Hadis İnkârcılığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hadis İnkârcılığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

Cübbeli Ahmed Hoca'nın derdi ne?

"Nitekim, bu din telakkisi ve ona uygun yürütülen din eğitimi sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları eski bularak kullanılmış bir mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."
Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı kitabından.

Bir Irmağa Yolculuk'u çocukken izlemiştim. 'Devrimci sinema'yı takip edenler belki hatırlayacaklar: Haydar, işçilerin gözünü açmaya çalışan bir devrimciyken, ihanetlerinden dolayı onlara kinlenir. Patronlara yamanır. Hatta zulümde onları da geçer. Gel zaman git zaman eski aşkı Nazlı kasabaya döner. Bıraktığında sıradan bir köylü olan bu kızcağız sosyalizmi öğrenmiş, yani ki gözü açılmış, bir gazeteci olarak da taze kapitalist Haydar'ın karşısına dikilmiştir. Aralarında şöyle bir tartışma geçer:

- Önce onlar sattı beni. Sen bile sattın. Aleyhimde ifade verdiniz. Sizin yüzünüzden yattım ben içerde yıllarca.

(...)

- Sen bana neyi anımsatıyorsun biliyor musun? Yol açan bir makineyi. Kocaman yollar açan bir buldozeri. Onların açtığı yoldan binlerce kişi geçer. Yalnız bir sakıncası vardır bu makinelerin. Bir parçaları kırıldı mı kalırlar yolun ortasında. Bırak yol açmayı, yolu tıkarlar. Sen artık parçası kırık bir dozersin. Çekil yolumdan. 


Yol açmak-tıkamak bahsi açıldı. Aklıma Eşkıya filmi de geldi. Onu da lisedeyken izlediğimi anımsıyorum. Baran'ın dağa çıkış sebebi galiba ağasını vurmaktı. Geçmişte suça karışan insanlar, eğer cezasını göze alamıyorlarsa, dağa çıkarlarmış. Eşkıya olurlarmış. Aslında 'eşkıya' kelimesi tıpkı 'evliya' gibi birşeyin çoğulu. Tekili şakî. Manası: Yol kesen. 'Şak' kelimesiyle etimolojik bir bağı var mı bilmiyorum. Biliyorsunuz 'şak' Arapça 'yarmak' da demek. Belki gidişlere-gelişlere engel oldukları için, yani birnevi yolu yardıkları için, bu isim verilmiştir. Allahu'l-a'lem. Risale-i Nur'da 'katıuttarik' veya 'katiüttarik' şeklinde geçiyor ki yine aynı manaya gelmektedir. 

İlk Dönem Eserleri'nde iki yerde istimal ediliyor bu kelime: 1) "Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katiüttariklik yapmak için zihayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin." 2) "Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Ta Kur'ân-ı Hakim dediğini desin." Gelelim şimdi en meşhuruna. Yani 1. Söz'de geçtiği şekline: "İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: Ben filân reisin ismiyle gezerim. Şakî def olur gider, ilişemez."

Eh, evet, yol kesmenin doğasında 'gidecek yeri kalmamak' var. Tıpkı Baran gibi. Suçunuzun bedeliyle yüzleşmek istemediğinizde yolunuz 'yol kesmek' oluyor. Öyle ya: Gidecek yer yok. Dönecek yer yok. Hayatta da kalabilmeniz lazım. O zaman ne yapılacak? Başkalarının hayatlarından çalınacak. Ebu Cendel radyallahu anhın Hudeybiye antlaşmasının ardından yaşadıklarını anımsayalım. Ne yapmak zorunda kalmıştı? Sîfülbahr'a kaçarak yetmiş kadar arkadaşıyla Kureyş kervanlarının yolunu kesmeye başlamıştı. Hatta Mekkeliler onların korkusundan en sonunda antlaşmanın Sîfülbahr'dakiler lehinde bozulmasını rica ettiler. Böylece Medine'ye kabul edildiler.

Eşkıyalığın maddisi olduğu gibi manevisi de var. Bugünlerde İblis'in kıssasıyla Bediüzzaman'ın 'katıuttarik' kullanımları arasında bağ görmeye başladım. Çünkü o da (A'râf sûresinde haber verildiği şekliyle) mealen diyor: "İblis dedi ki: Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." Demek eşkıyaların piri de İblis'tir. Yol kesenlerin ilki odur. Bu istikamette şakîlik eden herkes İblis'in talebeliğini gütmektedir. Fakat şuna da bir dikkatini istirham ederim arkadaşım: Denilir ki: İblis eskiden meleklerin muallimiydi. Yani bilgilidir. Demek hidayetin malumatına, argümanlarına, kelimelerine de sahiptir. O yüzden yol kesenliği eşkıyalığın en beteri olmuştur. Sahi ya: Kurdun en tehlikesi gövdeye girendir. Zira gövdeye giren gövdeyi bilendir.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: "Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal'á içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silahlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lazımdır. Ta ki hayat-ı ebedîsini hafî darbelerden kurtarabilsin." Hem yine diyor: "İşte, dalâlette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin."


Eşkıyalığın psikolojisinde bunlar da var. Mağruriyetinden Âdem aleyhisselam gibi et-Tevvâb ismini alıp sılasına dönmeyen İblis yurtsuz kaldı. Boşlukta kaldı. Anlamsız kaldı. Çünkü tevhidin herşeyi kuşatan anlamından koptu. Fakat anlamsız da yaşanamaz. Boşluk her yükten ağırdır. Aidiyetsiz sürdürülmez ömür. Adressiz huzur olmaz. İşte bu devrede İblis ademden/yokluktan yeni bir amaç tayin etti: Hidayet yollarını kesmek. Âdemoğlunu doğrudan saptırarak cennetinden etmek. Bu yıkımı anlam edinip ona tutundu. Yarımlığını başkalarını yarım bırakma süreciyle telafi ettiğini sandı. Mürşidimin tabiriyle: Dalalette iktidarsızlığı ona muktedirlik göründü. Ehemmiyetsizliğine rağmen şöhret kazandı. Yıkmak kolay yapmak zordu çünkü. 

Dikkat çekmekse her zaman varolmak, hünerli olmak, aferin almak demek değildir: "Nasıl ki, böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ, telvis edenden lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."

Şimdi bu yazının nasıl olup da Cübbeli Ahmed Hoca'ya bağlanacağını merak etmişsinizdir. Ona geleyim: Kanaatimce Hoca da (daha pekçokları gibi) bizi 'kurdun gövdeye girişi' hakkında uyarıyor-uyardı. Hatta tesiri adına tokat etkisi yapan bir söylem de kullandı. Öyle de oldu. Epeyce ses getirdi. Ciğer yakan bu konu nihayet gündem oldu. Şunu da kabul edelim: Hocanın İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkındaki çıkışı birçoğumuzun ciğerindeki nefesin dışarıya salınmasıydı. Hatta çocukları halihazırda İmam Hatiplerde-İlahiyatlarda okuyanlar dahi çıkışına destek verdiler. 

Neden? Zira onlar da kimi şahitliklerinden ötürü bu türden bir eşkıyalığın hidayet müesselerini ele geçirmesinden korkuyorlardı. Tıpkı Bediüzzaman'ın endişelendiği gibi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Evet. AK Parti iktidarı dindarlığın yeniden hürriyet kazanmasına vesile oldu. Fakat bu zaferin neş'esini kullanmak isteyenler yok muydu? İlahiyatçıların söylemlerindeki gariplikler neyi ifade ediyordu? Bu defa da farklı bir delikten ısırılmamak için dikkatli olmak gerekmez miydi? Çünkü mürşidim de kendi çağının tecrübesini anlattığı metnin devamında diyordu: "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."


Bence İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkında bu türden kaygılarını ifade eden herkes bir ejderhanın önünü almaya çalışıyorlar. Ki, takip edenler görmüştür, mevzu üzerine merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca'nın eleştirilerinden paylaşımlar yaptım.  Birçok isimden daha benzer alıntılar yapabilirdim. Göğsünde 'ümmetin sahih itikad üzere kalması' adına dert taşıyan herkesin az-çok bu tarz endişeleri var zira. Peki karşılarında ne var? Bazen kocaman bir sessizlik. Bazen körkütük bir tepki. Hatta "Kur'an insan sözüdür!" diyen Mustafa Öztürk'e veremedikleri karşılığı Cübbeli Ahmed Hoca'ya veriyorlar. (Halbuki hangisinin dediği daha muzırdır bellidir.) Bu da "Neresi/ne kadar elden gitti?" sorusunu akıllara getiriyor. Korkuyorum. Belki de cepheyi çoktan kaybettik. 1438'de 1338'in tekrarını yaşıyoruz. Ejderha başardı.

Modernizm Kemalizmin evladıdır. Bunu herkes bilir. Zaten 'Türkçe ibadet' gibi çoğu başlığı Kemalizm açmıştır. Modernizm, kendi tabiatına da uygun gördüğü için, Kemalizmin arkasından gitmiştir. Bugün Kur'an Müslümanlığı, Tarihselcilik vs. gibi hangi ekolün ipini takip etseniz Tek Parti Dönemindeki uygulamalarda izlerine rastlarsınız. Zaten dinde reform yapmak isteyenlerin, zâhirde nizâ da görünse, özde böylesine iyi anlaşmaları kaçınılmaz. Ancak bu defaki fitnenin Kemalizmden daha farklı yönleri de var. Mesela: Ehl-i Sünnet aidiyetini önemsemeyen, ama dinî argümanları kullanabilme yeteneğine de sahip, İblis gibi 'yarı âlim' kitleleri var. Bunlar tam âlim olmuyorlar. Çünkü ya güçleri yetmiyor yahut da sonuçları işlerine gelmiyor. Yarı âlimlikse hakikatleri çarpıtmak için yeterli malzemeyi sağlıyor.

Düz liseye gidenler dinî konuları sahiden bilmiyorlar. Ama İmam Hatip'e-İlahiyata giden bazıları hem bilmiyorlar hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Yani birisinin talebeleri cahilse diğerininkiler cehl-i mürekkep sahibi. Bu yüzden doğruyu tekrar kabullenmeleri daha da zor oluyor. Anlatıldığında da onu aşağılıyorlar. Çünkü kibrin zirveleri 'yarı âlimlik' rütbesiyle hakedilmediği halde tutulmuş vaziyette.

İmam Hatipler-İlahiyatlar müslümanlar için medreselerin-tekkelerin kapatılmasından doğan boşluğu aşmaya bir dozerdi. Hayırlı işlerinden Allah razı olsun. Fakat Bir Irmağa Yolculuk'ta dendiği gibi: Dozer bozulunca yolu daha beter kapıyor. İşte, yazının özeti, Cübbeli Ahmed Hoca bundan başka ne söyledi ki? Üstelik İblis'in kıssası da bize aynı şeyi söylüyor. Çokbilmişin sapıtması cahilin haline benzemez. Yahut yine mürşidimin dediği gibi: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar." 

Eh, evet, bizim mahallenin çocukları katıuttarikliğe başlarsa, dinde reform çığlıkları her yanımızı kuşatırsa, İmam Hatipler-İlahiyatlar Ehl-i Sünnet olmayı 'taassub' gibi görürlerse, artık hazırlanalım: Kıyamet yaklaşmış demektir. Cenab-ı Hak cümle vatanın evladını böylesi zararlı akımlardan korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

23 Haziran 2017 Cuma

Terzi sultanlığa özenirse...

Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.

İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)

Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'

Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.

"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:

Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:

"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.

Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.
"

Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?

Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.

Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."

Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."

Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...