Sinek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Neden 'fasıklar' sapar?

Allahu'l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah'ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü'minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: "Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez..." buyruğunun bir yanı "Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!" manasını fehmimize taşırken, diğer yanı "Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!" manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' tenzih ediyor, hem de eserlerini 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü'minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah'ın zatına ve 'kâfirin bozuk değerler yapısına' bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah'ın yaratışına ve 'sanatındaki üstünlüğe' nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, 'kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir' veya 'onlara kıymet verir' olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse 'eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.'

Yani, birisinde Kur'an'ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur'an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

"İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler..." buyrulurkense mü'minin sahip olması gereken 'teslimî uyanıklığa' bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah'a iman etmiş olmakla mü'min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü'minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe'nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur'anî ifadesiyle) "Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!" diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah'a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah'ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü'min denir. Mü'min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü'min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü'min der ki: "Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz." Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan "Allah böyle misal vermekle ne murat eder?" cümlesi, bir arayışı değil, "Bu şey değersizdir!" önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi "Bu da nereden çıktı şimdi?" gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab'a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman'la Ebubekir Sifil Hoca'nın münazarasında 'sinek kanadı hadisini' bir türlü kabullenemeyen Taslaman'ın "Sinek pistir!" cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah'ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin 'varlığına' dair değil ama 'içeriğine' dair böylesi bir sorgulamayı mü'min de yaşar. Fakat mü'minin zemini farklıdır. Mü'min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. "Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?" der gibidir bu soruş. Mü'min ise "Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?" diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin 'varlığından' emin ancak 'keyfiyetine' meraklıdır.

"Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır..." buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman'ın 2. Lem'asına ve orada geçen "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman'ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da 'günahlara müptelalık'tır. Fasığın imanı varsa da Allah'ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe "Keşke bu iş günah olmasa!" demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da 'sapmak' için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat'a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

31 Ekim 2013 Perşembe

Sinek, Sinema ve Zaman...

“Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. (...) Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir.” Bediüzzaman Said Nursî, 3. Lem’a’dan...

Sinek gözü, insan gözüne göre çok daha hassastır. İnsan gözünün saniyede çektiği resim sayısı, sinek gözüne kıyasla çok daha düşüktür. Bizim gözümüz, saniyede ancak 45-53 arası titreşimi hissedebilirken, sinek gözü 265 titreşimi hissedebilir. Bu nedenle onları yakalama çabalarımız çoğunlukla boşa çıkar. (İnsan, daha hamlesini yapmadan, sinek kaçar.)

Bu durum, sırf daha hızlı hareket etmelerinden kaynaklanmaz. Gözleri, bizim gözlerimizin yakaladığı an’lardan daha küçük an’ları, fiileri, değişimleri yakalayabildiği için çabuk farkında olurlar. Yani ‘farkındalıkları’ bizden çok daha açıktır.

Veya şöyle tarif edelim: Dünya, sinek gözüne göre, insan gözüne kıyasla, çok daha yavaş hareket eder. Eğer kendimizi bir sineğin gözünden seyredebilseydik, yavaş çekimde hareket eden bir filmi izlediğimiz izlenimine kapılabilirdik.

Ki, bir 2013 yapımı olan (Epic) Doğal Kahramanlar’da da esprili bir şekilde bu noktaya dikkat çekilmiş, insan hareketlerinin onların gözlerinden nasıl göründüğü şu cümleyle tarif edilmişti: “O kadar yavaş hareket ediyorlar ki, bizi yakalamaları imkansız.” Fakat o filmde—benim asıl önemsediğim— bu durum daha enteresan bir cümleyle de anlatılıyordu profesör karakteri üzerinden: “Onlar bizimkinden çok daha hızlı bir zaman diliminde yaşıyorlar.”

Zamanın izafiliği modern fizikte ilk kez Einstein tarafından ortaya atılan bir teori. Buna göre Einstein, aynı mekanda yaşayan insanların zamanı farklı şekillerde idrak edebileceğini söylüyor. Annalen der Physik dergisindeki makalesinde şöyle izah ediyor bunu: “Cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi, üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.”

Hareket, cisim ve zaman arasındaki bu bağlılık sanıyorum Zerre Risalesi’nin de en temel örgülerinden birisi. Özellikle ilk karşılaştığınız haşiye—biraz daha üst boyutta—hareket, yaratılış ve zaman arasındaki örgüyü ifade ediyor. Bediüzzaman’ın orada en çok hoşuma giden cümlelerinden birisi şu: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Ve bir diğeri de şu: “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”

Yani madde dediğimiz şeyin özünü; âlem-i gaybdan âlem-i şahadete, ilimden kudrete geçmekteki bir yaratılışın ihtizazatı/harekatı sağlarken; zaman dediğimiz şeyin özünü de bu ihtizazatın/harekatın toplamının oluşturduğu büyük nehir meydana getiriyor. Yani aslında hareket, mekan ve zaman diye üç ayrı şey yok.

Biz, mekan mekan algıladığımız dünyanın, bütününü kuşatamadığımız için, o mekanlar arasına bir öncelik ve sonralık koyuyor ve buna zaman adını veriyoruz. Zamanın en küçük parçası adını verdiğimiz an’lar bile aslında bizim şahit olduğumuz mekanlardan, mekanların da özünde hareketlerden ibaret. “Unutamadığım bir an...” diye tarif ettiğimiz herşey, aslında “Unutamadığım bir mekan/hareket algılaması...” cümlesinin farklı şekilde ifadesi. Varlığımız, mekanların bir sinema filmi kareleri gibi akıp gitmesinden oluşuyor. Ama biz bu sinema şeridine ‘zaman’ demeyi tercih ediyoruz.

Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Zerre Risalesi okumaları sırasında en çok altını çizdiğimiz örneklemelerden birisi bu; sinema şeridi/zaman; film kareleri/mekan veya an. Yalnız sanmayın bu örnekleme öylesine. Hayır, aslında Bediüzzaman’ın sinema, varlık ve zaman arasında kurduğu bağıntı, külliyatın her yerine sinmiş bir örgü gibi. Sırf ‘sinema’ kelimesiyle külliyat içinde bir arama yaptığınızda o kadar çok yerle karşılaşıyorsunuz ki! Şaşırmamak elde değil. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde gittiği sinemanın (talebelerinin hatıralarından öğreniyoruz bunu) onun varlık ve zaman tefekküründe ne denli önemli bir yer tuttuğunu buradan da kavrayabiliyorsunuz.

Yine külliyat içinde Einstein’ın izafiyet teorisine en yakın (değil aynı, sadece yakın) beyanların bulunduğunu düşündüğüm 3. Lem’a’daki ‘bast-ı zaman’ meselesi bile, aslında ‘farkındalığın’ zamanı ne denli etkileyebilir/yavaşlatabilir olduğunun bir göstergesi. Eğer nazarınız, kâinatın ince sanatını ve tesbihatını görür; kulağınız işitir bir kıvama gelirse, elbette bu ‘daha üst farkındalık’ çevrenizdeki eşyadan daha hızlı bir başka zaman dilimine geçmenize neden olabilir. (Gaflet, yine zıttı şekilde etkileyebilir. Hatta ayetteki ifadesiyle: “Aralarında birbirlerine ‘(Dünya’da) sadece on (gün) kaldınız’ diye gizli gizli konuşacaklar. Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz. O vakit içlerinden en aklı başında olanları, ‘Siz sadece bir gün kaldınız’ diyecektir.”)

Farkındalık, hareket, madde, varlık, zaman arasındaki bu ilişki; üzerinde çok şeyler yazmaya ve konuşmaya değer. Bediüzzaman’ın fiziğe bakışının en zengin ifadelerine rastladığımız Zerre Risalesi de bu gözle incelenmeyi bekliyor hâlâ. Fakat biz bu şerh ihtiyacının neresindeyiz?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...