Sultan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sultan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Haziran 2017 Cuma

Terzi sultanlığa özenirse...

Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.

İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)

Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'

Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.

"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:

Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:

"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.

Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.
"

Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?

Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.

Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."

Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."

Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.

8 Mart 2017 Çarşamba

Sultan Abdülhamid 'masum imam' mıydı?

Mesele giderek daha tatsız bir hal alıyor. Ben de hakkında yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Öncelikle şunu aklımızda/kalbimizde tutmamız lazım: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadında, ki bizim imanımız istikametin o olduğu üzerinedir, nebilerden başka kimsenin ismeti yoktur. Bir insanın kalbinin güzelliği, ahlakının temizliği, hamiyetinin yüceliği, zekasının parlaklığı, nesebinin paklığı gibi şeyler bir tarafa; biz, nebilerden başka her beşerin şaşar/şaşabilir olduğuna inanırız. Bu nedenle de birisi "Falanca hata yapmış!" dediğinde "Neeee?" diye bağırarak şok yaşamayız. Muhatabımızı hemen 'yalancılıkla' da suçlamayız. Ne yaparız peki? Tahkik ederiz. "Dediği doğru mudur?" diye bir sağlama yaparız. Bunu yaparken de, sorguladığımız, suçlanan kişinin 'hata yapabilir' oluşu değildir. 'Bize nakledilen hatayı hakikaten yapıp yapmadığı'dır. Böylece o kişi hakkında adaletle hükmederiz. Yani; ne tahkik etmeden hataya inanırız, ne de masumiyeti tahkik etmemek gerektiğine.

Bu, bizde böyledir, ama şiada böyle değildir. Şia, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra, pâk nesebinden gelen oniki imamın da masumiyetine inanır. Bu yüzden onlara muhalif olmak (veya onlara atfedilerek nakledilen şia inancına aykırı olmak) kişiyi küfre götürecek kadar büyük bir suçtur şiada. 'Masum imam' kavramlaştırmasıyla bilinen bu meseleyi tafsil etmeyeceğim. Fakat bu sapkınlığından ötürü şianın; sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerine nasıl çirkin suçlamalar yaptığı malumdur. Masum imamlara, değil muhalif olmak, destek vermeyen veya istedikleri şekilde katılmayan sahabe efendilerimiz bile şianın gözünde merduddur. Allah onları ıslah eylesin.

Gariptir, bugünlerde de, merhum Sultan Abdülhamid Han'ın mağduriyeti zemininde birçok âlime böyle bir saldırı yapılıyor. 31 Mart Vakası ve sonrasında yaşananlar üzerinden, öncesinde Sultan Abdülhamid'e eleştiride bulunmuş herkes aynı darağacına asılıyor ve 'ya hain, ya ahmak, yahut da kafir' ilan ediliyor. Evet, şaşırmayın, hakikaten oluyor bu. Sultan Abdülhamid merhumun da insanlar içinde sadece bir insan olduğu (ve hatta siyasiler içinde sadece bir siyasi olduğu) unutularak 'masum imam' gibi savunusu yapılıyor.

Hasbelkader istibdadını eleştirmiş kim varsa, dediği isabet etsin veya etmesin, doğru olsun veya olmasın, tarihsel gerçeklerle uyuşsun veya uyuşmasın, hainler zümresine ilhak olunuyorlar. Üstelik bu insanlar öyle sen-ben gibi sıradan kişiler de değiller. Çoğu bugün kıratında adam yetiştirilemeyen âlimler.

Ama kime laf anlatacaksınız? Şu tarz Abdülhamidciliğin meselenin bu tarafına baktığı yok ki. Bu âlimlerin sayısı ne kadar çok veya kıratları ne kadar yüksek ayarda olursa olsun, hatta Abdülhamid eleştirilerinde o dönem ulemasının icmaı hasıl olsun, hepsini bir hamlede kapı dışarı ederler de Abdülhamid'i sevenlerden (o seven velev fâsık olsun) başkasını almazlar. Mehmet Akif merhum olsun, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum olsun veya Bediüzzaman olsun, umurlarında değildir. DAİŞ'inki gibi keskin bir tekfir veya tahkir bıçağı ellerindedir. Çalıverirler önlerine gelenin boğazına.

Hani denilir ya: "İslamın şartı beştir. Altıncısı haddini bilmektir." İşte, bu altıncıda ayarını tutturamayınca, bir tane 'hata yapması gayet mümkün' ve 'eleştirilmesi gayet doğal' siyasetçi üzerinden bin tane 'ümmetin gözbebeği' ve 'hayatları hamiyetlerinin şahidi' olan âlim kesilir-biçilir hale gelir.

Fakat bu noktada şu ihtimali dışarda bırakmayalım: Bu insanlar içinde muhalefetinde ifrat etmiş isimler olabilir. Yaptıkları eleştirinin üslûbunda hata bulunanlar olabilir. Bunlar mümkündür. Çünkü bu insanlar da, en az Sultan Abdülhamid kadar, beşerdir ve şaşabilirler. Ancak meselenin bu yanına dair hiçbir kollamada/sağlamada/araştırmada bulunmadan, eleştiride bulunmuş kim varsa kolundan tutup hamiyet ve hatta İslamiyet kapısının dışına koymak, bu kesinlikle modern zamanların elim bir had bilmezliğidir.

Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar üzerinden öncesinde yapılan eleştirilerin haksızlığına hükmetmek ise tam bir anakronizmdir. Meseleyi zihinlerinize yaklaştırmak için şöyle bir örnek vereceğim: Bugün de bir kısım âlimimiz/aydınımız Erdoğan'ı kimi icraatlarından dolayı eleştirmiyor mu? Elcevap: Evet, eleştiriyor. 15 Temmuz'dan önce de bunu yapmıyorlar mıydı? Elcevap: Evet, yapıyorlardı. Nitekim; Erdoğan'ın "Ne sünniyim ne şiiyim!" sözü üzerine ehl-i sünnet ulema tarafından getirilen bir dizi (bence de haklı) eleştiri oldu. Yine İsrail'le yapılan anlaşma ve Mavi Marmara davasında gelinen nokta üzerinden Erdoğan'a İslamcı camia tarafından birçok eleştiri yapıldı. Hatta bu eleştiriler bizzat Erdoğan'ın rahatsız olacağı seviyeye kadar vardı da sert bir açıklama yaptı. Şimdi, bütün bu eleştirilerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ve Erdoğan (Allah korusun) baştan indirilseydi, öncesinde yapılan bu eleştirilere hainlik, ahmaklık veya kafirlik damgası vurulabilir miydi? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

Bununla yüzleşelim. Çünkü sonraya bakıp önceye hükümler çıkarmak doğru ise pekala denilebilir ki: Nasıl ki bu âlimler/aydınlar Sultan Abdülhamid'i eleştirerek 31 Mart'ın yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular; 15 Temmuz'dan önce Erdoğan'ı eleştirenler de 15 Temmuz'un yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular. Bu rahatlıkla söylenebilir. Aynı mantıkla aynı suçlama bugün de birilerine yapılabilir. O zaman da 'hık-mık' etmeden "Evet!" diyebilecek miyiz? Ben, ilk kısımda cüretkâr olan yaftalamacıların, şu ikinci kısımda mütereddit olacaklarına kaniyim. Çünkü bu sefer listede kendi isimleri de olacak. Hem de yukarılarda bir yerlerde...

Hasılı: Arkadaşlar, böylesi meselelerde en istikametli duruş olarak, mürşidimin de Risale-i Nur'da andığı, Hz. Ömer b. Abdülaziz'e (r.a.) atfedilen şu sözü salık veririm: "Allah, onların kanlarına ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım." Ömer b. Abdülaziz (r.a.) bu sözü sahabe arasında gerçekleşen savaşlar ve fitneler hakkında söylemiştir. Şu sese kulak verelim. Selefimiz bizi hayra çağırıyor. Altından kalkamayacağımız meseleler hakkında çene çalmamayı tavsiye ediyor. Şu tavsiyeyi dinleyelim. Zira yarın Mehmet Akif merhum ile Abdülhamid merhum, dünyadaki kavgaları dünyada bırakmış olarak, kolkola cennete girer de, biz, dilimizde onların etleriyle kanları, arkalarından öylece bakakalırız. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...