Mahsul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mahsul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2017 Pazartesi

Tevhid kainatın ismetidir

Geçtiğimiz günlerde 7. Şua'yı tekrar okurken farkettim. Mürşidim birşeye çok sık vurgu yapıyor. O da şudur: Şirkin şükür dağıtıcılığıdır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Cenab-ı Hak, herşeyi insanın merkezde olduğu bir düzende, insanı ise şükrün merkezde olduğu bir düzende yaratmış/yaratıyor. İçiçe geçmiş dairelerin merkezinde veya şu ağacın meyvesinde 'şükür' var. Varoluşun en son dönüştüğü şey şükür. Sanki bu çarkın tüm işleyişi şu mahsul için. Varoluşun döngüsü hep nihayetinde ona hizmet ediyor. Ve ona hizmet ettikçe de değer kazanıyor. Bu pencereden bakarak diyor ki mürşidim:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi?"

Külliyat içinde bu dersi içerir çok yer var. Özetle öğrettikleri ise şu: Dünya tarlasını şükür mahsulü için yaratan Allah, sebeplerin/nedenlerin eline de bir yaratma gücü verip, murad ettiği mahsulü onlarla paylaşmaz. Eğer almak dilediği şu mahsulse, ki belli ki öyledir, o halde mahsulün 'kime ait olacağını' şaşıracağı bir 'şirk sistemi' kurmaz. Makbul seçeneklerin sayısını arttırarak zatına hasredilmesini istediği ibadetin, şükrün veya hamdin başka ellere dağılmasına yol açmaz. Yok, eğer açtıysa, bu sefer adresi şaşıranlara hesap sormak gibi bir adaletsizlik yapmaz. Vahyinde 'Yalnız kendisine ibadet etsinler diye' yarattığını söylemez. Şart koşmaz. Çünkü yaratıcıların sayısını arttırarak adresleri çoğaltan da kendisidir. Yani yaratışından nihayet kemalde olduğu anlaşılan bir Allah, kullarını, hem 'şaşırtan' hem de 'şaşırdıkları için hesap soran' olamaz.

Buradan şuraya geleceğim: Biz peygamberlerin ismetine neden inanırız? Sadece kudsî metinlerde öyle haber verildiği için mi? Hayır. Hem kudsî metinlerde öyle haber verildiği için hem de akıl/mantık bunu zorunlu kıldığı için inanırız. Ne demek bu? Açmaya çalışayım: Eğer bir peygamber 'günah işleyebilir' olursa tebliğ ettiği şeriatın içinde de pekâlâ böyle günahlar işleyebilir.

Mesela: Bir peygamber (hâşâ) yalancı olursa insanlığa ilettiği hakikatlerin içerisine de 'Sinek küçüktür ama mide bulandırır' tarzı bir zehir damlar. Böyle bir şüphe oluştuktan sonra şeriatın ne kadarı tastamam vahiy, ne kadarı vahiy değil, beşer bunu ayıramaz/anlayamaz hale gelir. Çünkü akıl gayba dair bilgilere şehadet alemindeki bilgiler gibi yakîn kesbedemez. Miraç olmuş mudur olmamış mıdır? Namaz beş vakit mi emredilmiştir yoksa Aleyhissalatuvesselam (hâşâ) kendisi mi bu rakamı uygun görmüştür? Hz. Ebubekir (r.a.) gibi "O söylüyorsa doğrudur!" mertebesine ulaşmadan bir yere gidemeyiz. Kur'an "O ancak kendisine vahyolunanı söyler!" derken bu türden muhtemel kirleri de temizler.

Yani demem o ki: Böyle şeylerin tamamından kurtuluşumuz 'ismete iman' iledir. Ve ismet de, görüldüğü üzere, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin muktezasıdır/gereğidir. Eğer bir nebi gönderip de ona ismet vermezse Hak Teala gönderdiği mesajın ne kadarının güvenilir olduğunu-olmadığını tesbitte insanlık müşküle düşer. Ayıramaz. Tayin edemez. Bir cümlesinin yalan oluşu diğer bütün cümlelerinde de aynı tereddüdün oluşabilmesine sebep olur. Bu yüzden biz iman ederiz ki: Nübüvvette ismet vardır. Bu zaruridir. İsmeti olmayan nebi de olamaz. Hem zaten o güzeller güzelinin güzel ahlakı bu ismetin en açık delilidir.

İşte, nasıl ki, ismeti olmayan nebi olamaz, Vahdet sahibi olmayan da Allah olamaz. İhlas sûresinin ilk ayetinin verdiği dersle: "Allah tektir." Kainatı hiçbir yardım almadan yaratmıştır. Başka hiçbirşeyin hilkate müdahalesi yoktur. Yaratışının sistemi tevhiddir. Tevhiddir ki; kainattaki her fiili isimleriyle bağlamamızı, yaratışında sıfatlarının/şuunatının izlerini aramamızı ve eriştiğimiz her nimette ona şükretmemizi sağlar. Eğer kainat tevhid ile yaratılmış olmazsa, tıpkı ismet meselesinde olduğu gibi, kime inanacağımızı şaşırırız biz. Kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Kime ibadet edeceğimizi şaşırırız. Adresler çoğalır. Kafamız karışır. Müşküle düşeriz. Bu açıdan diyebiliriz ki:

Yaratışın kusursuzluğu da tevhid iledir. Bu sayede ibadetin tek mercii Allah olur. Yoksa, ismetsizlikte bir nebinin hangi sözüne inanacağımızı şaşıracağımız gibi, tevhidsizlikte de hangi yaratış için kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Hangi yaratışı Allah'ın eseri gözüyle okumamız gerektiğini şaşırırız. Hangi yaratıştan onun sıfat ve esmasına dair okumalar yapacağımızı şaşırırız. İşte bu yüzden derim ki: Tevhid de kainatın ismetidir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...