Evrim Teorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evrim Teorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2022 Cuma

Ne olacak bu evrimcilerin ana-baba hasreti?

Evrimcilerin ana-baba hasreti yürek yakıyor muhterem karilerim. Sözgelimi: Nette dolaşırken yavrusunu pambik pambik seven pandayı görüyor. Efkârlanıyor. "Rahmetli anacığım da bana böyle sarılırdı!" diye inliyor. Yaaa. Yahut da bakıyor. Şempanzenin biri videoda sigara tellendiriyor. Oradan hemen kendi pederinin anısı canlanıyor: "Rahmetli babam da böyle keyifle sigara tellendirirdi!" deyu sızlanıyor. 

İş yalnız burada kalsa sorun yok muhterem karilerim. "Ana-baba hasretidir..." der geçersiniz. Fakat bunlar mevzuu daha enteresan boyutlara da taşıyorlar. 'Rahmetli anacığım da bana böyle sarılırdı'dan yola çıkıp "Ulan yoksa anacığım da panda olmasın mı?" gibi absürt noktalara varıyorlar. O yüzden evrimcilerin bu tarz paylaşımlarına takılmadan edemiyorum. En yumuşağı "Memeli hayvanlarla aramızdaki benzerliklerden akrabalık fikrine gitmek doğru değil!" diyorum. Nihayetinde atalarımız da bu mantığın sağlam bir zemini olmadığını şu hakikatli sözle asırlar öncesinden tesbit etmişler: "Halanın da bıyığı olsa amcan olurdu."

 Diyeceksiniz ki: "Hooop! Kendi ağzınla tuş oldun a akılsız. Halayla amca zaten akrabadır." Doğrudur muhterem karilerim. Halayla amca zaten akrabadır da 'bıyık' sorunu da ortalarında lök gibi oturmaktadır. Hal böyle olunca feleğin çemberinden geçerek gözünü açmış birisi sormadan yapamaz: "Bir küçücük bıyık iki aile üyesini birbiri olmaktan bu kadar kesin alıkoyuyorsa memeli hayvanlarla aramızdaki nüanslar bize  neler yapmaz?" Öyle ya. Sadece benzemiyoruz ki. Bir sürü de farkımız var bizim. Fakat sathî nazarın en kem meziyetidir. Az bakar. Az görür. Daha azını da gösterir. Bu az-az-az birikiminden çıkan yorumlar da elbette isabet etmez. Çünkü hayır küllîdir. Büyük resim kuşatıldıkça hakikate de yaklaşılır. Parçalarsa şaşırtır.

Şer cüzîdir. Parçalara bakmak indirgemeciliktir. Evrimcilerin sırf bu tarz şeylere dikkatimizi celbedip farkları halının altına süpürmesi bir cerbezeye işaret eder. Mesela: Cinler de şuurlu varlıklardır. Melekler de Allah'a ibadet etmektedirler. Kainatı anlamak noktasında biz insanlar, hayvanlara değil, daha çok onlara benziyoruz. (Onlarla bu tarz hukukumuz memelilerden de fazla.) Öyle değil mi? Cinler de bizim gibi imtihan oluyorlar. (Hatta peygamberimiz onların da peygamberi.) Melekler de bizim gibi kullukta bulunuyorlar. Peki şimdiye kadar hangimiz bu tür bir benzerlikten dolayı 'aramızda evrim ilişkisi olmalı' diye düşündük

Düşünür müyüz? 

Elbette hayır. Çünkü imanımız (dikkat ettiyseniz müslümanlarla konuşuyorum) bize öğretmiştir ki: Cinler ateşten, melekler nurdan vs. yaratılmışlardır. Yani üstte ne kadar birbirimize benzer olursak olalım, zeminde, daha yapıtaşı pozisyonunda, hiçbir benzerliğimiz olmadığını bize Kur'an-sünnet öğretmiştir. Bu şu okuduğumuzun altında birşey daha öğretir bize: Zâhirî benzerlikler bâtının aynı olduğuna delalet etmez. Şap da beyazdır, sulfato da. Fakat tadlarının şiddet-i muhalefetiyle bile aynı şey olmadıkları anlaşılabilir. Cismaniyetiyse insaniyetin ancak kabuğudur. Biyolojimiz şapla sulfatonun beyazlığı gibi bir benzerliktir. Karilerim, dikkat edin, evrimcilerde indirgemeciliğe maruz kalırsınız. Onlar insanı kabuğundan ibaret sayarlar. Kabuklaştırırlar. Yumurtada kalandan uçan tavus kuşunu tavsif ederler. İşte indirgemecilik budur.

Bir de muhterem karilerim, bu arkadaşlar, benzerliğin "Kesin ondan gelmiştir!" tarzı bir zaruret gerektirdiğini dayatıyorlar. Peki bu sahiden bir zaruret midir? Herşeyi yaratan tek bir Allah'a iman edenler için benzerlikler ustanın sanatında bıraktığı imzalardır. Kaşelerdir. Nişanlardır. Hâtemlerdir. Mühürlerdir. Sikkelerdir. Tuğralardır. Şiddetleri başka başkadır. Etkileri boyut boyuttur. Aşkın simetri farklı şekilleriyle kainatı kuşatmıştır. O Sultan nasıl dilerse öyle eyler. Evet. Bilmem kaç milyon ışıkyılı uzaklıkta dünyaya tıpatıp benzeyen bir gezegen bulunsa, biz bu benzerlik üzerinden, "Kesin dünyadan kopmuştur!" diye çıkarımda bulunmayız. Böyle bir mecburiyet hissetmeyiz. "Bir olan Sultanımız onu buna benzetmiştir!" deriz. İkisini yaratan bir olduğuna göre, benzerlikleri nasıl iktiza buyurduysa, öyle koyması şanındandır.

Bir de utanmadan "Evrim tevhide daha uyumlu!" falan diyorlar. Vay arkadaş. Evrim tevhide uyumlu değil. Daha çok Allah'ın kudretine bir sınırlama iması. Nasıl? Açmaya çalışayım: Ben bir mutfağa girsem, tat olarak, renk olarak, koku olarak benzer yemeklere rastlasam, bunları 'birbirinden gelme ilişkisi'yle açıklamaya mecbur değilim. Çünkü aşçıyı inkâr etmiyorum. Pekala diyebilirim ki: Bir aşçı hepsini ayrı ayrı yapmıştır. (Aşçıyı inkâr edense benim gibi diyemez. O açıklamayı yemekler arası ilişkilerde bulmak zorundadır.) Peki ya benzerlikler? Aşçının aşçılık şanı nasıl dilerse onları birbirine o şekilde benzetmiştir. Piyazın kurufasulyeden gelmesi gerekmez. Pilav milyonlarca yıl güneşte kalmış sütlaç değildir. Herşeyin hazineleri Onun yanındadır. Hepsini, değil mutlak hiçlikten, ilminden varlığa yeniden çıkarır. "Ol!" emrinin sahibine bu pek kolaydır. Evet. Evrimcilerse tıpkı filozofların 'Birden yalnız bir sudur eder' demesi gibi yataydaki benzerliklerin 'köken bağı' ile açıklanmasını zaruri görüyorlar. Herşeye gücü yeten Allah'a inanan mü'min için böyle bir zorunluluk sözkonusu olamaz ki. Apayrı fizik imkanlarına iman ediyoruz desek yeridir. 

Yaşadığımız İşaratü'l-İ'caz'da anlatılana da benziyor biraz sanki: "Hüseyin-i Cisrî'nin dediği gibi, âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, tesir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır."

"Sürüngenlere neden daha az benziyoruz?" diye bir sorumuz da olamaz bizim. Benzemek-benzememek varoluşumuz için bir problemi ifade etmez. Meleklere de herşeyimiz benzemiyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle insanoğlu hem nebatî hem hayvanî hem melekî yanları olan bir canlı. Hatta kainatın misal-i musağğarı. Küçük bir özeti. Herbirşeye dair benzerlikleri bulunur. Her benzerlik için birinden gelmesine gerek yok. Böyle bir zaruret durumu yok. (Zaten hepsinden birden gelmesi de mümkün değil.) Benzerlik herşeye gücü yeten Allah'ı böyle birşeye mecbur bırakamaz. Evrimcilere anlatamadığımız en çok bu gibi görünüyor. Müslümanlar olarak, dikeyde bir çözümümüz varken, yatayı hırpalamaya mecbur değiliz. Biz mutlak kudret sahibi bir ilaha inanıyoruz. Onun için tek bir nefsin ihyasının bütün varlığın  yaratılmasından ayrı güçlüğü yok. (Aslında hiçbir güçlüğü yok. Allah böyle olur. Böyle olmayana da Allah denmez.) Hepsi ilminde mevcuttur. Dilediği herşeyi hiçlikten çıkarabilecek mutlak bir kudret sahibidir. 

Bir de şunu düşünelim lütfen: Iphone 12 Iphone 13'e benziyor diye illa ondan gelmesine gerek yok. Hayır. Bir üretici, yapıtaşlarını yeni bir oranla biraraya getirerek, Iphone 13'ü üretiyor. Iphone 12'lere birşey ekleyip-eksiltip 13 yapılmıyor. Beşeriyet bile, mucbir bir sebep yoksa, üretim sistemini böyle kuruyor. Burada lazım olan ilim. Ve üretebilecek imkan. O ilim ve kudret ise Allah'ta zaten var. Eğer ilim-kudret Allah'ta olmasaydı, yalnız eşyada kalsaydı, elbette eşyaya kat çıkmak gerekecekti. Mesela: Iphone 13 yapmayı bilmiyorsunuz, ama anteni nasıl uzayacak biliyorsunuz. İşte, o zaman Iphone 12'yi alır, antenini uzatırsınız falan filan. Çünkü tamamını yapamıyorsunuz. Bu sizi eldeki malzemeyi kullanmaya icbar ediyor. Allah bu noktada acze-cehalete düşürülemez ki "Benzerlik varsa kesin onu alıp üzerine kat çıkmıştır!" tarzı bir sonuca varılsın. Allah'ın durumu, la teşbih ve la temsil, birinciye benzer. Baştan yeniden yepyeni birşey yaratmaya muktedirdir. Öncekine kat çıkmaya muhtaç değildir. Bizi nasıl yaratmak istiyorsa öyle yaratır. 

Her neyse. Yazıyı yine çok uzattım. Meseleyi zaten anladınız. Benzerlikleri 'birbirinden gelmenin delili' olarak değil 'Vahdet sahibi Allah'ın tevhid izleri' olarak düşünmeye yatkınlaşalım istiyorum. Böylece evrimin bizi hayvanlardan bir hayvana indirgemesine de mani olabiliriz. İçimizde meleklerle yarışacak zenginlik var. Onlara inanmazsak kanatlarını açamayız. Tavuk olduğuna inandırılan kartal uçamaz. Evrim bizi 'terliksi hayvandan hallice' bir halete davet ediyor. Kur'ansa başımızı yüce bir miraca kaldırıyor. Hangisini seçeceğiz?  'Hayvanlardan bir hayvan' dersek İblis'e de söyleyecek sözümüz kalmaz. Öyle ya. Koskoca İblis. Meleklere hoca. Hayvana neden secde etsin ki? Şempanzelere secde edilir mi? Pandalara secde edilir mi? Zaten onu da secde etmekten alıkoyan bizi sırf maddemiz üzerinden tartmasıydı. Aynı hataya düşmeyelim. Hak Teala, İblis'ten kabul etmediği indirgemeciliği evrimcilerden kabul edecek değildir, vesselam. 

24 Ekim 2020 Cumartesi

Evrim için Kur'an bükülür mü?

Bu sıralar sık rastladığımız şeylerden birisi: Evrimciler 'kolu bükülmez' sandıkları 'teorileri' için artık Kur'an ayetlerinin bükülmesini istiyorlar. Yani, "Daha önce anlaşıldıkları gibi anlaşılmasınlar, evrimi onaylar şekilde anlaşılsınlar..." arzu ediyorlar. Bu arzularını temellendirirken kullandıkları üç argüman var: 1) Evrimin artık bilimden olduğu. Kanunlaştığı. Kat'iliği. Değişmezliği. 2) Bilimsel tefsirlerin Kur'an ayetlerini zaten bilime göre anlamanın yolunu açtığı. Meşrulaştırdığı. Sıradanlaştırdığı. 3) Kur'an'ı anlama usûlünde aklın nakli bükebilir olduğunun zaten âlimlerimizce dile getirildiği. 

Belki başka argümanları da vardır. Kuşatamamış olabilirim. Ben bu üçünü seçebildim. Cevabımı da onlara karşılık vermeye çalışacağım. O zaman bismillah:

1) Evrim hakikaten artık bir kanun mudur? 

Arkadaşlar, Şemseddin Günaltay'ın 'materyalizm reddiyeleri'nde dikkat çektiği birşey vardır, özeti şudur: İdeolojiler argümanlarını 'bilim' diye yutturmaya/dayatmaya pek meyyaldirler. Bunu yapmaktaki amaçları arkalarına bilimselliğin manevî gücünü almaktır. Ancak söylemleri deşildiğinde, azıcık 'acaba' dendiğinde, işin pek de söyledikleri tarzda olmadığı ortaya çıkar. Evrimde de durum böyledir. O hâlâ teorilikten çıkamamıştır. Ancak "evrim dininin mü'minleri" argümanlarını muhataplarına kabul ettirmek için akidelerini kat'iyetten göstermeye sa'y ederler. Boyun eğmediniz mi bir de üstten üstten küstahlanırlar. Birçok misalini yaşamışımdır.

Halbuki birşeyin bilimsel olarak kat'iyete kavuşması için en azından 'tekrarlanabilir' olması gerekir. Bizim, 'mış gibi' milyonlarca yıl önce olmuş şeylere değil, şu an da görülebilir şeylere davet edilmemiz icap eder. Yerçekimi kanundur. Evet. Tecrübe edilebilir. Kaynama bir kanundur. Evet. Denenebilir. Suyun kaldırma kuvveti kanundur. Çünkü sınanabilir. Ancak evrim varlığının asıl kastı olan 'türden türe geçişte' bize hiçbir 'tekrarlanabilirlik' sunmaz. Türden türe geçiş bilinen zaman içinde hiç tekrarlamamıştır. Nümuneleri görülememektedir. Şartları oluşturulup deneylenememektedir. Dolayısıyla evrim dininin mü'minleri 'dogmatik' bir şekilde 'mış gibi'lerine inanırlar. Onlara göre "Oooordaaaa bir köööy var uuzaaaaktaaaa!" şarkısında olduğu gibi uzaklarda bir evrim vardır. Gidilmese de, görülmese de, o evrim onların evrimidir. 

2) Bilimsel tefsir sahiden Kur'an ayetlerini bilime göre anlamanın yolunu mu açıyor? 

Arkadaşlar, buna cevabımız, hem 'evet' hem 'hayır.' Neden evet? Çünkü hakikaten bilimsel tefsirlerde Kur'an ayetlerinin yakın zamanda ortaya çıkan teknolojilere veya keşiflere dair işaretlerine dikkat ediliyor. Ayetlere bu tarz açıklamalar getiriliyor. Fakat, buraya teveccüh buyurunuz, bu tarz açıklamaların hiçbiri ayetin 'mana-i sarihi incitilerek' yapılmıyor. Hele 'rağmına' hiç yapılmıyor. Bütün bu manalandırmalar ayetin i'cazına bir hoşluk, bir letafet, bir ahirzaman güzelliği daha katmak için 'işarî anlam çıkarma düzeyinde' yapılıyor. Kur'an'ın hitabından bütün zamanların kendilerine göre 'ayrıca' hisseleri de olduğuna dikkat çekmek için yapılıyor. Yoksa mezkûr ayetlerin önceki zamanlarda yanlış anlaşıldığı imâsıyla bilimsel tefsir yapan yoktur. Varsa da rastlamadım. Gördüğüm bütün misalleri 'işarî mana tabakasında' kalmıştı.

İşte burada 'hayır' dediğimiz yere geliyoruz. Neden? Çünkü evrimciler bize diyorlar ki: "Şimdiye kadar Kur'an'ın şu, şu... ayetlerinin mana-i sarihîni şöyle anlıyordunuz. Artık böyle anlamayı bırakın. Evrim teorisine göre bunları şöyle, şöyle... anlamaya başlayın!" Bu şekilde Ehl-i Sünnetin tefsir-kelam usûlüne karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyen, hiçbir yere konulamayacak, vahye bakımışımızda yeri olmayan küstahlıklarıyla konuşuyorlar. Elbette bu bilimsel tefsirin yaptığı değildir. Bilimsel tefsirde yapılmaya çalışılanla şunu bir tutmak 'ahirzaman demagogları'nın oyunudur ancak.

3) Kur'an'ı anlama usûlümüzde akıl her zaman nakli büker mi?

Arkadaşlar, te'vile sebep olabilir, ancak şu var: Aklın delaletinin kat'iliğe çıkmış olması gerekir. Üstelik bu aklın da Bediüzzaman'ın tabiriyle İslamca akıl olması gerekir. Herhangi bir ideolojiyle yaralanmamış, daha doğrusu 'sınırlanmamış' olması gerekir. Sözgelimi: Müşrik aklına göre kainatı idare etmeye bir tane Allah yetmez. Bir tane Allah bu kadar işe nasıl yetişir? Eh, peki, şimdi müşrik aklı bunu namümkün görüyor diye İslam'ın en temel umdelerinden birisinden vazgeçmemiz mi gibi icap eder? Elbette hayır. İslam hiçbir konuda böyle bir zaruret hissetmez. Boyun bükmez. Dinin varlık amaçlarından birisi de budur zaten. Vahiy ve sünnet aklımızı şirk kokulu kalıplardan kurtarır. Asıl hürriyetine kavuşturur. Biz onun kazandırdığı 'iman açısı' sayesinde münkirlerden büyük düşünürüz. Herşeye gücü yeten bir ilahın varlığının zaruretini, zaten böyle olmazsa 'ilah' olamayacağını, ikincisi olanın ilaha yakışır biricikliğini yitirmiş sayılacağını savunuruz. Bu bizim nakısemiz değil yüksekliğimizdir.

Yani, öyle önümüze gelen her akıl, "Gel peşime takıl!" çekemez bize. Hele Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olarak bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olması gayet makulken-mümkünken, evrim teolojik anlamda, ilah tasavvurumuz anlamında, marifetullah anlamında bize zaruriyat çizemez. Koordinat biçemez. "Allah bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olamaz!" diyemez. Bizim için bu iddia müşriklerin mezkûr iddiası gibidir. Zorunluluk algısı bizi ırgalamaz. 

Übey b. Halef'in kafası basmayıp "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye sormasıyla İslam geri adım atmaz. "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir..." mealinde cevap verir. Elhamdülillah. Demek bize dayattığı mecburiyetin yüreğimizde/imanımızda bir anlamı yoktur. Bizim Allahımız öyle bir Allah değildir. Zeus değildir. Ra değildir. Hübel değildir. Süpermen değildir. Ya? Herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, herşeyi benzersiz yaratabilen, yaratmanın her türlüsünü bilen vs. kemalde bir Allah'tır. Böyle bir Allah tasavvuruna göre de evrimin aklı 'bükebilir' bir akıl değildir. Buna da özetle bu şekilde cevap verebiliriz.

Bitirirken son birşeye değinmek istiyorum: Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat'ın Unsuru'l-Hakikat kısmında bir endişeyi çok dillendirir. Nedir? Kat'i sanrılanan, belki bugünkü gibi dayatılan, dönemsel bilgilerin/bilimlerin Kur'an'ın tefsirine sirayet etmemesi gerektiği. Açıp bakın o bölüme. Tekrar be tekrar mürşidimin aynı konu etrafında döndüğünü görürsünüz: Aman felsefe-i Yunaniye'nin gübürleri Kur'an manalarının üzerini örtmesin! Tek onlar mıdır endişe edilen? Hayır. İsrailiyyatın ayrımında da aynı hassasiyeti gösterir mürşidim. Tabir-i caizse, bütün bölüm boyunca, Kur'an'la veya hâdislerle muhatap olunurken Ehl-i Sünnet usûlündeki mizanların korunmasını arzu eder. Çünkü bu noktada yaşanan kirlenmeler vahyi-sünneti anlamada da zihinleri toz-toprak içinde bırakacaktır. Haklı istifade yapılamayacaktır. Mevzuyu şu özlü cümleyle de bağlar: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."

 İşte bugün biz de eğer evrim gibi 'bilim görünümlü ideolojileri' Kur'an'ın tefsirine sokarsak aynı kirlenmeyi yaşamış oluruz. Ayetleri 'Evrimciler öyle istiyor' diye incitirsek önce biz inciniriz. Bizim Kur'an'a muhatabiyetimiz incinir. Kuşandığımız miras incinir. Evimizdeki herhangi bir eşyanın üzerine gelen kirden-pisten nasıl sakınıyorsak Kur'an'ı anlamamıza perde olabilecek kalıpların varlığından da bin derece şiddetli sakınmalıyız. İlla ki o kalıp Ehl-i Sünnet mizanının bir gereği ola. O zaman o mizan zaten fehmimizin lazımıdır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. 

25 Ekim 2014 Cumartesi

Bediüzzaman neden evrimi eleştirmiyor?


Önce bozulan 'hayat' mıdır, yoksa 'itikat' mıdır? Evet, sizi yeni bir "Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?" sorgulamasına davet ediyorum. Zira bu ikisinin arasında da, tıpkı tavuk ve yumurta örneğinde olduğu gibi, girift bir ilişki var. İlişkinin giriftliği değinilen iki nesnenin de birbirini gerektirebilir oluşundan kaynaklanıyor. Daha doğrusu: Aralarında 'mukarenet' var. Yani tavuk, yumurtanın sebebi olabileceği gibi, yumurta da tavuğun sebebi olabilir. Yumurta tavuğun neticesi olabileceği gibi, tavuk da yumurtanın neticesi olabilir. Sonucun hem neden hem sonuç, nedenin de hem sonuç hem de neden olduğu bir düzlem.

Mü'min böylesi tekerlemeli demagojilerele karşılaştığında boğulmamalı. Bir adım geriye çekilip daha geniş çerçeveden bakabilmeli olaylara. Parçalarda boğulmamanın sırrı bu: İster tavuk yumurtadan çıksın, ister yumurta tavuktan. Neticede ikisi de yaratan Allah. Biz, temelde şirke karşı savaşıyoruz, sebeplerin sıralaması üzerine değil. Allah, ister birisini diğerine neden kılar, ister diğerini ötekine sonuç. Alt tarafta sürdürülecek tartışmaların itikadî anlamda 'olmazsa olmaz' bir yanı yoktur. Amma ki Kur'an ve sünnetle bize ulaşan bilgiyle çelişmeye. Ve kendisini, kendisi için nasların bükülmesini isteyecek kadar, mutlak bir doğru olarak dayatmaya. Zoolojiye dair kısmı ise: Bugün böyle bulunur, yarın başka bir delil ortaya çıkar, öteki gün başkası isbat edilir. Bir gün Newtoncu fizik sarsılmaz görünür, öteki gün Kuantum fiziği ortaya çıkar, yarın bir başkası onların yerini alır, vs. Bilim tedricen ve zamanla gelişir. Fakat ikincil niyetli teolojik saptırmalar çıkarılmadığı sürece bilim imansızlık üretmez. Bize yatayta Allah'ın azametini anlamanın imkanlarını sunar. Dikeyde ise herşeyin yaratanı, devam ettireni, sebep-sonuç ilişkisinden aşkın bir şekilde, Allah'tır.

Evrim teorisi bile (isbat edilemezliği bir yana) teori düzleminde türden türe atlamaları tesadüfle açıklamıyorsa, yani o türden türe atlamaları bir Yaratıcıya bağlıyorsa, "Canlılar böyle oluştu fakat o türden türe atlamaları da yaratan Allah'tır!" diyorsa işine bakabilir. Çalışmaya devam edebilir. Ama dikkatinizi çekerim: Yalnızca işine bakabilir. Kendisini bize dayatamaz. "Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında bâtılın vücuduna bir nev'i müsamaha var..." sırrınca bir tasavvurî ihtimal olarak ufukta asılı kalabilir.

Bugün, evrim teorisini sorun haline getiren 'biyolojik bir sanrı' olarak ortalıkta dolaşmasından ziyade, sanki kat'i bir hakikatmiş gibi içinden yapılan teolojik çıkarımlardır. Dinin de ona göre bükülmeye zorlanmasıdır. Bizim temelde mücadelesini verdiğimiz şey: Kainatın 'çoklu ilah' düzleminde veya 'ilahsız' açıklanamayacağıdır. Yaratılışın keyfiyeti Allah nasıl dilerse öyledir. Fakat, burada yine altını çizmek mecburiyetindeyiz, evrim veya herhangi başka bir teorinin bize kendisini 'bilimsel bir dogma' olarak dayatmaya hakkı yoktur. Origin Unknown filminde de hatırlatıldığı üzere: "Bilim tekrarlanabilirlik üzerine kuruludur." Evriminse bugünde tekrarlanabilirliği yoktur.

Yüzümüzü mürşidime dönelim. Evrim teorisini Darwin'in ortaya atış tarihi 1859. Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'ni telif ediş tarihi ise 1920 civarı. Peki, Bediüzzaman, neden evrim teorisini birebir hedef tahtasına koyup eleştirmemiştir? Ben bunu iki sebebe bağlıyorum. Birincisi: Bediüzzaman'ın Kur'anî yoludur ki, Kur'an, fizik/biyoloji kanunlarını değil, kainatta sürekli tekrar eden olayları (ki bu tekrarlar da aslında ismi konulmamış bir/birçok kanunun habercisidir) misal olarak verir. Kur'an tüm değişmezliği, açıklığı ve yalınlığı içinde kainatı delil olarak kullanır. Umuma hitap eder. Gün gelir insanî bilim diye isimlendirdiğim tesbit edilen fiziğin, kimyanın, biyolojinin kanunları, yenilerinin veya daha doğrularının keşfiyle değişebilir. Ancak Kur'an, tekrar eden nesnelere ve olaylara dikkatlerimizi çektiği için, eskimez. Hatta zaman eskidikçe Kur'an gençleşir.

Bence Bediüzzaman da Yeni Said döneminde bu yolu kullanıyor. Teoriler veya kanunlar düzleminde, felsefenin zemininde, meseleleri tartışmak yerine, kainat düzleminde tüm zamanların anlayacağı bir şekilde varlığı tartışıyor.

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim..." derken de kastettiği belki bu.

Yani, evrimi 'içinde kalarak' değil, daha ötesinde 'tesadüflerin yaratıcılığının mümkün olmadığının altını çizerek' konuşuyor. İkincisi de bu bence: Felsefe-i beşeriyeyi layetezelzel kılmamak, ona yaslanmamak, onun dogmalarına da hakikat muamelesi yapmamak. Daha öz bir ifadeyle: Bilimselliğin cazibesine kapılıp vahiyden olmamak. Parçalarda boğulmanın bir açıdan da buna baktığı kanaatindeyim. Hem şu da var: Bilim modern dünyanın varlığı açıklamaya çalıştığı 'uzmanlaşma adacıklarından' oluşmuştur. Biz ise adacıkları değil bütünlüğü dava ediyoruz. Vahyin ve sünnetin bu bütünlükten haber verdiğini iddia ediyoruz. Elbette, her meseleyi yine adacıklar üzerinden değil, biraz geriye çekilip bütün üzerinden konuşmak hikmetli olacaktır.

"Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir."

Hz. İbrahim aleyhisselam ile Nemrud arasında geçen o diyaloğu hatırlayalım: Yaratmak ve öldürmek noktasında Nemrud'un takıldığını, aşamayacağını, çıkamayacağını anlayan İbrahim aleyhisselam, onunla getirdiği iki esirden birisini öldürüp diğerini sağ bırakmasını tartışmayı seçmedi. Yani; "Senin bu yaptığın benim kastettiğim değil!" demedi. Nemrud'u biraz daha geriye çekerek hayat ve ölüm hakikatlerine daha geniş bir çerçeveden bakmasını salık verdi. Bakara sûresinin 258. ayeti bunu bize şöyle haber veriyor:

"Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Rabbim, dirilten ve öldürendir' demişti. 'Ben de diriltir ve öldürürüm' dedi; İbrahim, 'Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene' dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez."
Evet, hayat ve ölüm, kainatta sürekli tekrar eden örnekleriyle bir büyük kanunun parçasıdır. Büyük bir sistemin parçasıdır. Bir köşesini güya kendi namına zaptetmekle kimse bir kanunun sahibi olamaz. İnsanın zahiren elinden çıkan fiiler de bu nedenle kendisinin olamaz. Çünkü o hangi fiili eylese bir kanunla bağı vardır. Parçasıdır. Bütünün sahibi olamayan parçasının sahibi olamaz. Bu yüzden 'tevhid' varlığın en sarsılmaz hakikatidir. Vahiy de, o bütünü gören makamdan geldiği için, en sağlam bilgi kaynağıdır. Bilimin elemanı gibi çalıştırılamaz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...