Hükümet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hükümet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2019 Cuma

Hukukumuzun da bir izzeti yok mu?

Bugünlerde tartıştığımız meselenin şöyle bir yanı da olduğunu düşünüyorum: Bu zamanın müslümanı kafası ile kalbi arasına sıkışmış durumda. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz 'beşerî hukuk' dediğimiz birşeyle yönetiliyoruz ama yüreğimizin anahtarları 'ilahî hukuk'un ellerinde. İmanımızdan ötürü, elhamdülillah ki elhamdülillah, hakikatin farkındayız. Olması gerekenin bugün ve yarın 'kıblesi dört mezhep bir fıkıh' olduğunu biliyoruz. Hukuk dediğimiz şeyi de, en azından gönlümüzde, fıkhın eşiğinden bakarak tanımlıyoruz. Çerçeveliyoruz. Sınırlandırıyoruz.

Fakat ahirzaman bizi birkaç paralel evrende birden yaşamaya itti. Aynı istikamete gitmeyen birkaç yolda birden yürümeye çalışıyoruz. Evet. Bugün yönetimimiz beşerî bir hukukun ellerinde şekilleniyor. Yasalarımız insanî. Yani insanlar tarafından yazıldı. Vahyin merkezinde teşekkül etmedi. Bu nedenle de sınırları sürekli oynuyor. Zira beşerî yasalar sınıflar-taraflar arası mücadeleye göre şekillenir. Hakkı alan ile veren arasında, veya yasa koyucular ile uyucular arasında diyelim, sürekli bir dalgalanma olur. Adaletin denge noktası, sürekli sarfedilen böylesi bir emekle, kollanır. Emekle sermaye mücadele eder, kadınla erkek mücadele eder, bireyle toplum mücadele eder, vatandaşla devlet mücadele eder, hatta taksici bile müşterisiyle mücadele eder."Hak verilmez alınır!" deyu bir kavga sürer gider.

Neden? Çünkü sınırlar herkesi bağlayıcı bir üst otorite tarafından belirlenmemiştir. Yasaları koyan sizin-benim-onun gibi 'zamanının oğlu' insanlardır. Yani sınırlılardır. Ve sınırlıların koyduğu yasa sınırötesinde yaşadığını düşünen insanları o kadar da bağlamaz. En azından sorgulanmaz, mutlak itaat edilir, boyun eğilir olamaz. Zaman üstü olmadığından sonralığın eleştirisinden kurtulamaz. Bu nedenle de beşerî hukuk sistemlerinde yasama ekseninde sürekli bir kavga vardır.

Hırsızlık oranı artarsa cezası arttırılır. Fakat ülkede hırsızlığı bir parça anlayışla karşılamayı gerektirecek mağduriyetler yaşanıyorsa tekrar bazı değişiklikler yapılır. Boşanmalarda kadınların mağdur olduğu görülüyorsa erkeğe dönük bazı yaptırımlar eklenir. Yok, tersi olmaya başlamışsa, kadına dönük de yaptırımlar eklenir. Hop, sonra bakarsınız, bu defa yine kadınlar mağdur olmaktadır. Hadi tekrar bir değişim. Hasılı: Son bulmaz süreç boyunca taraflar birbirlerinden koparabildikleri kadar et, pardon, hak koparmaya çalışırlar. Bazen de sürecin kendisi alınacak payı etkiler. Seçime doğru oy için emeği kollayan yasalar çıkarılır. Sonra aynı yasalarda sermayeyi de kollayan bazı değişiklikler yapılır falan. Bu iş böyle sürer. Ne herkes mutlu ne de mutsuz olur.

Fakat ilahî yasalarda böyle bir oynaklık yoktur. En azından asıllarda böyle bir değişime rastlanamaz. "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" buyuran ayete 14 asır sonra gelip "Nerede o eski erkekler!" deyu ayar veremezsiniz. Erkek erkektir. Kadın da kadındır. Çünkü Allah ezelîdir. Mahlukatına bakışı insan gibi zamanın kaydına bağlı değildir ki yasalarının kuşatıcılığı olmasın. Zamanları geçsin. Hükümleri kalksın. Kur'an'ın zamanı geçmez. Sünnetin zamanı geçmez. Bu nedenle onlarla şekillenen/sistemleşen fıkhın da zamanı geçmez. Zinhar ki emirlerini/yasaklarını beyan ederken kendileri hükümlerini tahdit etmeye. Yani sınır tayin etmeye. Bir çerçeveye almaya. Mevzuun bu kısmını özet geçerek tekrar konuma dönüyorum:

İşte bu iki hukukun farklı yapısı nedeniyle bugünün mü'min ve mü'minelerinin iradeleri akılları-kalpleri arasında bölünmüştür. Kalpleri der ki: "Olması gereken Allah'ın buyurduğudur. Murad-ı ilahîdir. Kur'an'da, sünnette ve fıkıhta söylenendir. Bunların doğru olduğuna tüm kalbimizle iman ederiz." Zaten bu kadarını yapmıyorsa, Maide sûresinin 44. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'kim hükmetmezse'yi 'kim tasdik etmezse' noktasında dahi anlamıyor, kabullenmiyor, yani 'iman etmiyor' olur. Oysa ki; biz, Kur'an'daki hükümlerle amel edemiyor olsak da hak olduklarına iman ederiz, elimizden geldiğince de uygulamaya çalışırız. Yani, baharı arzu ederiz, dileriz, isteriz, irade edemesek bile. Bu kalpteki imanı korumamızın gerek-şartlarından birisidir. En fazla buraya kadar çekilebiliriz. Bunu da zaruretten yaparız.

Fakat bugün iş başka bir hal aldı. Dindarlar cenahında yoğunlaşan İstanbul Sözleşmesi ve Kadem eleştirileri altında birazcık da bu yatıyor. Biz bekliyoruz ki: Elhamdülillah, dindar ve dine hürmetkârlardan oluşmakla bu iktidar, bizi kalbimizin arzuladığı yöne doğru götürsün. Hepsini yapamasa da istesin. İstediğini hissedelim. Eyleyemese bile arzusunun o tarafa doğru olduğunu soluklayalım, sezelim, bilelim. Çünkü yetki olabildiğince ellerindedir. Yani bizde olmayan irade onun tasarrufundadır.

Ancak bugün işler böyle dönmüyor. Sandığın başında "Yaşa, artık güzel dinimiz daha çok referans alınacak, daha çok yüzümüz Kur'an'a bakacak!" diye sevinirken elimize geçen Kadem'in Batı'yı norm/ideal olarak gören çabaları oluyor. Biz demokrasiyi dahi "Kur'an ve sünnetin tayin ettiği alana götürmeye araç olacak!" diye seviyorken, destekliyorken, demokrasi bir heyula gibi aramıza dikiliyor. Neden? "Çünkü, efendim, Batı'da bık, bık, bık..." Yahu biz bu işe o niyetle girmedik ki ama?

Her neyse. Meramımı anlattım sanıyorum. Evet. Zaman geçiyor. Asır başkalaşıyor. Fakat mü'minler kalplerinden vazgeçmiyorlar. Kafanın gösterdiği rotaya bilakayduşart teslim olmuyorlar. Ya ne oluyor? Hüsnüzanlar kırılıyor sadece. Kalp kafaya verdiği süreyi bitiriyor. Kafa kulak vermedikçe kalpten ayrılıyor. Uzaklaşıyor. Belki kalp de bu mesafeden dolayı sesini duyacak başka bir kulak aramaya başlıyor.

Bu çatlak, maalesef ki maalesef, büyüyeceğe benziyor. Zira şu anki hükümette de nüfuzlu kimi dindar veya dindar görünümlülerin zihinleri fena halde Batı müstemlekesi haline gelmiş gibi. Kendileri bile farkında değil belki. Bed halleri referanslarından anlaşılıyor. Bu hale gelmiş sizinlerin "Kur'an'ı asrın idrakine söyletmeyi" değil "Kur'an'a asrın idrakini söyletmeyi" amaçladıklarını, çünkü aksini tartışmaya bile açamadıklarını, zannediyor ve etkilerini de görüyoruz. Ne diyelim? Cenab-ı Hak izzet-i İslam'ı yalnız ekonomi, siyaset veya askerî alanlarda anlamayacak, hukukunun da izzetini savunacak bir güzel bir nesil nasib eylesin. Âmin.

16 Eylül 2016 Cuma

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (4): Devletin atara değil, yardıma ihtiyacı var

Ebubekir Sifil Hoca'dan dinlemiştim: İslam'ın yerine koymaya çalıştığı 'din-i ilahî'ye karşı mücadele verdiği için, Ekber Şah döneminde büyük zulümlere maruz kalan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, oğlu Cihangir Şah zamanında da gadre uğrar ve iki yıl zindanda kalır. Ancak Cihangir Şah babası Ekber Şah gibi değildir. Hatasını anlar ve İmam'ı zindandan çıkarır. Bu noktada ilginç birşey yaşanır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Cihangir Şah'ı terkederek, hemen talebelerinin arasına dönmez. Cihangir Şah'ın ulema meclisinde kalır. Ekber Şah'a duymadığı bu ilgiyi Cihangir'e duymasının hikmeti sorulduğunda 'yanında kalmanın önemli olduğunu' söyler.

Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.

Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.

Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?

Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.

Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.

Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.

Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.

Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.

CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.

Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.

İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?

Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...