Vahyin Mahiyeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vahyin Mahiyeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2019 Perşembe

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (6)

Bu konuya dair daha evvel de yazmıştım. Fakat başka bir vechesiyle. Başka bir pencereden bakarak. Bugünse Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti'ne dair iddialarını mizana vururken aynı perspektiften istifade etmeyi düşünüyorum. Bismillah. Tevfik Allah'tan. Hamd ise yalnızca ona. Nereden başlayalım? Belki şurası senin için de uygundur: Mürşidimin Şualar'ın hemen başında dikkatimizi çektiği şöyle bir husus var: Herşeyi yaratan aynı Allah olmazsa hangi şeyi kimin yarattığını bilemezsiniz. Yahut da şöyle ifade edelim: Eğer yaratıcıların sayısını çoklayan bir itikada sahipseniz neyin-kimin idaresinde olduğunu şaşırırsınız. Veyahut şöyle toparlayalım: Tevhid olmazsa Allah ile kul arasında sağlıklı bir marifet-ibadet ilişkisi de olmaz.

Neden böyle söyler mürşidim? Çünkü 'tevhid' eser-müessir bağının arızasız bir şekilde görülebilmesinin, okunabilmesinin veya yorumlanabilmesinin tek yoludur. Açalım: Sözgelimi Eski Yunan'da olduğu gibi 'Nerede bir mahalle var, orada bir muhtar var' tarzında ateşe ayrı bir ilah, suya ayrı bir ilah, şaraba ayrı bir ilah, tarlaya ayrı bir ilah, savaşa ayrı bir ilah, aşka ayrı bir ilah vs... yani neredeyse 'şeyler sayısınca ilahlar' tevehhüm ettiğinizde, bu defa 'hangi şey için kime teşekkür edeceğinizi' karıştırırsınız. Neden? Çünkü kainatta şeyler karışık olarak bulunmaktadır. Hatta herşeyde bu karışıklığın izleri az-çok görülmektedir. Örneğin: Şarapta bir bitki olarak üzüm, bir element olarak su ve hazırlanma sürecinde kullanılan ateşin de payı vardır. O halde şarap tanrısı bu şeylerin tahsilatını nasıl yapmaktadır? O da diğer tanrılardan mı ödünç almaktadır? Peki bu tanrıların mevcut duruma içlenip "Ulan üzümü, suyu, ateşi biz veriyoruz, teşekkür sana gidiyor, ne iş?" diye itiraz etmelerini ne engeller?

Aynı durum, ateizm de dahil olmak üzere, bütün şirkler için geçerlidir. Ve bütün şirkler, ister Hititler gibi bine tapsın, ister Hristiyanlar gibi üçe tapsın, sayıyı çoğaltmaktaki sıkıntıları yaşarlar. Çünkü şirk sahadaki yaratışların okunmasını güçleştirir. Güzel yağmur için A tanrısına teşekkür eden, fakat korkutucu yıldırım tanrısının da B olduğunu düşünen, gökgürültüsünün de şakacı bir C tanrısıyla ilişkili olduğunu sanrılayan şaşkının, üçünü birden karşısında görünce, hatta biraz daha bilgisini arttırıp bilimsel olarak da birisinin birisiz olmadığını anlayınca, düşeceği cendere "Nasıl ayıracağım ben bunları şimdi?" durumudur. Hem iş bu bu kadarla da kalmaz. Bir elma için bir kainat gerekir. Pirenin midesi için güneş sistemi gerekir. Sivrisineğin gözü için güneş gerekir. Yani kainatın her zerresiyle söylediği açıktır: "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!"

Ateizm için de yukarıda 'şirk' dedim. Belki bazılarınız 'tanrı tanımazlığı' nasıl olup da Allah'a ortak koşma olarak gördüğümü sorgulayacaklar. Arkadaşlar özetle şunu söyleyebilirim: Ateizm varlığın varlığını sorgulamıyor. Varlığın varlığını kendilerine bağlıyor. Kendilerine bağladığı için de aslında yaratışı Allah'ın elinden alıp şeylerin kendilerine vermiş oluyor. Yani Allah'ı inkâr edince ilahsız kalınmıyor. Şeyler sayısınca ilah edinilmiş oluyor. Çünkü yaratışı açıklama ihtiyacı ortadan kalkmıyor. İşte bu yüzden ateizm de bir şirk ekolüdür. Hatta Bediüzzaman bu konuda der: "Birtek İlâhı kabul etmemekle, zerreler adedince ilâheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak, Cehennemin esfel-i sâfilînine girmeye müstehak düşerler."

Peki, sadede dönelim, ben bu bahsi niye açtım? Nasıl olup da mevzuyu "Vurur yüzlere akademik unvanımın titrisi, ben bu dini baştan yazıyorum bitanesi..." Mustafa Öztürk'ün vahyin mahiyetine dair söylediklerine bağlayacağım? Hızlıca oraya geleyim. Arkadaşlar ben şu yolu kullanabileceğimizi düşünüyorum: Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti'ne dair iddiaları, yani onun Aleyhissalatuvesselamın kalbine manaca inip lafızlarını ise kendisinin belirlediği vehmi, şüphesi, sanrısı, artık ne derseniz, aslında şirkin kainatta yaptığı şeyi bizim vahye bakışımıza taşıyor.

Evet. Nasıl ki ilahların birden fazla olduğunu düşünmek marifetullaha doğrudan etki ediyor. Hatta sağlıklı bir marifetullah edinimini imkansız hale getiriyor. Çünkü, yukarıda zikrettiğimiz gibi, kimin-neyi yarattığı, hangi eserden hangi ilahın hangi isim-sıfat-şuunatına varılacağı belli olmuyor. Yani, tabirim mazur görülsün, bu kurgu tanrılardan hangisinin huyunun ne olduğu bir türlü çıkarılamıyor. Bilginin üzerine yükseltileceği sınırlar kayboluyor. Çıkarımlar düzeyinde de bir kaos meydan alıyor. Aynen öyle de: Vahyin neresinin kime ait olduğu karışınca da benzer bir durum yaşanıyor. İddia sahipleri bunu bir sorun olarak görmeseler de...

Lafızları Aleyhissalatuvesselamın kendisinin seçtiği, yaşadığı şartlara uygun olarak ifade ettiği, elindeki malzemeyi kullandığını söylemek aynı zamanda şunu söylemektir yani: "Vahyin ne kadarının Allah'a ait olduğu belli değil." Bu dolaylı yoldan müslümanların vahiy anlayışına şirk karıştırmaktır. Biz vahye böyle iman etmeyiz. Çünkü kainata da böyle iman etmeyiz. Allah'ın kainatı Allah'ın kainatıdır. Allah'ın kelamı da Allah'ın kelamıdır. O bir kelama "Kelamım!" diyorsa "Yok yahu, araya kimbilir neler karışmıştır, Aleyhissalatuvesselam yazdı onları!" demeyiz biz. İlahî olanı beşerîleştirmeyiz. İçine böyle şüpheler karıştırmayız. Şüpheli hale getirmeyiz.

Hâşâ. Titreriz bundan. Hem zaten iş burada da kalmaz. Tıpkı şirkin kainattan alınacak marifeti zehirlediği, engellediği, belirsizleştirdiği gibi Kur'an'dan aldığımız marifeti zehirler, engeller, belirsizleştirir bu şüphe. Şirkin şüphesi eserden/kelamdan çıkarılan bilginin üzerine bir sis gibi çöker. On kişinin çalıştığı bir mutfakta pasta yapılsa üzerindeki herbir fiilin kime ait olduğunu tayin edemezsiniz. En ortasına konulmuş çilek için kime teşekkür edeceğinizi kestiremezsiniz. Ama usta bir olsa adres de belli olur. Okunaklaşır. Ki mürşidim bunu söylüyor işte: "Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa o hazine-i ezeliye gizli kalır." Zaten ilk vahiy esnasında Aleyhissalatuvesselamın "Neyi okuyayım?" sorusuna "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" diye cevap buyrulmasının bir hikmeti de bu birlemeyi öğretmek değil midir? Yani: Efendimiz aleyhissalatuvesselam üzerinden vahiy bize şunu söyler: "Onun eseri olarak okuduktan sonra neyi okursan oku."

28 Nisan 2019 Pazar

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (4)

Efendim, çağ 'mutlak müçtehidler' çağı değil 'fırtlak müçtehidler' çağı. Dinin bir köşesini yırtıp fırtlayan fırtlayana. Hani ahirzaman fitnesine dair hadis-i şeriflerinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'okun yaydan çıktığı gibi' şeklinde bir benzetmesi vardır. İşte o benzetme hiç de 'Kime kondurulacağım acaba ben?' diye sordurmuyor. Hemen "İşte benimkilerden birisi!" deyip sahibini yakalıyor. Daha doğrusu sahipleri bir cümlede, bir yazıda, bir iddiada, başlattıkları bir yeni tartışmada gelip onu buluyorlar. 'Kurşuna kafa atmak' diye birşey hakikaten var mı? Yok mu? Olmaz mı? Bilemem. Fakat onun hakikati yoksa da '15 asır sonra gelip ahirzamanla ilgili hadislere kafa atmak' diye birşey var. Evet. Kesinlikle var. Üstelik bugünlerde bu meş'um işin çok taliplisi de var. "Beni de sille-i te'dibine dahil et!" diye yalvarıyorlar.

Hatta ben bugünlerde, ayrıca, şu hadis-i mübareğin yaptığı mühim benzetmenin o insanların 'gerilimli haleti'nin tasviri açısından da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu insanlar 'yaşamaya özendikleri hayat' ile 'dinin emrettiği hayat' arasında bir gerilim yaşıyorlar. Bunu hem bireysel hayatlarında hem de belki âlem-i İslam'ın haline bakışlarında yaşıyorlar. Olmak istedikleri yerde/durumda olmamanın sancısıyla, sabretmek yerine, birşeyleri değiştirmeyi arzuluyorlar. Bahtı değiştirmek zordur. Kendini değiştirmek de öyle. O halde ne değişecek? Hevaları kaş-göz işaretiyle hişt u pişt yapıp birisini gösteriyor. Yüzlerini dinlerine dönüyorlar. Niye? Çünkü, pedagojide 'suçu ebeveyne atmak' nasıl hünerli bir uğraş oldu ise, teolojide de 'suçu geleneğe atmak' öyle bir meşgaleye dönüştü.

Kur'an'daki kıssalarından anladığımız kadarıyla İsrailoğullarını ayak çıkarsak nefsini tenzihte bu asrın insanından daha hünerlisi yoktur. Evet. Öyledir. İşte böyle "Biz aslında iyi çocuklardık. Anam etti. Babam etti. Çevrem bozuktu. Elma şekerimi çaldılar. Dinim sorunluydu. Müçtehidler işi karıştırdılar. Tarikatler çok zordu. Gelenek arızalıydı. Hadisler janjanlıydı!" vs. diye saydırırken iş döndü dolaştı Kur'an'a kadar geldi. Eh, kendimizi suçlayacak değildik ya, o halde Kur'an'da da sorunlar bulunmalıydı. "Ama şimdi öyle 'Hop!' diye söylersek 'Çüş!' diye göğüsler bu millet bizi. Durdurur. Derdest eder. Alnımıza 'Hâzâ...'lı bir mührü bastırır. Öyle yapmayalım. Ya? Önce şöyle bir vahyin gelişini dilimize dolayalım. Bakalım yolda çok oyalanmış mı? Güvenliği iyi sağlanmış mı? Levh-i Mahfuz'dan bu yana taşınırken başka şeylerin araya karışması ihtimali yok mu? Kimse araya birşey sıkıştırmış mı? Önce burayı bir kurcalayalım. Burada bir kale düşürürsek öteki tarafta bir ülke düşürürüz. Burada kafası arızalanan ötekisinde hiç toparlanamaz." İşin sergüzeşti böyle kardeşlerim.

Şimdi, Mustafa Öztürk'ün tekrar hortlattığı, fakat aslında mazisi Fazlurrahman'a dayanan 'vahyin nüzulünün mahiyeti' tartışmalarında da aynı kemliğin laciverdi havası var. Kur'an-ı Hakîm'in Efendimiz aleyhissalatuvesselama nasıl indiği, lafızların birebir Allah'a mı ait olduğu, yoksa Aleyhissalatuvesselamın mı arayı doldurduğu vs. Bütün bunlar ahirzaman müslümanını neden bir 'entelektüel meşgale' olarak ilgilendirmeye başladı? Sözün mahiyeti daha yukarıya çıkarılamayacaksa (ki halihazırda Allah'ın kelamı olarak bilindiğine göre bundan daha yukarısı nasıl olur onu da çözemiyoruz) bu tartışmayla ne arzulanıyor? Nereye, hangi faydaya, nimete varılmak isteniyor? Biraz suizan edeyim de ben söyleyeyim muhterem karilerim: Bu tartışmanın özü 'üstünde oynanacaklarda' sıranın Kur'an'a gelmesine dayanıyor. Hani dedik ya: Kendini tenzih etmede ahirzaman insanının hali başkadır. İşte, bu rezillik o şirrete ermiştir ki, sırası gelince Kur'an bile (hâşâ) düzeltilecektir.

Fakat bakınız Kur'an-ı Hakîm kendisinin mahiyeti hakkında bilgilendirici daha neler söylüyor: "(Habîbim, Cebrâîl sana vahyi bitirmeden) onu (Kur'ân'ı) acele (ezber) etmek için, dilini onunla kımıldatma! Şübhesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âiddir. O hâlde onu (sana) okuduğumuz zaman, artık (sen) onun okunuşunu takib et! Sonra şübhesiz onu açıklamak da bize âiddir."

Şimdi düşünelim. Kıyâme sûresinde geçen bu ifadeler 'vahyin nüzul şekli' hakkında bize hangi hususlardan haber veriyor? Birkaç başlık ben çıkarayım. Devamı size kalsın. 1) Belli ki, Aleyhissalatuvesselam, kalbine inen 'lafızsız bir mana'dan değil 'lafızları olan bir okuyuş'tan vahyi dinliyor. Çünkü ezberleyebilmek için tekrar ediyor. 2) Bu vahiy taşıyıcısız değil 'okuyacak bir elçi' yani Cebrail aleyhisselam tarafından iletiliyor. 3) Cenab-ı Hak, hâşâ, "Boşver, takip etme, ne anlatıldığını anladıktan sonra sen duruma göre çevrendekilere anlatırsın!" falan demiyor. Öncesiyle ve sonrasıyla, gelişi ve açıklanışıyla, duyuluşu ve iletilişiyle vahyin lafız güvenliğinin kendisine ait olduğunu bildiriyor. Yani vahyin garantisi Allah oluyor. "Lafızla gelenin aynı lafızlarla açıklanması bana aittir!" buyuruyor. Allah'ın garantisini verdiğinden daha sağlıklı bir iletişim var mıdır? Var mıdır ki ona beşer sözü karışmış olabilsin? Araya sızabilsin?

Yani, Kur'an'da, Cenab-ı Hak belki yüzlerce-binlerce kez sözün kendisinin olduğunu haber veriyor da gelgelim bizim ahirzaman müçtehidleri, mücedditleri ve hatta 'düttürüdüt'leri bu işi içlerine sindiremiyorlar. Hâlâ demagojik çarpıtmalarla kelamı 'beşerîleştirmeye' çalışıyorlar. 'Mana Allah'tan ama lafızlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan' gibi dayanağı olmayan ifadelerle hevalarının izlerini adım adım takip ediyorlar. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ıslah olabileceklerini ıslah etsin. Olmayacaklarının şerrinden de cümle müslümanları muhafaza eylesin. Âmin.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (2)

Tekrar merhabalar muhterem karilerim. Bir önceki yazımızda sözverdiğimiz üzere, zamanının büyük müçtehid, müceddid ve müfessiri; hatta söylemeye cür'et ettikleriyle kendisinden önce gelmiş-geçmiş cümle âlimleri kabr-i pür-nurlarında titreten; hasbelkader çağına yetişenlere ise hayretle damaklarını şaklattıran Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti' üzerine söylediklerini irdelemeye devam ediyoruz.

Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.

Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.

Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki: "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:

Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.

İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.

Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:

"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."

Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder. Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.

Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının, sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)

"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."

Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.

İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...