Dizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2023 Pazar

Recm cezası için kimseden özür dilemiyorum

"Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola." 
Divan-ı Harb-i Örfî'den.

Sinemanın-dizilerin en çok ekmeğini yediği mevzulardan birisi 'intikam'dır. İntikam yapımları çok izlenir. Zira herkes kahramanın mağduriyetiyle empati kurar. İntikam alınırken kendisi alıyormuş gibi hisseder. Yıllar önce bir arkadaşım canı sıkıldığında rahatlamak için Süleyman Çakır'ın Tombalacı'nın kemiklerini kırdığı sahneyi izlediğini söylemişti. (Her izleyişinde bir tür rehabilitasyon yaşıyormuş.) Adaletin yerine geldiğini düşünmek hepimizi rahatlatıyor. Uç misalleriyle bile olsa. Mesela: Şimdilerde kocaları tarafından ihanet edilmiş kadınların intikam aldığı diziler revaç buldu. Hatta öyle bir intikam alıyorlar ki, kocaları, "Ölsem de kurtulsam!" noktasına gelebiliyor. (Gone Girl filmi de bu hususta ilginç bir örneklik taşıyordu. "Aldatılan bir kadın ne kadar ileriye gidebilir?" sorusunu sorduran enteresan bir yapımdı.) Bir de böylesi vakalarda tezahür eden şöylesi bir durum var: Günah başkasına karşı işlendiğinde çok ağır gelen cezalar bize karşı işlendiğinde "Az bile yaptım!" normalitesine dönebiliyor. Doğrular yerinden oynuyor. Bu oynaklık da ister istemez sorduruyor: Adalet nedir?

Michael J. Sandel'ın Eksik Kitaplar'dan çıkan Adalet'ini okudum bu yakınlarda. Cidden istifade ettiğim bir okuma oldu. (Tanıttığım video için: https://youtu.be/TpB0DcIlVsQ?feature=shared) Sandel, eserinde, şöyle bir sistematik üzerinden ilerliyor: 1) Tartışmalara konu olan bir vakayı paylaşıyor. 2) Sonra o vakayı 'adalet' olarak açıklayan 'adalet felsefesini' izah ediyor. 3) Sonra izah ettiği felsefenin çözüm olamadığı başka bir vakayı okuyucuya naklediyor. 4) Sonra bu ikinci hâdiseye çözüm üretebilen başka bir adalet yaklaşımını analiz ediyor. 5) Sonra bu sonra naklettiği yaklaşımın da çözüm üretemediği üçüncü bir hâdiseyi daha paylaşıyor... Ve hakeza. Kitapta bu metod üzerine birçok adalet yaklaşımını öğrenmiş oluyorsunuz. Hem de günahlarıyla-sevaplarıyla. Sandel, mâkul gördüğü yaklaşımların dahi, içinden çıkamadığı durumlar olduğunu kabul ediyor. Onların da zaaflarını ortaya koymaktan geri durmuyor. Eserin, bana göre, tek açığı çok fazla ABD-Avrupa merkezli ilerlemesi. Dünyanın geri kalanının adaleti nasıl anladığına kulak vermemesi. Eh, buna da artık alıştık, "Niye böyle?" demiyoruz. Amerikalıların Asya'da-Afrika'da bir yeri haritada bulma yetenekleri bile zayıftır zira.

Kitabın gözümü açtığı şeylerden birisi de 'adalet' tartışmalarının aslında 'itikat' tartışmaları olduğudur. Yani esas gerilim ideolojik düzeyde yaşanmaktadır. Doğru-yanlış kabulleri daha en temelde başkadır. Taraflar başka ilkeler/usûller eşliğinde adaleti aramaktadır. Bu ilkeler/usûller vakaları değerlendirme şekillerini etkilemektedir. Ve nihayetinde mevzu 'Senin-benim adaletim!' noktasında düğümlenmektedir. Sözgelimi: Toplumsal faydayı merkeze alan bir yaklaşım bireyin haklarını örselemektedir. Birey haklarına vurgulu bir yaklaşımsa toplumsal faydayı/zararı gözardı edebilmektedir. Erdem merkezli yaklaşımların otoriterliğe evrilmesi riski vardır. Hürriyet merkezli yaklaşımların sefaheti/sapıklığı normalleştirmesi tehlikesi sözkonusudur. Hasılı: İlkeler üzerinden ilerleyen seküler adalet arayışları da dört başı mâmur bir düzen kuramamışlardır. Her yerin mutsuzları vardır. Her ilkenin bir/birçok istisnasına rastlanmaktadır. Sandel'ın da 51. sayfada dediği gibi:

"(...) ahlakî çıkmazlarla mücadele etmek, özel hayatımızda ve kamusal alanda, uygulanacak ahlakî iddianın nasıl geliştirileceğini açıklar. Demokratik toplumlarda hayat doğru, yanlış, âdil ve adaletsiz üzerine anlaşmazlıklarla doludur. Bazı insanlar kürtaj hakkını savunurken diğerleri için kürtaj cinayettir. Bazıları çabalarıyla para kazanmışlardan vergi almanın âdil olmadığına inanırken, bazıları fakirlere yardım için zenginlerin vergilendirilmesinin hakkaniyet olduğuna inanır. Bazıları geçmişteki yanlışları düzeltmek adına, üniversite kabullerinde pozitif ayrımcılığı savunurken, bazıları bunu yetenekleriyle kabul edilmeyi hakeden insanlara karşı yapılmış ayrımcılığın adaletsiz bir türü olarak kabul eder. Bazıları terör şüphelilerine işkence yapılmasını özgür toplumun bir alçaklığı ve ahlakî iğrençlik olarak reddederken, bazıları terörist bir saldırıyı engellemek için gerekliyse bunu savunur. Siyasal seçimler bu anlaşmazlıklar üzerine bir kazanma ve kaybediştir. Sözde kültür savaşları bunlar üzerine yapılır. Kamusal hayatta ahlakî soruları tartışırkenki hırs ve güç dikkate alınırsa, aklın ötesinde, ahlakî düşüncelerimizin kesin olarak inançla ve yetişme tarzıyla belirlendiğini düşünmeye meyledebiliriz."

Zaten meselenin tarihî düzlemine de baktığınızda hukukun 'tek' değil 'birçok' versiyonu olduğunu görürsünüz. Aynı dönemde, üstelik çok yakın coğrafyalarda yaşamış, uygarlıkların dahi birbirinden çok farklı hukuk sistemleri vardır. Hatta bu hukuk sistemlerinin detaylarına dair birşeyler öğrendiğinizde "Nasıl olur ya?" dedirten şaşkınlıklar yaşayabilirsiniz. (Mesela: Ben ortaokul yıllarında Anadolu uygarlıklarını ders alırken Frigyalıların verdikleri bazı cezaları çok aşırı bulup şaşırmıştım. Saban kırmanın, öküz öldürmenin, tarlayı âtıl bırakmanın cezasının ölüm olması benim için çok şaşırtıcıydı. Ama Frigyalılarda tarım çok önemli olduğu için, devletin düzeni tarım üzerinde durduğu için, bu cezalar onlara göre çok âdil uygulamalardı.) Bugün de durum bundan başka değildir. ABD'de, farklı eyaletlerin aynı suça verdikleri farklı cezalar olabildiği gibi, bazıları için suç olan diğerleri için suç sayılmayabilir de. Nitekim, Avrupa ülkelerinde de, AB'ye rağmen, farklı yasalar bulunmaktadır. (Ötenazi kimilerinde yasal kimilerinde değildir.) Nihayetinde bu konuda kabul edilmesi gereken mâkuliyet 'adalet' diye tek bir normun dünya tarihinde hiçbir zaman vuku bulmadığıdır. Adalet denilen şey, öyle birşeydir ki, Sandel'ın da dikkat çektiği gibi, inançla ve yetişme şeklinizle dahi değişir. Onu herşey etkiler.

Şimdi, mesele böyle vuzuhiyet kazanınca, şeriat-ı Muhammediye'ye (a.s.m.) iman eden ben gibilerin köşeye sıkışmışlık psikolojisinden kurtulması icap ediyor. Zira benim varlıkta tuttuğum yer bir istisna değil. Benim varlıkta tuttuğum yer, en azından, herkesin tuttuğu yer gibi bir yer. En azından bu kadarı... Nasıl ki iki ABD eyaleti sosyolojileri nedeniyle farklı hukuki uygulamalara sahipse, nasıl ki Anadolu uygarlıkları farklı ceza sistemlerine sahip olabiliyorlarsa, evet, ben de varoluşumun temellerini şekillendiren imanım nedeniyle hukukta farklı bir duruşa sahibim. Hatta böyle bir duruşa sahip olmam zaruridir. Çünkü yükseldiğim kökün başkalığı beni dallarımda da başka kılıyor. Üstelik benim adalet anlayışım farklı bir usûl üzerinden kendini temellendiriyor. Sırf kimi uygulamalarımın bu çağın kulağına garip gelmesiyle tukaka olamam. Yargılanamam. Alaşağı edilemem. Çünkü onların uygulamaları da benim kulağıma garip geliyor. Tıpkı Frigya yasalarının bugünün çocuklarına garip gelmesi gibi. Yahut Sandel'ın eserine serpiştirdiği uç misallerin (ki hepsi yaşanmış olaylardır) sık sık "Olur mu öyle şey!" dedirtmesi gibi. Benim de, bir müslüman olarak, bu dünyaya "Olur mu öyle şey!" deme hakkım var. Bu dediğim aslında kendi kimliğim üzerinden dünyaya verdiğim mesajı da içerir.

Zina eden evli erkeğe/kadına uygulanan recm-taşlama cezası da bunlardan birisidir. Ben şeriatta böyle bir ceza olduğu için hiçbir toplumdan/çağdan özür dilemem. Neden dileyeyim ki? Aksine savunurum. Çünkü bu tutarlılığımdır. İslam'da bazı suçların ağır yaptırımlara maruz kalması tamamen önem hiyerarşisiyle ilgilidir. Ve, evet, bizim Allahımız yarattığı kullarının cinsel serbestîsini beğenmemektedir. Razı olmayışının tezahürü olarak da nasslarda şiddetli sınırlar tayin etmiştir. Cezaların ağırlığı suçun büyüklüğü nisbetindedir. Suç-ceza tebliğ özelliği de taşır. ABD'liye terör suçu çok ağır birşey olarak görünüyorsa bana da bu gayet ağır görünmektedir.

Ahirzamanın 'kimin eli kimin cebinde belli olmayan' toplumlarında kulağa garip geliyor diye uygulamam yanlış olmaz ki. Uygulamam ancak yaslandığı zeminin yanlışlığında yanlışlanabilir. Sistem kendi içinde tutarlı olmadığında sorgulanır. Ki İslam hukuku da, modern hukuk gibi genel geçer sayılan kimi ilkelere değil, nasslara dayanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin uygulamalarına göre şekillenir. Fıkıh somut bir ortaya koyuş alanıdır. Ben bu konuda hesabımı yalnız oraya veririm. Yanlış yaparsam da orası bana hesap sorar. Çağın bana hesap sorabilmesi için, hem zamansal hem de mekansal anlamda, 'tek adalet' gibi birşeyi karşıma koyabilmesi lazım. Duruşumu kainattan nefyetmesi lazım. Bunun mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Onlar da yasalarını değiştirmeden duramıyorlar. O halde beni nameşru kılabilecek nedir? Ben de, en azından, adalet türevi saydıkları şeylerden birisiyim. En azından böyleyim. Neden yürürlükten kalkayım ki? İşte, arkadaşlar, şeriatı talep ederken böylesi bir özgüvene çıkılması gerekiyor. O zaman meşruiyetimiz daha açık tebarüz edecektir.

4 Ekim 2022 Salı

Bilecik Kılıçdaroğlu'nda mı ki?

Bizim küçüklüğümüzde 'Kuruluş: Osman' yoktu amma 'Kuruluş: Osmancık' vardı. (Başrolünde de Burak Özçivit değil Cihan Ünal oynuyordu.) Sonunda 'cık' olduğuna bakmayın. Döneminde acayip rağbeti olan bir yapımdı. Hatta, Kurtlar Vadisi'ndeki gibi, diyalogları günlük konuşmalara da inerdi. Deyimleşirdi. Bunlardan bir tanesini şöyle hatırlıyorum mesela: "Bilecik sende mi ki?" Şimdi "Ne var bu sözde a şaşkın?" diyeceksiniz. Hikâyesiyle beraber aktarınca tatlılaşacak. Hafızamda kaldığı kadarıyla naklediyorum: Osman Gazi merhum Bizans tekfurlarından birisinden kız mı alıyordu, ne oluyordu, öyle birşey vardı galiba. Kızın çeyizi olarak da tekfur kendisine Bilecik'i bağışladığını söylüyordu. Halbuki Bilecik'i çoktan bizim akıncılar beyliğin kütüğüne kaydırmışlar. Derelerinde ayaklarını serinletiyorlar. Kılıçlarını yağlıyorlar. Ovalarda çadır yeri seçiyorlar. Osman Bey de tekfurun imâ dolu bağışını ağzına tek soruda tıkıyordu: "Bilecik sende mi ki?" Osmanlıca bilmeyenler için günümüz diline tercümesi: "Kimin malını kime bağışlıyorsun lan sen?"

Kılıçdaroğlu'nun 'tesettürü yasal koruma altına almak iddiasıyla' yaptığı yasa teklifini duyunca aklıma geldi yeniden. Osman Gazi'den bu yana bin yıl geçmiş. Tekfur tekfurluğundan vazgeçmiyor. Bizim olanı bize bağışlayıp duruyor. Kendi malımızla bizi borçlandırıyor. Daru'l-İslam'da müslümanlığımızı özür dileyerek yaşıyoruz. Halbuki tesettür bu fizikte yerçekimi kanunu gibidir. Kimse yerçekimi kanununu yasal güvenceye almaz. Gerek duymaz. Nefes almak anayasal güvenceye tâbi değildir. Müslüman için müslümanlığın nefes almaktan ne farkı vardır? Hatta bununla beraber aklıma bir de fıkra gelmişti. Buradan da paylaşayım: Nasreddin Hocanın büyüklüğünden dolayı evine seremediği bir halısı varmış. Dürülü dururmuş. Senede bir de yıkamaya götürürmüş. Halıyı görenler derlermiş ki: "Hoca, evine seremiyorsun, bari camiye bağışla da mü'minler faydalansın." Fakat Hoca yanaşmazmış. Gel zaman git zaman. Yine birgün halıyı ırmağa götürüp yıkamaya başlamış. Fazla mı açılmış ne! Bakmış ki akıntının gücünden dolayı halı gidiyor. Eyvah. Çekiyor, gelmiyor. Düşünmüş: Halı gitti gider. Gücüm bitti. Bari sevabından olmayayım. "Ey ahalî, şahit olun, halıyı camiye bağışladım!" diye bağırmış. Halı da akıntıya kapılıp gözden kaybolmuş. 

İşte Kemal Bey'in dindarlara 'başörtüsü bağışı' da böyle birşey. Evet. Öyle ya: Arkadaş, sen, bu halıyı-başörtüsünü dindarlara vermemek için elinden geleni yaptın. Ta anayasa mahkemelerine kadar gittin. Eşiğini aşındırdın. Neler neler söyledin. Hepsi kayıtlı. Videoları dönüyor. Dindarlar da direndi. Senin gibilere rağmen yılmadı. Devran döndü. Allah ikbal verdi. Bileklerinin gücüyle söke söke haklarını aldılar. Bugün her yerde başörtüsü serbestisi kazanıldı. Yani, senin anlayacağın, halı akıntıya kapıldı gitti. Bu dakikadan sonra neyi bağışlıyorsun a efendim? O feraset evvelden gelseydi ya. Kadınlar-kızlar inim inim inletilirken ses verseydin ya. Zaten aldığımızı, geri dönüşüne ümidin kalmadıktan sonra, niye bağışlıyorsun ki? Bilecik sende mi ki? Ha, bak, şu kapıyı da açık bırakıyorum: Eğer içinden sahici bir cömertlik geldiyse sana başka adres gösterelim. Oradan bize bir bağışta bulun. Daha almadığımız hakkımızı bize ver. Hatırlarsın. Bu vatanı kurtaranlar birşey yazdırmıştı anayasaya. 1928'de çıkarmıştınız. Evet. Seleflerin yapmıştı bunu. Doğru hatırladın: "Devletin dini din-i İslam'dır." Onu geri koydursana. Bak o zaman bir "Helal olsun!" çekerim sana. Hem de yürekten çekerim. "Bu Kemal önceki Kemal'e benzemiyor!" diye hafiften ümitlenirim. Fakat fazla kaçırmam. İşin içinde CHP oldu mu ümidi fazla kaçırmamak lazımdır.

Evet. Ümidi 'hafif' tutmakta fayda var muhterem kârilerim. Çünkü bu CHP denilen yönetim örgütü öyle yasayı masayı pek takıcı bir yapılanma değildir. Kendi çıkarsa bile... Nereden mi biliyorum? Efendim, nurcu olmam hasebiyle, Bediüzzaman'ın hayatını/metinlerini çoklukla okumuşumdur. Hem de biraz yakın tarih hakkında mürekkep yalamışlığım vardır. İş zulmetmeye geldiğinde CHP zihniyetini yasa masa durduramaz. Zulümleri için her kılıfı kullanabilirler. Her maddeyi âlet edebilirler. Her bahaneyi gerekçe gösterebilirler. Böyle bir tevil/tefsir güçleri mevcuttur. (İnanmayanlar 'Varlık Vergisi'nin nasıl bir usûlle(!) alındığını azıcık araştırsalar aydınlanacaklardır.) Mürşidim bir yerde kendisine yapılan muameleyi 'cebr-i keyfî-i küfrî' olarak tarif eder. 'Ceza bir olur' der. Hatta canı gırtlağında haykırır: "Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların ve vahşî canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acîp tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususî ibadette kanun olmaz!" İlerisinde de ekler: "Dünyada en büyük ahmak odur ki dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin." 

Biz Bediüzzaman gibi 'Hususî ibadette kanun olmaz!' diye duralım. CHP bize tesettürü bile usûlunce bağışlıyor. Evimizin eşyasını paket yapıp bize satıyor. Hem Bilecik için bizimle savaşıyor hem de fethin ardından "Sana satayım mı?" teklifinde bulunuyor. Mazlum olmak yine neyse de muhterem kârilerim aptal olmak daha acı birşey değil mi? İzzetsizlik iktidarsızlıktan beter canımızı yakmıyor mu? Biraz dilimiz Osman Bey'in şehametine kaysa ya. Şöyle ciğerimizi doldurup Cihan Ünal tavrıyla "Bilecik sende mi ki?" diye sorsak ya. Soramıyor muyuz? O halde hazır olalım. Kaderin bir 28 Şubat'a daha fetva vermesi yakındır. Gelecektir. Cenab-ı Hak gelmeden ayılmayı nasip eylesin. İsrailoğulları gibi çöllerde mahvettirmesin. Âmin.

11 Kasım 2019 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

"Sanatı belirleyen/arttıran şey nedir?" diye sorduğumda, ama sessizce soruyorum ki 'deli' demesinler, şöyle bir cevap bulurum: 1) Anlam. 2) Bağlar. Evet. Bağlar. Birşeyi sanatlı kılan biraz da bağlarıdır. Bu bağların miktarı arttıkça da o şey sanatlanır. Kitap örneğinden yürüyelim. (Mesleğim ya kan çekiyor.) Herhangi bir edebî ürünün, yani bir bütünün, öncesi-sonrası, girişi-sonucu, önsözü-sonsözü birbirine bağlandıkça; yani parçaları arasında birbirlerine göndermeler, işaretler, çağrıştırmalar, hatırlatmalar, tamamlamalar çoğaldıkça; biz o eserin sanatından daha çok emin oluruz. Farkındalığımız bir ölçü teşkil eder elbette. (Hepsini farkedemeyebiliriz.) Ancak yine de o şeyin diğerlerinden aşkın bir yanı olduğunu hissederiz. Çoğunlukla da bunu bir gizem gibi sezinleriz. Nedensiz büyüleniriz. Sonra onu da buluruz.

Sahneleri, karakterleri, olayları, bölümleri, replikleri arasında önceden sonraya, sonradan önceye bol gönderme olan filmleri/dizileri düşünün mesela. Nasıl da merakla takip ederiz onları. Nasıl da çekirdek çıtlatırız izlerken. Nasıl da tahminlerde/okumalarda bulunuruz. Böylesi bağları arttırabilen senarist/yönetmen gözümüzde daha bir yükselir. Hatta böylesi bağların miktarına göre gözümüzde dehası/çalışkanlığı artar. Bağına göre övgü alır. Bunlar azaldıkça da yapımlara 'basit' damgası vurmaya başlarız. Aynı şey edebî metinler için de geçerlidir. Hatta 'üslûp birliği' dahi böylesi bir bağdır. Metnin her cümlesine kadar sinebilmiş bir bağ. Bir yazar metninde üslûp birlikteliği yakaladığı zaman aynı zamanda 'aynı kaynaktan çıktıklarını hissettirir' bir bağlantı da yakalamıştır. Okur bunu da çok sever. Onaylar. Takdir eder. Üslûp birlikteliği sağlayamayan metinler okurlarını hırpalar.

Ben bu kadarını diyebildim. Ancak biraz tefekkürle siz daha fazlasına ulaşabilirsiniz. Bir kitabın kapağı da kitapla/okurla arasındaki bağa göre değerlenir. Bir grafik çalışmasına baktığınızda işaret ettiği hakikatle arasında kurabildiğiniz bağ sayısınca değer biçersiniz. İnsan duyduğu güzel sözleri bile çağrışımlarının çokluğuyla, elbette yine hakikatle kurduğu bağlarla, parlatıp dimağında bir yere koyar.

Pekala. Buraya kadar herşey anlaşıldı. Şimdi anladıklarımız üzerinden bir de kurgu üretelim. Tutun bakalım hayalgücünüzün ellerinden. Sıkı tutun. Tamam. Başlıyoruz. Öyle bir kitap düşleyelim ki şimdi: Bu kitabın bize anlattığı bir dolu şey var. Saymakla bitiremiyoruz. Ancak dört başlıkta toplayabiliyoruz. Yani kitabın dört ana mesajı var. Diğer mesajlar altkollar gibi şeyler. Okuyup bitirdiğinizde altmesajları da alıyorsunuz elbette. Lakin en çok bu dört mesajı almış oluyorsunuz.

Bitti mi? Bitmedi elbette. Devam ediyoruz: Bu kitabın onlarca da bölümü var. Fakat o da ne? Her bölüm başka başka şeyler anlatmasına rağmen aynı zamanda bu dört mesajı da anlatıyor. Bitti mi? Yok. Yine bitmedi. Bölümlerin her sayfasında da aynı durum mevcut. Yani sayfalar da başka başka şeyler söylemelerine rağmen yine bu dört mesajı anlatıyorlar. "Aaa! Ooo! Vay!" Bitti mi şimdi? Yok. Yine bitmedi. Her cümlesine indiğinizde de aynı durumla karşılaşıyorsunuz. Şaşırdınız değil mi? Yine de bitmiyor ki. Dahası var: Kelimelerinden/harflerinden dahi aynı maksatları çıkarabilenler oluyor.

Yani bu kitabın içinde öyle bir 'bağ düzeneği' var ki metni 'uzay' gibi cümleleri/kelimeleri 'yıldız' gibi. Hem hepsi başka şeyler söylüyorlar hem de hepsi aynı şeylere işaret ediyorlar. Elbette aynı şeylere işaret etmeleri nedeniyle birbirlerine de işaret ediyorlar. Yani bu kitapta, aşinası olduğumuz romanlardaki gibi, parmakla sayılır göndermeler yok. Rakamlara sığmayacak kadar çok sayıda gönderme var. Böyle bir kitap insan aklıyla yazılabilir mi? Doğru. İnsan aklıyla yazılamaz. Ama varlığı da aynı bu şekilde yaratan Allah'ın ilmiyle yazılırsa olur. Elmayı kainatla bağlayan Allah 'elif'i de kitapla bağlayabilir. Elmanın varoluşu evrenle ilgili olduğu gibi o 'elif'in varoluşu da tüm kitapla ilgili olabilir.

İşaratü'l-İ'caz şöyle diyor: "Kur'ân'daki anâsır-ı esasiye ve Kur'ân'ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. (...) Sual: Şu makasıd-ı erbaa Kur'ân'ın hangi âyetlerinde bulunuyor? el-Cevap: O anâsır-ı erbaa, Kur'ân'ın hey'et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur'ân'ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur'ân'ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur'ân'ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki Kur'ân, 'müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî' gibi tarif edilir."

Bir sual daha geliyor ardından ki bence mevzuun can alıcı yeri de burasıdır. Mürşidim bahsin devamında "'Bismillah' ve 'elhamdülillah' gibi ifadelere kadar bu işaretler/bağlar indirgenebilir mi?" şeklinde gelebilecek muhtemel bir suali de karşısına alıyor ve cevaplıyor. O kısmı yazıyı daha fazla uzatmamak için alıntılamayacağım. Lakin cevabının ne yönde olduğunu tahmin ettiniz: 'Evet.' Neden/nasıl 'Evet' olduğunu merak edenler ilgili bahsi mutlaka gözden geçirmeliler. Orada Bediüzzaman böylesi ifadelerin nasıl katman katman manalar barındırdığını gözler önüne seriyor.

Yeri geldi. Buradan 13. Söz'e de uzanacağım. Diyor ki mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. (...) İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

Toparlarsam: Kur'an'ın 'insan işi' olamayacağının en büyük delillerinden birisi de burada saklanıyor bence. Kur'an, öyle bir kitap ki, içinde bağ/gönderme sayısı bir insanın hafsalasının alabileceği gibi değil. İnsan bunu kurgulayamaz. Kaldıramaz. İsterse bir kişi değil ekip olsun. Herbir cümlenin/kelimenin kitabın ana konusuyla ilgili göndermeler içerdiği, fakat aynı zamanda bir dolu da yeni şeyler söylediği, hem de herbir cümlenin kitabın içindeki diğer cümlelerle kendi arasında bağlar sakladığı bir düzen, böylesi muhteşem bir düzen, biz böyle bir kitabı hiçbir insan elinde göremeyiz. Eğer Ahmedliğime güvenmiyorsan editörlüğüme güven. İnsanı aşan birşeyler var bunda arkadaşım.

15 Mart 2015 Pazar

Sövmeyi normalleştirmek

“İşte bir bahçeye rastgeldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, ‘Herşeyin iyisine bak!’ kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.” Sekizinci Söz’den.

Bir vakitler, televizyon programlarında konu ‘sinemada cinselliğe’ gelirse, konuşan kişi özür diler gibi şöyle derdi: “Elbette cinselliğin hayatın parçası olduğunu kabul ediyorum.” Böyle sahnelerde oynamamışlar kendilerini ‘affettirebilmek’ için aynı cümleyi kullanırken, başarıyla(!) canlandırmışlar da üzerinden meşruiyet çıkarırlardı: “Cinsellik hayatımızın bir parçası.” Ve siz de ekranınızın karşısında şöyle düşünürdünüz: “Üreme sisteminin faaliyetlerini ‘hayatının bir parçası’ olarak teşhir etmeyi mantıklı görenler, umarım bir gün boşaltım sistemiyle ilgili de benzer noktaya gelmezler...” Umarım gelmezler. Umarım!

Şimdilerde iş biraz daha cinsellikten uzaklaşarak (herhalde cinsellik istedikleri kadar normalleşti artık) küfür meselesine yaklaştı. (Az ilerisinde de LGBT sapıklıkları yeralıyor.) Hayvan isimleri içeren argoların bile sansürlendiği Kemal Sunal filmlerinden, bugün, sin-kaflı küfürlerin havada uçtuğu sinema ve televizyon yapımlarına ulaştık. (Sanatta ne büyük yükseliş! AB’ye alınmayışımıza haksızlık denmez de ne denir artık?) Karşısındakinin yedi ceddine dümdüz giden esas oğlan/kızlarımız setten çıktıktan sonra mikrofon uzatıldığında; “Aaa, niye etmeyecekmişiz canım? Hayatın parçası bunlar. Sokaktaki insan da ediyor!” diyebiliyorlar. Şu sözleri işitince insan ister istemez mürşidimin ettiği nasihati de hatırlıyor:

“Hem deme: ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

‘Sokakların meşrulaştırıcılığı’ üzerine yürüyen bir sanat. Hatta bir hayat. Bir sosyoloji. Bir toplum mühendisliği. ‘Herkes gibi olmak’la ‘doğrusunu yapmayı’ ayıramayan bir terakki yanılgısı. İdealini ‘sokak’ olarak görüyor. Bunu kesinlikle sorgulatmıyor. Ne hayret ki eskiden sokaktan ziyade ev sahib-i kemaldi. Hatta sokak ehli olanlara iyi gözle bakılmazdı. ‘Sokak serserisi, sokaklarda sürtüyor, sabah-akşam sokaktasın...’ vb. terkipleri hatırlayalım. Bunların hepsi sokak hayatını tenkid içeren tabirlerdi. ‘Amaçsızlığa’ veya ‘eğitimsizliğe’ yahut ‘tembelliğe’ veyahut da ‘günahkârlığa’ gönderme yaparlardı.

Hadi, dindarlığımızın kanı acıdır, adına konuşmamız sanat camiasının hoşuna gitmez. Onu şimdilik bir kenara bırakalım. Şöyle soralım: Sokağın idealleştirilmesi sanat için ne kadar doğru? Yahut da şu suali tevcih edelim önce: Sokak aslında kimden oluşuyor? Küfür edenlerin de olduğu doğru. Ama yalnız onlardan mı ibaret? Sokakta bir de bu küfürlerden hoşnutsuz bir grup var. Evet. Öyle. Küfürlere şahit olduğum kadar, otobüslerde veya insanların toplu bulunduğu yerlerde, küfürbaz insanları uyaranlara da rastlıyorum. Fakat bu sanatın gözü nasıl birşeyse ikinciler asla batmıyor.

Bu kötülüğe seçici-geçirgen algının geldiği noktada dizilerin bile iki versiyonu olmaya başladı. Bir versiyonda küfürler, RTÜK abiyi susturacak kadar, sansürlenirken diğer versiyonda bütün küfürler korunuyor. Bir de şöyle bir acayiplik var: Küfürler öyle bir kıvama geldi ki sokağın öğreteceği birşey kalmadı. Hatta hayretten damakları şaklıyor gençlerin. Lahana yaprağı gibi günışığı görmemiş yeni küfürler öğrenebilirler ancak. Ne de olsa bu çamurlukları çalışanlar senarist. Daha profesyonelce/sanatlı sövüyorlar birbirlerine. İrticalen değil düşüne düşüne küfür ediliyor onlarda.

Otuzlu yaşlarımda olmama rağmen (ve küfür edilen ortamlarda da bulunmuşluğuma rağmen) ben bile ünlülerin ulaştığı başarıyı(!) hayretle izliyorum. Askerde ‘komutanın ettiği küfürü üzerine değil üniformaya alınmak’ diye bir tabir vardı. Küfürü daha ‘katlanılır’ kılmak için kullanıyordu erler bunu. (Psikolojik bir savunma tekniği.) Onlara göre küfür edilen kendileri değil üniformaydı. Acaba bu ünlüler de küfürleri üzerlerine değil de oynadıkları karakterlere alınarak mı rahatlıyor? Nasıl aşabiliyorlar?

Bütün bunlar bizi şu sorgulamaya götürmek zorunda: ‘Kötülük’ ondan utanılacak ve mümkün mertebe teberri edilecek birşey mi? Yoksa gerçeğin ta kendisi muamelesi görüp nümayişle duyurulacak birşey mi? Sinema/dizi sektörünün geldiği durumda ‘tedavi etmek’ yerine ‘yarayla övünmeyi’ tercih ettiği ortada. Fakat anlamıyorum. Böyle bir sanat bizi nasıl bir zirveye taşıyacak? Bir genç, kendi ebeveyninin yanında başka birisinin anasına-babasına sövdüğünde veya en nihayet kendi anasına-babasına sövdüğünde, zirveye ulaşacak mıyız? En iyi küfür dalında bir Oscar’ımız olacak mı mesela? Böyle bir bataklığın peşinde miyiz yoksa?

İster istemez mürşidimin şu sözlerini hatırlıyorum: “Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.”

‘Sövmeyi normalleştirmek’ nasıl bir kemal içeriyor cidden merak ediyorum. Nereye varılacak bu eğitimle? Bu sanatın hakikat arayan bir felsefesi var mı? Sadece dindar olarak değil insan olarak merak ediyorum. Sokakların gerçekliği ondaki her sefaleti taşımakla mı kemal katacak? Veya buradan nasıl bir yüceliğe varılacak ki, artık küfür edenler etmekten utanmaz, ama biz uyarmaya utanır olduk? Dönüp dönüp bu meseleyi konuşasım var. Zira bazı şeyleri tartışmamak onları normalleştirmekle neredeyse eşanlamlı. İşte bugün cinsellik, hatta eşcinsellik, hususunda geldiğimiz tehlikeli eşik. Buğzumuzu sinemizde tutarak bu günahların yayılmasından başka neye hizmet ettik? Halbuki elimizle-dilimizle karşı koymanın yollarını arasaydık daha somut bir duruşumuz olacaktı. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüştümüzü yeniden ilham eylesin. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...