13 Mayıs 2016 Cuma

Peygamber neden tevbe eder?

Haddimizi bilmek lazım. Şeriatın hikmetini bildiğimiz kadarından hareketle bilmediğimiz kısmına emniyet ederiz. Öğrenmeyi bırakmayız, ama hiç geçmeyen cahilliğimizi de bir kenara bırakamayız. Bu da bir nevi tevekküldür. Kur'an'da defaatle Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (ve onun üzerinden hepimize) emredilen 'tevekkül'ün sadece 'para kazanmakla' veya 'rızkın boğazdan geçen kısmıyla' ilgili olduğunu düşünmek hata olur. Tevekkül, melek kardeşlerimizin öğrettiği en kısa tanımıyla, kendi sınırlarımızdan Alîm ve Hakîm olan Allah'ın ilmine ve tasarrufuna kaçmaktır. Bir avukata veya başka bir ehl-i ihtisasa vekalet verdiğinde yaptığın şey; kendi cehaletinden, onun uzmanlık alanındaki 'etkin bilgisine' ve 'yetkin tasarrufuna' sığınmaktır.

İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.

Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.

Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.

Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.

Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.

Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...