projesine gelelim. Sanırım projeyi ilk ortaya atan Fethullah Gülen Hocaefendi'ydi ve cemaat de bunu destekliyor. Cemaatin birkaç yıldır alevilere dönük bir çalışması zaten var. Bu yüzden ben açıklamalara şaşırmıyorum. Kendim de, cemaatin bu tür faaliyetlerinde görev alan abim vesilesiyle, birkaç kez iftarlarına katıldım. Allah kabul etsin. Güzel de geçti. Ancak iş cemevinin ve caminin beraber olması noktasına gelince bende bir alerji oluşmaya başladı. Neden mi?

Öncelikle bu alerjim biraz cemaatin hareket tarzını bilmemden kaynaklanıyor. Cemaat genelde birşeye karar verdiği zaman onu hiç tartışmaz. Doğrudan yapar. Gücü buradadır. Meşruiyeti var mıdır? Fıkıhta caiziyeti nasıl açıklanır? Referans olan ayet, hadis, tarihî uygulama bulunabilir mi? Genelekte yeri nedir? Aleyhte delil söyleyen var mı? Bunları hiç sorgulamaz. Ciddi söylüyorum. Genelde cemaat önce tartışmalara kulak vermeden yapar. Alıştıramazsa, gücüne gittiğini ve 'anlaşılamadıklarını' belirtir serzenişlerle eleştirenlere karşılık verir. Bir zamanlar çok hassas oldukları margarin konusunda reklam alır kıvama gelmeleri, caiz değil diye yaptırmaktan çekindikleri sigorta gibi hususlarda şirketini kuracak ayarı bulmaları, 28 Şubat sürecinde tesettür konusunda yaşadıkları esneme, faize o kadar karşılarken gazetelerine banka reklamı alacak kadar açılmaları, Kur'an ve sünnette hâlâ referansını gösteremedikleri halde Türkçe olimpiyatlarına rüya ile rıza-yı Resulullah kapısı aralamaları...

Bütün bunlar benim cemaatin yaptığı şeylerde biraz tereddüt yaşamama neden oluyor. Herşey çok hızlı yürüyor ve biz yeterince tartışmıyor gibiyiz. Hatta bugün Hayrettin Karaman'ın eleştirel yazısına bile cemaat içinden sert çıkan mesajlar okudum ki, hakikaten ilginçti. (Zira Hayrettin Karaman muteber birisiydi onlar için.) Bırakın süreci tartışmaya açmayı, eleştirenlerin bile kalbini sorguluyorlar. Öyle enteresan bir durum. Neredeyse vatan düşmanı oluyorsunuz.

Cami ile cemevi yanyana olsa ne olur? Oraya gelelim. Bu soruya karşılık benim bir sorum var: Öncelikle neden sadece cami ve cemevi? Eğer tekkeler ve zaviyeler ekseninde bakacaksak, bu organizasyona başkaları da dahil edilebilirdi. Yani burada asıl kastettiğimiz "Cami müslümanların ortak ibadethanesidir, cemevi bir tekke hüviyetindedir" ise, bu organizasyonun içine başkaları da dahil edilerek bu noktadaki endişeler giderilebilirdi. Mesela Nakşilerden, Halvetilerden, Kadirilerden de caminin civarına tekke açmaları rica edilebilirdi. Harika da olurdu ve benim gibilerin hiç endişesi kalmazdı.

Ama şimdi bir tuhaf oluyor. Mesele öyle bir lanse ediliyor ki; sanki, kilise ile cami beraber yapılıyor. Birbirinin eşiti ve alternatifi iki ayrı ibadethane gibi. Ben bir aleviyim ama, kusura bakmayın, kesinlikle cemevinin caminin alternatifi olduğunu düşünmüyorum. Hatta "Böyle olabilir" diyen sünnileri de kınıyorum. Bu ciddi bir sapmadır bence... İkincisi; tabii cemevine tek başına meşruiyet vermiş olmuyorsunuz böylece. Cemevinin içinde yapılan herşey de ayrıca ikinci bir meşruiyet kazanmış oluyor cami ile eşit konuma gelirlerse. Peki, bu ikinci saha için fıkhî bir tartışma yapmayacak mıyız?

Ablalarım abilerim, herşey biraz fazla hızlı olmuyor mu? Daha neyi içimize aldığımızı konuşmadan, çerçevesini çizmeden birşeylere meşruiyet kapısı açıyoruz. Alevilerin bir toplumsal sınıf olarak taleplerine, devletten beklentilerine, hepsine eyvallah. Haklı oldukları konular çok, eyvallah. Sünniler onlara daha saygılı olmalı, eyvallah. Fakat dinin meşruiyet sahasına (şu anki haliyle) aleviliği sokmak deyince ben tırsarım. Biliyorum da söylüyorum, acayip şeyler peşinden gelir. Esnemeler alır başını gider.

Tamam, Risalelerin sadeleştirmesinde "Biz yaptık, oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Türkçe olimpiyatlarında "Biz yaptık oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Başka çok şeyde "Biz yaptık oldu" dediğinizi işittik. (Kavgaları hala sürmekte.) Burada da mı "Biz yaptık oldu" diyeceksiniz? Neden bütün İslamî cemaatler ve gruplar bir araya gelip bunu konuşmuyoruz? (Sonuç hepsini etkileyecek çünkü.) Anayasa değişecek diye komisyonlar toplanıyor toplanıyor dağılıyor, yıllardır çalışılıyor. İslam'ın da bir anayasası var. Ona dair birşeyler yaparken herşey bu kadar çabuk mu olmalı? Bu "Biz yaptık oldu" mantığı ile nereye kadar? Ya sonuç beklentiyi tutmazsa?

Hasılı arkadaşlar, hayır olsun... Belki de ben yanlış düşünüyorum, ama vicdanımda bir rahatsızlık var. Bir gariplik var bu işte gibi geliyor. Oturmayan taşlar var. Yeterince konuşulmamış, altı çizilmemiş şeyler var. Söylemeden geçmek, göz yummak, sonucu beklemek istemedim. Biraz erken konuşmuş oldum: Birlik ve beraberlik gibi bir hikmet, bizi illet aramaktan geri koymamalı. Zaman en büyük müfessirdir. Görelim bakalım. Cebrail'in bastığı yerden bir parça toprak alıp katmakla, birazcık kutsallıkla, maslahatla, kardeşlikle nefsimiz bu yeni şeyleri hoş görecek mi, görmeyecek mi? Tahrif sınavı, bütün ümmetlerin sınavı...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...