Kurnazlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kurnazlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ancak yarışmayan kazanmıştır

“Kim kendisiyle Allah arasındaki işleri ıslah ederse insanlarla arasındaki işler konusunda Allah ona yeter.” (el-Câmi’ li-Ahkami’l-Kur’ân)

Yazdıklarımız, bir yönüyle dışarıya açılan kapılarımız, bir yönüyle esir alıcı duvarlar. Özellikle özümüze dokunan şeyler yazıyorsak kendimizi de bir parça esir alıyoruz demektir arkadaşım. Evet. Öyle. Nefsinden bahsetmek daha bir dikkatli olmaya mecbur eder insanı. Neden? Zira, öteki hakkında yazdığımız şeyler yalansa, mutlaka bir yerlerde yakalanırız. Mihenge vuruluruz. Sınanırız. Sıbğalanırız. Ötemizi bilmekte yalnız değiliz çünkü. Yani tek bilen değiliz. Dünya bilgisi az-çok herkese açıktır. Sır tutulmaz kolay kolay âfâkta. Tasannu yapılmaz. Yapılamaz. Yapanın da yüreğinde bir yakalanma endişesi herdaim asılı durur.

Fakat, dikkatini çekti mi, hakkında konuştuğumuz şey kendimizsek imtihan çetinleşiyor. Çünkü yakalanmamız daha zormuş gibi geliyor. “Yalan söylesek bile kimse anlamaz(!) İçimizin şahidi yalnız biziz(!)” sanıyoruz. Sanrılıyoruz. Şaşırıyoruz. O yüzden kalemin ucunu en çok böylesi metinlerde kaçırmaya yatkınız. Mübalağaya meyyaliz. Tasannuya eğilimliyiz. Eh, hayat da böyle yalın yalın çekilmez, kahvemizi birazcık köpürtmek isteriz. Hatta bazen daha iyi birisi olma arzusu gibi masum birşey dahi beyanın samimiyetine taarruz eder.

Halbuki ‘ben’i hakkında yalan söyleyenin yakalanması daha fenadır. Perişanlığı daha bir perişanlıktır. Bu neden böyledir? Belki şundan: Ötesi hakkında yalan söyleyenin cehaleti (veya hatasını elverir başka bir özrü) onu kurtarabilir. Affedilmesini sağlayabilir. Fakat kendisi hakkında yalan söyleyen yakalandığında hatası bilişsel değil ahlakî bulunur. Alnına hemen 'kezzap' damgası vurulur. Çünkü kendini bilmeme şansı yoktur. Özrü yoktur. Sığınacağı bir dam yoktur.

Böyle birisini tanımıştım. O kadar çok kendisi hakkında yalan söylüyordu ki yüzüne çarpmak hiçkimsenin içinden gelmiyordu. Konuşması, tartmak için çaba sarfetmeye değmez, bir gürültüydü bizim için. İçerdiği hükümlere de inanılmıyordu. Ve kendisi de, bu kadar sık söylediği halde, farkedildiğinin farkında değildi. Kurnazlık yapıyordu güya. Ve inanın başardığını sanıyordu. Fakat hakkın kurnazlığa ihtiyacı olur mu? Kurnazlık, daha kullanıldığı anda, sahibinin üzerine soru işareti koyar.

Ne hakkın ne de sâlim aklın kurnazlığa ihtiyacı yok. "En büyük hile hilesizliktir..." derken mürşidimin de altını çizdiği bu sanırım. Doğru, yarışmaya, kazanmaya ve kıvırmaya mecbur olmayandır. Çünkü zaten muhatabının tasdikine muhtaç olduğunu düşünmez. Yanlış ile arasındaki kategorisel farklılığa dikkat çekmesi yeterlidir onun için. "Ben doğruyum, o yanlış, bitti." Güzelliğini kendi üzerinden tarif eder. Ötesi üzerinden değil.

Yanlışa baskın gelmek, kalabalıkları peşinde sürüklemek, her zaman rağbet edilir olmak, bunlar hakikatin görevi değildir. Doğru ‘doğru kalmakla’ görevlidir yalnız. Bu açıdan "Hasbunallah!/Allah bize yeter!" ifadesi, sırf bir teselli olmaktan öte, bir düstur-u istiğnadır da. Tıpkı Âl-i İmran sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Bir kısım insanlar mü’minlere: 'Düşmanlarınız size karşı asker topladılar, sakının onlardan!' dediklerinde, bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler."

‘Mış gibi’ olana hakkın yanında duranların ihtiyacı yok. Olmamalı. Hak ‘hak’ olduğunu ispat etmek için varlığından başka birşeye muhtaç değildir. Anımsayalım: "Şahit olarak Allah yeter!" meali Kur'an'da pek sık geçen bir manadır. Bu manadaki ihtar şahitlikler konusunda bir istiğna da öğütler. Evet. Hakikat Allah'tan başkasının şahitliğine ihtiyaç duymayandır.

Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, en çok yarışırken kaybediyoruz. Yarışmayı kaybetmesek bile masumiyetin kaybını yaşıyoruz. Hatta ilk olarak yarışmanın kendisi ihlasımızı incitiyor. Haksa haklılığında yarışmayan birşey. ‘Allah’ derken de kastettiğimiz başkasına yaslanmaya ihtiyaç duymayan bir ilah değil mi? Yaslanan birşeye ‘Allah’ denilebilir mi? Delilleri biz, Onun hak oluşuna birşeyler katmak için değil, nefsimizi ikna etmek için kullanıyoruz. Biz yaslanıyoruz yani delile. Kayyum olan Allah'ı yaslamıyoruz. Hâşâ. Demem o ki arkadaşım: Bu yönüyle delil de bizim ihtiyacımız. Samed olan Rabbimiz delile muhtaç değil. Tefekkürümüze yeni mârifetler bahşedildiğinde böbürlenmeye hakkımız yok. Ona birşey bağışlamış olmadık ki. Bilakis. Bağışlanan yine biziz. Elhamdülillah.

6 Aralık 2014 Cumartesi

Aptallık hüsnüzan değildir

Bence bizi kandıran, hüsnüzannımızın aptallığa yaklaşmasının yanında, İslamoğlu'nun kurnazlığıdır. Kendisi dilinden çıkanların çok daha fazlasını kalbinde tutuyor kanaatimce. Sonraları iyiden iyiye boyası dökülen bir takiyyeyle, ehl-i sünneti de çok fazla ürkütmeden, adım adım kafasındaki taşları döşüyor. Öyle ki: Yakın zamanda devirdiği çamlara rağmen hâlâ onu savunanlar var. Sanıyorlar ki, hoca gafil, aydınlatılsa hemen ikna olacak.

Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.

Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.

Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.

Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.

Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.

Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.

İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.

Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."

İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.

"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."

Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?

Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...