18 Nisan 2016 Pazartesi

Bir modern zaman hastalığı olarak: Sünnilikten utanmak...

Madem bu mevzuya dair o kadar twit attım, yazdım-çizdim, öyleyse hakkında birşeyler de karalamalıyım. Erdoğan'ın, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda; "Bizim sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim şialık diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam'dır!" sözünden neden bu kadar alındık? Belki biraz da 2008'de İran'la daha bir 'çiçek-böcek' olduğumuz dönemlerde söylediği şu cümleden ötürü oldu bu: “Ben ne şiiyim ne sünniyim, ben Müslümanım!” Biz, bu iki cümleyi birbiriyle bağladık. Ve hayra da yormadık. Nihayetinde 'sünnilik' ve 'şiilik' üzerine yapılan bir saptama ister istemez bir yönüyle itikadîydi ve itikad da siyaset gibi 'Dün dündür. Bugün bugündür...'ü kaldırmazdı. Erdoğan, sırf kendi bölgesiyle ilgili olmayan bir kelam etmişti. O işin öyle olmadığının ehl-i ihtisasça kendisine hatırlatılması gerekiyordu. İnşaallah, ulemamız da o işi yaptılar. Biz de avam-avama meseleyi tartıştık. Birşeyler öğrendik ve öncekinden bir adım ileriye gittiysek ne mutlu! Gitmediysek ne esef!

'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...

Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.

Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.

Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...

Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.

İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.

Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?

Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.

Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.

Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?

Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!

Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."

3 yorum:

  1. meşhur "İmam-ı Zeyd" sâdât-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyt'tendir. Ve müfrit Şîaları reddeden ve
    ﺍِﺫْﻫَﺒُﻮﺍ ﺍَﻧْﺘُﻢُ ﺍﻟﺮَّﻭَﺍﻓِﺾُ

    deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer'den teberriyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşanı hürmet edip kabul eden bir zâttır. Onun etba'ları, Şîaların en mu'tedili ve en sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Vehhabîlerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'tan Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesbedip, Ehl-i Sünnet'e iltihak edip imtizac edecekler. Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.
    Barla - 338

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bunlar Zeydîlerdir. Yemen'dekilerdir. Ama İran'da hakkında konuştuğumuz şia İmamiye şiasıdır. Ve Üstad, İran devrimi ve misyoner faaliyetlerini görmemişti. Şu an Zeydîler ne kadar o çizgidedir? Belki üzerinde ayrıca araştırma yapılmalı? Vehhabilerdeki sıkıntı zaten malum.

      Sil
  2. Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba' ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş'et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
    Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
    Diğer kısım ki, onlara ittiba' edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: "Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil." Ehl-i bid'adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar.
    Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: "Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır." Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid'ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.
    Mektubat - 342

    YanıtlaSil

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...