Şiilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın (2)

"Ashabıma, onlardan sonra gelenlere ve onları izleyenlere iyi davranın; onlardan (bu üçüncü kuşaktan) sonra yalancılık yayılır. Öyle ki, kişi yemin etmesi istenmeden önce yemin eder, şahitlik yapması istenmeden şahitlik yapar." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/239)

Bir önceki yazıda, okuyanlar hatırlayacaktır, akrebiyetin 'ihsan'la, kurbiyetin 'kisb'le ilgisine dikkat çekmiştim. Azıcık daha hatırlatırsam: Akrebiyetin, Allah'ın, kulunun say u gayretini bir şart görmeden, tamamen fazlından bağışladığı (sınırlarını ancak kendisinin takdir edeceği) bir 'yaklaştırma' olduğunu; kurbiyetin ise, kulun göstereceği say u gayretle bir derece bağlı (ve yine diğerine göre bir derece sınırlı) bir 'yakınlaşma' olduğunu ifade etmiştim. Hatta akrebî yakınlık ile kurbî yakınlığın kategorisel/sınıfsal bir ayrım olduğunu, kurbî yakınlığın hiçbir açıdan akrebî yakınlık ile yarışamayacağını, Risale-i Nur'da geçen altın/gümüş kıyaslaması üzerinden dile getirmiştim.

Konu hakkındaki detaylı bilgiyi, Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan, Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'ne havale ederek, bu yazıda meselenin ehl-i beyte bakan yönüne değinmeye çalışacağım. Çünkü bir önceki yazının sonunda, yine okuyanlar hatırlayacaktır, bunun sözünü verdim. O halde evvel-i kelam: Bismillah. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

Bediüzzaman, ehl-i beytle ilgili bahislerde, özellikle şianın ve sünniliğin ehl-i beyte bakışındaki farklılığı ortaya koymada, bu iki kavramın anlam dünyasına hayatî atıflar yapıyor. Maksad-ı kelamımızı hemen başta söyleyelim: Gerek 4. Lem'a olan Minhacü's-Sünne Risalesi'nde, gerek yine Lem'alar'da yeralan Âl-i Âba bahsinde, Bediüzzaman'ın ehl-i beyte muhabbeti emreden ayet ve hadislere getirdiği yorumlar tamamen 'kurbiyet' merkezlidir. Yani, mürşidime göre, ehl-i beytin hem nass-ı Kur'an'la 'sevilmesi emredilen kıymetliler' olması hem de 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara özel bir muhabbet göstermesi' onların kurbiyetleri ile ilgili bir meseledir. Akrebiyetleri ilgili bir durum değildir.

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

Sahabenin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahyinin ve hayatının birebir şahitleri olarak, ümmet içinde, kurbiyetle yetişilmeyecek akrebî/özel bir yerleri vardır. Fakat ehl-i beytin, gerek sahabe ve gerekse ümmet içinde, onlara kıyasla daha özel bir akrebiyeti/seçilmişliği yoktur. Yalnız şu var: Ehl-i beytin sahabe içinde yeralan fertleri 'sahabe' oldukları için, tabiin içinde yeralan fertleri 'tabiinden' oldukları için, tebe-i tabiin içinde yeralan fertleri de 'tebe-i tabiinden' oldukları için, sünnet-i seniyye ile irtibatları ölçüsünde, akrebiyetle bir derece temas içindedirler.

Bu temas, o kıymetli nesiller için, Cenab-ı Hakkın seçtiği bir kulunu nübüvvetle şereflendirmesiyle, yani onun şahsına/zamanına akrebî bir tecellide bulunmasıyla ilgilidir. Ona zamansal ve mekansal anlamda yakın olanlar, onun emirlerine itaat ve sünnetine ittibaları ölçüsünde, bu 'yakınlaştırmadan' istifade ederler. Fakat bu yakınlık neslî değil şuhudîdir. Kan bağı ile değil itaat ve ittiba iledir. Cenab-ı Hakkın akrebiyeti nübüvvet üzerinde 'soyundan gelenleri seçilmiş kılacak şekilde' değil; 'nübüvvet makamıyla/tebliğiyle ilgili olanları ışıklandıracak şekilde' tecelli eder ve etmiştir. Pekçok peygamber kıssası, hidayet bulmayan aile fertleri dair içerdikleri malum bilgilerle, bize bunu öğretirler. Kurbiyet ise her içeriden hem dışarıdan mümkündür.

Bediüzzaman'dan öğrendiğimiz ehl-i sünnet ve'l-cemaat duruşu budur. Biz, akrebiyeti ve bununla ilgili diğer kavramlar olarak masumiyeti, ismeti veya imameti Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kanına/nesline yakınlıkla ilgili görmeyiz. Çünkü ne zamanında ne de ondan sonra başkası nebi değildir. Bu noktada ona yakınlaşmak mümkün değildir. Akrebiyetin nuru ona değmiş ve ondan yansıyarak bize gelmiştir.

Ehl-i beytin ümmet-i Muhammediye içindeki kıymeti de, yine, nübüvvetin dünyada kalan ışığını ifade eden sünnet-i seniyyeye ile irtibatları ve ittibaları ölçüsündedir. Onu değiştirmek, yerine yeni şeriat veya ibadetler getirebilmek, hele hele masumiyetinin/hata yapmazlığının mirasçısı olmak... vs. bunlar mümkün değildir. Çünkü akrebiyet tecellisi (veya akrebî yakınlık) vefatıyla birlikte kesilmiş, artık ümmetin elinde (bir imkan, sorumluluk ve ihtiyaç olarak) daha önce yansıyanların hıfzı ve istifadesi kalmıştır. Elbette bu hıfz ve istifadeye daha layık olanlar da ışığa zamanca daha yakın olanlardır. Sahabenin konumu bu nedenle eşsizdir, alternatifi yoktur, olamaz da.

Aleyhissalatuvesselamın torunlarına muhabbetini analiz ederken mübarek soylarından gelecek asfiya ve evliyaların haklarını gözeten Bediüzzaman; Hz. Ali (r.a.) hakkındaki hadislerin çokluğunu da 'gelecekte çok saldırıya maruz kalmasıyla' ilişkilendirir. Yani her iki meselede de, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iltifatları 'nesline bir akrebî yakınlık atfettiği için' değil 'soylarından geleceklerin kurbiyetteki gayretleri' için göstermiştir. Yine hatırlayalım: Hz. Ali'nin (r.a.) fazileti ekseninde Bediüzzaman'ın hep atıf yaptığı şey 'velayeti'dir. Velayet aynı zamanda Bediüzzaman'ın kurbiyetle sık sık beraber andığı bir kavramdır. Ancak sahabenin bütününe veya Hulefa-i Raşidin'in ilk üçünün Hz. Ali'ye (r.a.) üstünlüğüne/rüchaniyetine dair bahislerde atıf yaptığı kavram nübüvvetin nuru olur. Nübüvvet ise Bediüzzaman'ın akrebiyet ile beraber andığı bir kavramdır.

Hasılıkelam: Aleyhissalatuvesselamın pâk neslinin kemali kurbiyetindendir. Onlara ayet ve hadislerde yapılan iltifatlar kurbiyetteki gayretlerindendir. Hakikaten de ehl-i beytin içinden çıkan binlerce asfiya ve evliya bu ümmetin kutup yıldızı gibi ışık saçmışlar ve müslümanları istikamete çağırmışlardır. Ancak bu kemal, şianın hata ile savunduğu gibi, akrebiyetleri/seçilmişlikleri üzerinden tanımlanmaz ehl-i sünnete göre. İstikametli olan da budur.

Hele hele sahabe içinde ehl-i beyte ayrı bir alan açıp, 'ehl-i beyt fıkhı' falan deyip, onları daha üst bir sınıfa yerleştirmek ve diğer sahabeyi görmezden gelmek büyük bir hatadır. Şianın büyük bir kısmı ise bu hatayı işlemektedir. Takıyye isimli eserinde Serdar Demirel Hoca bu arızanın sonuçlarına şöyle dikkat çeker: "Şianın İslam tarih tasavvuru ehl-i sünnetin tarih tasavvuruna taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet, sahabe neslini İslam'ın en hayırlı altın nesli kabul ederken, şia onları İslam tarihinin en şerli nesli olarak görmektedir. Onları fısk ve günahla, irtidatla itham etmektedir."

Kendisi de bir şii âlimi olan Prof. Dr. Musa el-Musavî ise, Şia ve Şiilik Mücadelesi isimli eserinde, meseleye dair şunları söyler: "Büyük kayboluş asrı olarak bilinen hicrî 4. asra kadar hilafetin İmam Ali'den gasbedildiğine ya da kendisinden gasbedilen ilahî bir hak olduğuna veya Ashab-ı Kiram'ın bu meseleye iştirak ettiklerine vb... fikirlerden eser yoktu. Böylece, belirttiğimiz gibi, Ali'nin hilafete rüchaniyeti fikri, ilahî hilafete ve ilahî emre muhalefet fikrine dönüştürüldü."

İşte, arıza, kurbî üstünlüğün akrebî üstünlük olarak yorumlanmaya başlamasıdır. Atlanılan tehlikeli eşik budur. Nitekim mürşidim, şu kıymetli tesbitiyle, belki en çok buna dikkatimizi çekmektedir: "Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz." Evet, biz, hakiki ehl-i beyte, kurbiyetleri için her zaman dua ederiz. Ve kendi kurbiyet çabalarımızla da onların (inşaallah) dostu oluruz. Fakat, kesinlikle ve kesinlikle, sünnet-i seniyye ile bağını koparanın ayrıca akrebî bir yakınlığı olduğuna imanımız yoktur. Bir sonraki yazıda da akrebiyet ve kurbiyet meselesinin modern zamanlara bakan bir yönünü ele almaya çalışacağım. Allah, bizi, hayatımızı ve yazdıklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Bir modern zaman hastalığı olarak: Sünnilikten utanmak...

Madem bu mevzuya dair o kadar twit attım, yazdım-çizdim, öyleyse hakkında birşeyler de karalamalıyım. Erdoğan'ın, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda; "Bizim sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim şialık diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam'dır!" sözünden neden bu kadar alındık? Belki biraz da 2008'de İran'la daha bir 'çiçek-böcek' olduğumuz dönemlerde söylediği şu cümleden ötürü oldu bu: “Ben ne şiiyim ne sünniyim, ben Müslümanım!” Biz, bu iki cümleyi birbiriyle bağladık. Ve hayra da yormadık. Nihayetinde 'sünnilik' ve 'şiilik' üzerine yapılan bir saptama ister istemez bir yönüyle itikadîydi ve itikad da siyaset gibi 'Dün dündür. Bugün bugündür...'ü kaldırmazdı. Erdoğan, sırf kendi bölgesiyle ilgili olmayan bir kelam etmişti. O işin öyle olmadığının ehl-i ihtisasça kendisine hatırlatılması gerekiyordu. İnşaallah, ulemamız da o işi yaptılar. Biz de avam-avama meseleyi tartıştık. Birşeyler öğrendik ve öncekinden bir adım ileriye gittiysek ne mutlu! Gitmediysek ne esef!

'Sünniliğin önemsizleştirilmesi' bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak farklı renk tonlarıyla geldi bugüne kadar. Bu yüzden belki yaşananları 'bir bütünün parçaları' gibi okuyamıyoruz. Kemalizm, sünniliğin şeair diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, kendisiyle değil. Dinin halk tarafından kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Daha çok 'göze batan öğeleriyle' savaşıyordu. 28 Şubat'a kadar bu iş böyle geldi. 28 Şubat'tan sonra ise işin rengi değişti. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar 'şeriat istemekle' yaftalanmıyor. Fakat daha alttan ve yeni bir kaynama var. (Belki bu 'yeni' tabirim gözümün yeni açılmasından.) Şeriatın içi boşaltılıyor. Şimdiki saldırının şeairle bir işi yok. Allah muhafaza, başarırsa, zaten o şeair altında hiçbir şey kalmayacak. Şeair, tüm tanım ve kavramlarıyla birlikte, sadece bir kabuk kalacak...

Kur'an müslümanlığı taifesiyle yaptığım tartışmaların, yazdığım yazıların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun farkındasınız. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle veya bazen salt bir sözlükle, her biri 14 asrın mirasına bağlı ve beslenir olan kavramları, tanımları, tefsirleri, ilimleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bunda aradıkları rıza-i ilahî de değil, bunda aradıkları maslahat. Modernin trenini kaçırmamak arzuları.

Modernizmi sorgulamaya açmadan ehl-i sünnet geleneğini sorguluyorlar. İstedikleri yorumu yapmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları, istediği günaha girmeyen Hz. Yusuf aleyhisselama Züleyha'nın düşmanlığı gibi. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur'an'a, fakat önce bu peygamber varisi âlimlerin metinlerine/yorumlarına tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar.

Bu 'gömlek yırtma' arzusunun Senai Demirci'de tezahür eden şeklinden tutun ta nerelere kadar farklı yansıma şekilleri var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta...

Yüz çeşit rengi var bu çirkefliğin, ama hepsinin özü aynı. Bu adamlar bu gömleği yırtacaklar da yırtacaklar. Başka yolu yok! Bu gömlek üzerindeyken Yusuf'u istedikleri günaha sokmaları mümkün değil. Bu millet ehl-i sünnet itikadındayken modern zaman hurafeleriyle akıllarını karıştırmaları 'olabilir' görünmüyor. Olmuyor, başaramıyorlar, bu yüzden de önlerine gelen her antikaya/antikacıya düşman bu demirciler. Nesne antika görülmemeli ki, sahibi onu antikacılar çarşısına götürmesin. Üç kuruşa demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin 'değiştiremediği' ile işi olmaz.

İşte biz, bu yırtıcılığın tezahür şekillerinden birisi olarak, daha iyi bir gelecek(!) için 'ehl-i sünneti/sünniliği arkada bırakmayı' kabul etmiyoruz. Bu cümleyi kurarken Erdoğan'ın niyeti iyi olabilir, tamamen siyasi mülahaza düşünmüş olabilir, ama istifade etmek için bekleyen çok çakal var. Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil, itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Hz. Ebu Bekir efendim 'irtidad' hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi, ne de Hz. Ali efendim 'hakem hadisesi'nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat olarak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali'ye (r.a.) söylediği sözün mirasçısı olarak gördük kendimizi: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın." 14 asırlık gelenek böyle oluştu.

Şimdi sanılıyor: Her tenzih içinde bir hayır vardır. Halbuki, Bediüzzaman'ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor ki; tenzih sûretinde çok şerler de işlenir âlemde. Mutezile, nasıl Allah'ı 'şerri yaratmaktan tenzih etmek için' insanı Allah'a ortak koşar, kendi fiilerinin yaratıcısı ilan eder hale geldi; aynen öyle de, gün döndü, başkaları da ittihad-ı İslam'ı sağlamak için mezhepleri elinin kiri/farklılıkların kaynağı gibi görmeye başladı. Onların ortadan kaldırılmasını en büyük görev bildi. Peki, burada aradığı aslında neydi? Rıza-i ilahî miydi?

Hayır! Aslında aradığı siyasi başarıdır. Seküler maslahattır. Dinle dünya istemektir. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak veya onlara hükmetmektir. Hayatı ve dini siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de maslahatı zaruret haline getirip lazımı elzem yerine koymaktır. İşte biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat adına, bundan endişe ediyoruz.

Bunun sahada da olabilirliği yoktur. Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim ve mutedil tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam'da bir ittihad sağlanabilir mi? Selefilik ve şiilik örnekleri hiç de umut verici değil günümüz adına. (Hizbullah'ı ve IŞİD'i karşı karşıya koyup bakın.) Bunun geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de umut vermemişti. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda bu ekoller kendilerinden başkasına hakk-ı hayat tanımıyorlar. (Mihne olaylarını hatırlayalım.) Yalnız ehl-i sünnet ve'l-cemaat müstesna. O, bunu yapmıyor. En temel kaynaklarımız ortada. Kim şiilerin/selefilerin tekfirciliği gibi bir tekfirciliği o kaynaklarda görebiliyorsa, göstersin. Halbuki biz aksini şiiliğin de selefiliğin de kaynaklarında açıkça görebiliyoruz. Bugün Suriye'de sevap umuduyla sünniler katlediliyor.

Bu konuda modernistler hiç konuşmasın. Onlar daha bugün bizi 'uydurulmuş din müntesibi' sayıyorlar. Yarın siyasi güç ellerinde olsa neler ederler, Allah korusun. Tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla vermiş, çok renkliliğe müsaadekâr, ehl-i sünnetten başka kim var? O halde ondan utanmak/sakınmak/sıkılmak niye? Ondan tenzih olunca nereye gideceğiz? Sünnilik olmadığında İslam'ın içinde ne kalır? İslam, içi ehl-i sünnet tanımlarından boşolmuşken, kabuktan başka nedir?

Bu noktada başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savı. Sünniliğin 'dava içinde burhan' türünden eklemeleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası sahabenin davasıdır. Bid'at fırkaların ve fikirlerin zuhurundan sonra, sahabe mesleği mirasçılarının, ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi dava yönüyle sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak, o halde sahabe mesleğini kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki yol kaybolmuştur!

Bizi birleştirecek olan İslam içre bir liberal ahlak olmayacak. Bu çok yanlış bir yargı. Liberal ahlak kişileri veya devletleri ancak menfaat ekseninde birleştirir. Biz ittihad-ı İslam'ı menfaatimize olacak diye istemiyoruz. Böyle istersek zaten ihlası olmaz. Bakınız, yanıbaşımızda Suriye ve yanımızda Suriyeli kardeşlerimiz. Onlardan ne menfaatimiz var? Misafir menfaati için ağırlanır mı? Kardeş kardeşe menfaat düşünerek yardım eder mi? İttihad-ı İslam'ı, (Bediüzzaman'ın tabiriyle) medeniyetin 'menfaat' ekseninden alıp İslam'ın 'fazilet' eksenine oturtmak için amelimizi ehl-i sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. İttihada itikadımızı rüşvet veremeyiz. Çünkü zaten ittihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Hz. Mevlana Celaleddin'e (k.s.) atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...