Linç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Linç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (3)

"Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır."

15. Söz'ün Zeyli'nden.


Mustafa Öztürk'i kimileri bir 'ilim adamı' sayabilir. Ancak bence 'tarihselcilik' üzerinden harcadığı mesai 'ilim' değildir. Ya? Tastamam 'cerbeze'dir. Çünkü şu çok temel ayrımı kasten-inatla ıskalamaktadır: Öznenin nesneyi muhatap alması 'öznenin nesne türünden olmasını' zaruri kılmaz. Peki neyi zaruri kılar? Öznenin nesneyi kuşatabilmesini zaruri kılar. Hep verdiğim misaldir: Ben bir yaşındaki yeğenimle kimi bebekçe ifadeler üzerinden iletişim kurarım. Pek güzel anlaşırım da. Fakat bir insan o sözlerimi önüne alıp beni tartmaya mizan olarak kullansa çok kolay akıl sağlığımın yokluğuna hükmeder. Zira o sözlerde benim büyüklüğümü kuşatmak yoktur. Ne vardır peki? Benim 'bebeklerle iletişim yeteneğimi ortaya çıkaracak' yönler vardır. Bunu görmek için de sadece 'söz'e bakmak yetmez. 'Muhatab'a da nazar etmek gerekir. Gerektiği yerde muhataba bakmayan hem 'hakkımdaki' hem de 'sözün hakikati hakkındaki' hükümlerinde hata eder.

Bu nedenle Bediüzzaman Öztürkgilleri isabetle teşhis ettiği o muhteşem paragrafın âhiri şöyle getirir: "(...) muhatabın hissine-fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalâlete düşer." Bir İngilizle konuşmak için İngiliz ırkından olmak zorunlu olmadığı gibi Cenab-ı Hakkın bizimle konuşması da Kur'an'ı da beşer kelamı saymaya mecbur etmez. İşte, arkadaşlar, biraz da noktadan hareketle derim ki: Öztürk'ün yıllardır savunageldiği argümanlar 'mantığa' değil 'cerbezeye' dayanmaktadır. Yaptığı da 'ilim' değildir. Ağdalı üslûbu seçmesinin nedeni de budur. Delille yapamadığını üslûpla başarmaya çalışmaktadır.

Üstelik yeni birşey de değildir. Furkan'ı hatırlayalım: Orada müşrikler de Aleyhissalatuvesselamın 'insanîliği' veya Kur'an'ın nüzûlünün 'zamana yayılmış olması' gibi hususlar üzerinden benzeri 'beşerîlik' iddialarında bulunurlar. Evet. "Ona gökten bir kitap indirilmeli değil miydi?" veya "Peygamber olarak bir melek gelmeli değil miydi?" manasındaki itirazları hep aynı 'şüphe uyandırma arzusuna' dönüktür. Bir farkla: Onlar Mustafa Öztürk gibi 'belagat zevkinden yoksun' olmadıkları için Kur'an'ın bu yönüyle 'beşerîliği' iddiasında bulunamazlar. Hatta harikalığını 'sihir' gibi ifadelerle açıklamaya çalışırlar. Fakat nüzûl sürecinin, tabir-i caizse, kitap telifi sürecine benzerliği üzerinden, yani vahyin peyderpey gelişi üzerinden, yine bir cerbeze kapısı kollarlar. Tek seferde, belki de meleklerin kanatları üzerinde, insanüstü bir şekilde gelmesi gerektiğini ifade ederler. (Onlara göre Allah ancak böyle konuşur.) Yahut da, diğer bir kısım ayetlerde olduğu gibi, elçinin neden meleklerden değil de insandan olduğunu masaya yatırırlar. Sözde masaya yatırırlar. Özde yaptıkları cerbezedir. Cevap arıyor değillerdir.


Zaman değişir, ifadeler değişir, ama hakikatler değişmez. Evet. Biz aslında Asr-ı Saadet'in farklı sûretlerde tekrarını yaşamaktan öteye gidemiyoruz. Belki kendi çağımıza göre sanjanı değişiyor mevzuun. ('Vahyin mahiyeti' falan gibi başlıklar altında üstüne azıcık fıstık serpiliyor.) Yoksa özü hep aynı kalıyor. Başkalaşmıyor. Bizde olmayansa şu: Bediüzzaman misal ehl-i sünnet uleması gibi 'bizimle konuşanın şeytan olduğunu' tayin edemiyoruz. Açık yüreklilikle mevzuun adını koyamıyoruz. (Liberal gönlümüz elvermiyor.) Veya, Allah hepsinden razı olsun, sahabe kadar salabetli duramıyoruz. Öyle ya: Onlar asla Ebu Cehil'in, Ebu Leheb'in veya bir başkasının argümantasyonu üzerinden Kur'an'ı tartmaya kalkmazlardı. Bir ilahiyat fakültesinde tefsir kürsüsünü onlara vermezlerdi. Hoca yetiştirme işini böylelere bırakmazlardı. Biz şaşkınız. Bırakıyoruz. Hatta, bırakınız bırakmayı, hasbelkader "Yahu nereye gidiyoruz?" diye soranların ensesine de çöküyoruz. Ellerimizle Mushaf-ı Mübareği yırtacak İbrahim Atabey'ler yetiştiriyoruz.

Değil mi ama: İnsan Kur'an'ı 'Allah sözü' olarak bilirse yırtmaya cüret edebilir mi? Saygısızlık edebilir mi? Hükümlerini inkâra kalkışabilir mi? Bağlayıcılığını sorgulayabilir mi? Ama onu bir parça beşerîleştirdiniz mi, yani öğrencilerinizin kalbinde/kafasında 'manen yırtılmasını' sağladınız mı, artık demeyin keyfinize! Artık lafzullahın başına herşey gelebilir. Ne de olsa insanîdir. İnsandan bilinmiştir. İnsan da insanın kurdudur. Başına getirmedik bırakmazlar. Cenab-ı Hak bu fitne-i ahirzamanın karanlığından cümle mü'min gözlerini muhafaza eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

3 Aralık 2020 Perşembe

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (1)

Bediüzzaman Hazretlerinin 'mutezile' ile 'ehl-i sünnet' arasındaki bir farklılığa işaret ettiği şurası bana çok yol açıcı görünür: "(...) Bu gibi vesvese ehl-i i'tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: 'Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.' (...) Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: 'Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.' Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder." 

Yani Ehl-i Sünnet olan bizler iman ederiz ki: Birşeyin güzelliği-çirkinliği emr-i ilahîye tâbidir. Allah yasaklarsa çirkindir. Yapılmasını emrederse güzeldir. Bu nedenle zina haramken nikah helaldir. Hatta ibadettir. Cinayet haramken cihad helaldir. Hatta ibadettir. Hülasa: Amellerin durumu, eylemin kendisinden ziyade, Kur'an ve sünnetle bize tevarüs eden fıkha bağlıdır. O fıkhın tayin ettiği sınırlarla ilgilidir. Aynı fiilin helal olduğu yerler de vardır. Haram olduğu yerler de vardır. Müslüman amellerinde böyle bir ayrım gözetir. Bu kısma yaşarken hepimiz şahit olduğumuzdan uzatmıyorum. Hemen asıl itiraz noktama geçmek istiyorum:

Bugünlerde toptancı bir cerbezeye çokça kapılıyoruz. Sözgelimi: Mustafa Öztürk'ün hâdisesi üzerinden konuşursak. Müslümanların ona haklı olarak gösterdiği tepkiyi 'linç' başlığı altında, aynı eylemin her türeviyle eşitleyip, 'tukaka' etmeye yatkın bir kitle var. Halbuki, yukarıda altını çizmeye çalıştığım gibi, biz eyleme böyle iman etmeyiz. Masum bir insanın iftirayla veya hain bir tecessüsle veyahut başka bir mağduriyetle 'linç' edilmesi başkadır; hakedenin hakettiği tepkiyi görmesi başkadır. Bunlar sırf eylemin kendisi üzerinden eşitlenemez. Hepsi aynı kategoriye sokulamaz.

Ya? Yine emr-i ilahiye ve nehy-i ilahiye bakılır. Yapılan emr-i ilahiye uygun düşüyorsa güzeldir. Nehy-i ilahiye uygun düşüyorsa kötüdür. Yazdıklarında sınırı aşmış olanların gadri kendilerini bağlar. Ancak ben Mustafa Öztürk olayına kuşbakışı baktığımda herhangi bir 'şeriat dışı' davranış görmüyorum. Zaten 'tarihselcilik' illetiyle gittiği yol belli bir profesöre, hamiyet-i diniyeden kaynaklanan bir gayretle, dindarane bir uhuvvetle tepki gösterildi-gösteriliyor. Böyle bir tepkiyi eliyle-diliyle-kalbiyle sıkı sıkıya tutmak imanın gereğidir. Zemini sosyalmedya olur, medya olur, başka bir yer olur, ama lazımdır. Bu nedenle 'linç' başlığı altında başka haksız uygulamalarla eşitlenemez. Bu haklı tepki böyle bir manipülasyonla pasifize edilemez. Üstelik şöyle ikinci bir durum daha var:

Bu 'linç' hâdisesini karalayanların çoğu başka zeminlerde 'linç'leri haklı birer davranış olarak görüyorlar. Evet. Çoğu o tagların altında yazıyorlar. Mesela: Liberal camiadan bu lince tepki gösterenler herhangi bir devlet erkanının benzeri bir duruma maruz kaldığı hangi noktada tepki koydular? Bilakis. Tepki koymadıkları gibi parçası da oldular. Tepki gösterenlerle beraber tepki gösterdiler. Haklı-haksız. İşin bu kısmını umursamayanları da biliyoruz. Hülasa kardeşlerim: Bu cerbezeyi yemeyelim. Mustafa Öztürk olayında yapılan şey bence hem dünyada hem ahirette yüzünüzü ak edecek bir tutumdur. Siz hamiyet-i diniyenizle 'buğzunuzu' ortaya koydunuz. İfrat edenlerin ifrat hesabı ayrı. Ama büyük çoğunluğunuz sadece hakkın peşindeydiniz. Lütfen böyle eylem üzerinden hüsün-kubuh eşitleyicilerine kapılmayın. Pasifliği omuzlamayın. Amma istikameti de elden bırakmayın. Tevfik her vakit Allah'tandır. Hamdımızı da yalnız Ona ederiz. Âmin.

1 Haziran 2019 Cumartesi

Berna Laçin'in suçu ne?

"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.

2015 yapımı VICE'ı izleyenleriniz oldu mu bilmem. Sakın beğendiğimi falan sanmayın. Berbat bir filmdi. Fakat bütün o çatapatlı-patakütlü aksiyonun içinde Dedektif Roy'un bir tesbiti düşündürdü beni. Önce filmin konusunu özet geçeyim: VICE diye bir kurgu şehirde (yoksa semt mi demeli) robotlar kendilerini insan sanarak yaşıyorlar. Bir de bu şehre ücret ödeyerek giren normal insanlar var. İşte bu normaller robotlara istediklerini yapmakta serbestler. Zaten ödedikleri ücret de bunun için. Öldürüyorlar, işkence ediyorlar, aşağılıyorlar vs. Bunları yaşayan robot ertesi güne onarılmış/sıfırlanmış olarak başlıyor. İnsanlar da güya onlara yaptıklarıyla nefisleri tatmin olmuş şekilde hayatlarına geri dönüyorlar.

Yaşananlardan rahatsız bir isim var: Roy. Kurgu yaşam alanının varlığından mutlu değil. Sahibini sürekli rahatsız ediyor. Nasıl mesela? Suçluları yakalamak için kurgu şehre izinsiz giriyor. Adamı, tam da kadın bir robotu döverken, derdest edip alıyor. Amiriyle de kavgalı. İşte onunla yaşadığı diyaloglardan birisinde amiri soruyor: "Orada ne yaptıklarından sana ne?" Roy cevap veriyor: "Çünkü orada yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar." Yakaladığı adamın hikâyesini anlatıyor sonra. Adam bir kadına tecavüz etmiş ve sonra da döverek öldürmüş. Roy (Thomas Jane), VİCE'ın sahibi Julian Michaels'ın (Bruce Willis) aksine, kurgunun kötülük arzusunu tatmin ettiğine inanmıyor. Ona göre kötülük işleme serbestisi/tecrübesi kazananlar gerçek yaşamda daha tehlikeli bir hale geliyorlar.

Zümrüt Apartmanı hakkında yazılanları-çizilenleri takip ederken de bu film hatırıma geldi. Özellikle Berna Laçin'in, mezkûr romana tepki göstermekle birlikte, okuduğu benzerî başkaları hakkında tutturduğu söylem üzerine düşünülesi detaylar içeriyordu: "Çocuk istismarını bir film ya da kitapta anlatmak pedofili değildir, buna özendirmek, bunu normal olarak yansıtmak pedofilidir. O zaman hiç tecavüzü filan konu alan film olmasın! Ama cehaletin de bir sınırı olsun yav. Bunları mı konuşucaz oturup Twitter’da..."

Laçin bu söyleminde büsbütün haksız mıydı peki? İnsaflı konuşalım: Değildi. Elbette kötülüğü kötülemek için zikri gerekirdi. Yani bir şekilde 'nehy-i ani'l-münker' yaptığınız zaman siz de münkeri/kötülüğü anmaya mecbur olurdunuz. Kur'an da bunu böyle yapıyordu. Anarak yasaklıyordu. Zaten neyin kemlik olduğunu söylemeden onunla mücadele edemezdiniz. Tayin lazımdı. Tarif lazımdı. Muhatabın zihnini durulaştıracak somutluk lazımdı. Fakat 'ne kadar/nereye kadar' lazımdı? Ve en temel soru: Tarif hangi noktadan sonra teşviğe dönüşebilirdi? Acaba Laçin'in 'sanatçı dostları tarafından sansürcülükle suçlanmadan' bu konuda tayin edebileceği bir sınır var mıydı? Hele hele mahallesinden "Pornoma dokunma!" diye parkart açanlar bu tayini üzerine ona da saldırmaz mıydı? Buradan yediği linçten bin beterini oradan, yani kendi cenahından, yemez miydi?

'Kurgusal alanın kutsanması' modern zamanlarda artan birşey. Özellikle romanın inkişafıyla birlikte, kurgusal alan, içeriğinin mesuliyetini daha az umursamaya başladı. Tiyatroda da bu yok değildi. Fakat roman hem ürün sirkülasyonunu hem de çeşitliliğini arttırdı. Üstelik artık ortaya çıkan ürünü insanlar 'bizzat' sunmuyorlardı. Tüketici ile üretici birbirini görmeden ilişki kuruyordu. Sınırlayıcılar/sorumluluklar azalıyordu. Olay toplumsallıktan kurtulup birey-birey ilişkisine dönünce de önce 'bireysel özgürlük' dizginleri şöyle bir eline doladı.

Düşünce özgürlüğü de hemen terkisine atladı. Sinemadaysa iş daha başka bir hal aldı. Artık kurguyla muhatap olduğunuzda gerçeğin üstünde şeyler görebiliyordunuz. Matrix'te havaya sıçrayan Trinity'nin etrafında kamera yüzseksen derece dönebiliyordu. Greenbox teknolojisi sayesinde bir stüdyo herhangi bir yer haline getirilebiliyordu. Bu yalanın gerçeğe karşı apaçık zaferiydi. Kendisini daha iyi süsleyebiliyor, düşletebiliyor ve satabiliyordu. Hatta, birçok psikiyatri uzmanının altını çizdiği gibi, sinemayla büyüyen nesil artık kendi sahici hayatını yeterince 'tatmin edici' bulmuyordu. Modern insanın yaşadığı boşluk hissi en çok bundandı.

Ben, Bediüzzaman'ın, roman-tiyatro-sinema üçlüsüne karşı Lemeat'ta yaptığı eleştirinin bu açıdan da büyük bir zenginlik barındırdığını düşünüyorum. Yani, biz bugün Zümrüt Apartmanı veya Mahrem gibi romanlar üzerinden böylesi tartışmalar yaşıyorsak, aslında bu, 'kurgunun karşısında almamız gereken vaziyeti' tam olarak bilmediğimizden kaynaklanıyor. Kurgu bir kötülükten bahsedebilir mi? Elbette bahsedebilir. Çünkü kötülük gerçekte de vardır. Yazarken gerçeklerden kaçmak bizi inanılmazlaştırır. Fakat nereye kadar? Neleri gözeterek? Hangi çizgileri aşmamaya dikkat ederek? İşte bunun cevabı şu satırlarda bir parça var gibi geliyor bana: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez."

Edebiyatın, tiyatronun ve sinemanın (veya daha başka bir sanat kolunun) iki şeyin özellikle farkında olması lazım: 1) İnsanın. 2) Yapabildiklerinin. Evet. Farkında olması lazım. Çünkü ürettikleriyle birçok denizi dalgalandırıyor. Attığı taşların diplerde yatan hangi canavarları uyandırdığını hesap etmesi gerekiyor. İnsan yalnızca akıldan ibaret değil. İnsan sadece kalpten de ibaret değil. Nefis gibi kendi ekmeğinin peşinde fink atan köpekbalıkları da var diplerde. Modern sanat, İslamî metinlerin aksine, attığı şeyin kimin damak zevkine uygun olduğunu umursamıyor. Yenildikten sonra yiyenin kim olduğuna bakmıyor. Eserinin lezzetline inanması yetiyor. Asıl hata burada halbuki. Biz insanların iyi yanlarını beslemekle de görevliyiz. Fayda ancak iyiliği beslemekle mümkündür. Kötülüğü besleyerek kemallenilmez. Ürettiğinin vücudsuzluğuyla teselli bularak "Ben sadece kurguladım canım!" deyip kaçamaz sanatçı. Neden? Muhataplarının iradesini körleştirici bir gücü de yönetiyor çünkü. Onun kurgusu başkasının özlemi, arzusu, düşü veya gerçeği olabiliyor.

Bediüzzaman'ın yine bu makamda söylediği "Bâtılı iyice tasvir etmek sâfi zihinleri idlâldir!" sözü de hatırlanmalı. Dimağdaki meratip bahsinden de öğreniyoruz ki 'tahayyül' ve 'itikat' arasında bir ilişki sözkonusu. Bunlar birbirlerine dönüşebilir şeyler. Hayaller büsbütün masum değil. Kötülüğün tasvirlerle-tasavvurlarla yayılan bir yanı var. Görmezden gelinemez. İşte biraz da bu nedenle 'müşevvikane yapılan tasvirlere' karşı bir sansür ihtiyacı da görmezden gelinemez. Neyin 'özendirme' neyin 'kötüleme' olduğu tayin edilebilmeli. Kötülük sahiden kötülenmeli. Gönül ister ki, sanatçı, kendi metninin başındayken bunu oto-sansür yaparak çözebilsin. Nefsine bakarak sair nefis sahiplerini tartabilsin. Fakat o çözemediğinde devreye sosyalmedyadan önce girecek birilerinin de olması lazım. Çünkü linç üzerine gittiği şeylerin yayılmasına da sebep oluyor. "Kötülüğü yokedelim!" derken daha da çoğalıyor.

VICE'a geri dönelim. Sizce Roy haksız mıydı? Bence değildi. Eğer isimlerin yerlerini değiştirirsek ve VICE'ı orada yaptıklarımızdan sorumlu tutulmadığımız kurgu dünyası, şehri ise toplumsal hayat gibi düşünürsek; tıpkı Roy'un endişe ettiği gibi, VICE'da pornosuna dokundurmayanlar şehirde tecavüze yeltenebilirler. Kurgusalda zihnen tecrübe ettiklerini gerçeğe taşıyabilirler. Bu marazın pozitivist bir eğitimle tedavi edilebilir yanı yoktur. Tek çaresi nefis terbiyesidir. Sokağında sürat yapmama dersi almış bir sürücünün otobanda hız sınırını aşması elbette daha zor olacaktır. Birey olarak kendi içinde bir oto-kontrol sistemi kuranların toplumsal yaşamda arızaları da azalacaktır. Fakat ne yazık ki, sekülerlerimiz ikincisine veryansın ederken, birincisine dair her düzenlemeyi 'özgürlüğe müdahale' diye bastırıyorlar. Kötülüğe kızıyorlar ama onu beslemeyi de ihmal etmiyorlar.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...