28 Kasım 2014 Cuma

Kur'an'a arz ediyormuşum gibi çek kanka!

Nazarlarını makûl (akıl yoluyla bilinen ve akla dayanan) üzerinde yoğunlaştırdılar. Menkûle (nakil yoluyla gelen ve nakle dayanana) ise pek itina göstermediler. Akıllarıyla uyuşan bir şer’î emir gördüklerinde bunu kabul ettiler. Aksi takdirde reddettiler ve ‘Peygamberler bunları avam için tasvir etmişlerdir’ dediler. Akla çok fazla bel bağladılar ve en sonunda küfre düştüler. Kâfir oldular.” İmam Gazalî (r.a.), Kânûnu’t-Te’vîl’den.

Herkese böyle gelir mi bilmem ama bana tuhaf geliyor arkadaşlar. Nur talebelerini ‘kendilerini Kur’an’a arz etmeye’ çağıran atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında (Bediüzzaman’a dolu dolu iftira ettiği ebced/cifir ile ilgili bölümde) ‘ebced veya cifirin Kur’an’da karşılığının bulunmadığına’ dair bir tane bile ayet alıntıladığı yok. İlginç değil mi?

Nasıl söylesem? O bölüm yeterince Kur’an’a arz edilmemiş gibi geldi bana. Öyle ya, bu olmayış bilgisi, hem de Mustafa İslamoğlu’nun dimağındaki haliyle (muhalif fikre hakk-ı hayat tanımayacak katiyette) bu kadar kesin bir bilgi, herhalde Kur’anîdir diye düşünmüştüm ben. “Mutlaka bir ayetten almıştır yahut Kur’anî bir ibareden çıkarmıştır bu nehyi!” diye hüsnüzanda bulunmuştum.

Yanılmışım. İslamoğlu’nun Kur’an’daki harflerin veya lafızların ardında matematiksel işaretlerin bulunmayacağı yönündeki kesin hükmü Kur’an’dan gelmiyor demek ki. Ya nereden? Muhtemelen onu da Pisagor’u okuduğu yerden okumuş. Zaten bu ülkede İslam geleneğine çatan ne kadar adam varsa mürekkebini yaladığı kitaplar Avrupa matbaalarında basılmış oluyor.

Her neyse… Asıl bu vesileyle İslamoğlu gibilerin kafalarının çalışma şekline yönelik bir tesbitimi aktaracağım ben size. Bediüzzaman’ın “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor…” dediği bölümün devamında geçen birşeyle ilgilidir bu mesele aslında. Hemen alıntılayalım:

Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.

İşte, bence, Mustafa İslamoğlu’nun gerek ebced ve cifir meselesinde, gerek ehl-i sünnete sataştığı diğer meselelerde böylesi bir durum var. ‘Hikmet’ ile ‘illeti’ birbirine karıştırıyor atanmamış müçtehidimiz. Nasıl? Mesela: Ebced ve cifir meselesinde, öncelikle başka başka yerlerden/kişilerden öğrendiği bilgiler ve kanaatlerle, ebcedin ve cifirin kötü veya yanlış olduğuna tastamam karar veriyor. Sonra sağdan-soldan indirip emin olduğu bu yanlışla beraber Kur’an’a uğruyor. Eğer kendisini terse yatıracak ifadeler varsa başlıyor onları tevil etmeye. Kur’an’da (mesela ebced/cifir meselesinde) kendisini doğrulayacak sarih bir nehye, bir yasaklamaya, bir kötülemeye rastladığından yapmıyor bunu. Hayır. Yolu bu değil. Bir nevi akıl ile vahyi büküyor. Kafasındaki doğruyla Kur’an’ın karşısına oturuyor ve onun dersinin kafasındaki doğruya göre/uygun olması gerektiğini dayatıyor.

Kur’an’la bu şekilde işini bitirdi diyelim. Peki bitti mi iş? Asla! Daha hadisler var. Bu sefer çeviriyor yüzünü hadislere. Onların içinden zayıf da olsa bir tevil ile fikrini destekleyebilir bulduklarına tutkal gibi yapışıyor. Fakat kendisini yalanlayan veyahut tevile müsait olmayan hadisleri de, isterse en sağlam hadis kaynaklarında geçsin, hemen bir kulp takarak ‘uydurma’ sınıfına sokuyor.

Bu da yetmiyor, bıçak yeniden bileyleniyor, yeni bir kıyıma geçiliyor. Eğer kendisinin zayıf gördüğünü güçlü gören âlimler varsa onlara geliyor sıra. Bir açıklarını bulup, bulamazsa uydurup, olmadı magazine yatıp, alaya alıp, makaraya sarıp bir bıçak da onlara çalıyor… Gördünüz mü ne güzel arz ediyor kendisini Kur’an’a İslamoğlu? Yani dostlarım, İslamoğlu’nunki kendisini Kur’an’a arz etmek falan değil, cerbezesi o işin, asıl Kur’an’ı ve hadisi kendisine arz ediyor. Uygun bulursa alıyor. Bulmazsa bırakıyor.

Burada öyle, kader meselesinde öyle, âdemler ve havvalar meselesinde öyle. Yeter ki birşeyin kötü olduğuna kendisi karar versin. Allah’ın (hâşâ) onu kötü bulmamak gibi bir şansı yok. Bitti o iş. Mümkün değil öyle bir emir vermiş veya yapmış olması. Tıpkı yukarıdaki illet meselesinde olduğu gibi… Burada, Bediüzzaman’ın, Tûr sûresi 37’nin “Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” tefsirinde söylediği ifadeyi alıntılayacağım kaçınılmaz olarak: “Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar?” İşte yaptıkları tam da bu bence: Kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül etmek. Cenab-ı Hakka, yüzbin kere hâşâ, ‘Öyle olmaz böyle olur’ demek.

Twitter’da bir İslamoğlusever ile aramızda geçen diyalog da ilginçti. Benim, ebced/cifirin de ötesinde, vahyin arkasında matematiksel hiçbir mesajın olamayacağını topyekûn reddeden bu anlayışı eleştirmek için söylediğim; “Allah kainatı bile içinden matematik çıkarılacak bir şekilde yaratmış. Her neye baksanız ancak rakamlarla anlayabileceğiniz ve anlatabileceğiniz bir ölçü, düzen, sanat, ihsan var. Allah’ın bütün eserlerinin ardında, onu keşfetmemizi ve okumamızı sağlayan böyle matematiksel bir dil olsun da bir tek vahyi bundan hariç kalsın, bu mümkün olabilir mi? Veyahut en azından Kur’an’da sarih bir ‘yoktur’ beyanı yokken, böylesine kesin bir dille yokluğuna hükmedilir mi? Arayanların tamamı tefrik gözetmeksizin sapkın ilan edilir mi?” ifadelerime bu arkadaş şöyle cevap verdi: “Allah herşeyi yaratabilir. Yaratabilir olması yarattığı anlamına gelmez.”

Doğru, fakat ‘yaratmadığı’ anlamına da gelmez, tahdite de karine olmaz. Ki ben burada bir esma ve şuunat okuması yapıyorum. Diyorum ki: Kainatın her köşesini, Kamer sûresinde buyurduğu gibi, ölçülerle yaratan Allah’ın şanındandır ve kudreti yeterdir ki, Kur’an’da böylesi işaretler de bırakabilir. Ve beklenir. Huruf-u mukatta başta şifreli ifadelerdir zaten. Fakat yok, sen bu kadar ‘yapabilmeye kapı açan’ kainat okumasına ve yaptığını doğrulayan hadis rivayetine rağmen, olmadığını özgüvenle söylüyorsan, sorarlar adama: Aga senin dayandığın ayet nedir? O nasıl bir ayettir ki sizden başka kimse görmemiştir?

Bir de tuhaf olan, birşeyin yokluğunu isbatlamak, varlığını isbatlamaktan zordur. Hatta kayıtsız, mutlak bir yokluk isbatı, imkansızdır.

"Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes’elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve ‘Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rû-yi zeminde var’ diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; ‘Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar— zâtında muhâl olmamak şartıyla— ispat edilmez!’ diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler."
Şimdi İslamoğlu ve benzerleri, yatmışlar-kalkmışlar, “Ya bu ebced/cifir meselesi bizim kafamıza yatmadı. Çok da suistimal eden var. Bu kötü birşeye benziyor. Bunun Kur’an’da bulunmaması lazım…” demişler, sonra Kur’an’da açık yasak bulamamışlar, belki birşeyleri eğip bükmüşler (ama, dedim ya, kitapta öyle birşey de yok), o konuda kendilerine uymayan ne kadar rivayet varsa ‘uydurma’ demişler, konu hakkında çalışma yapan ne kadar âlim varsa, bulduğu şeyin isabetine bakmadan ‘bu sapkındır’ diye hükmetmişler vs. Rezillik de rezillik. Ne kadar mesafe alsan bir o kadar rezillik. İşte, arkadaşlar, ahirzamanın geldiğinin bir tane delili de burada saklanıyor, cehalet eşeğini boyayıp ilim diye satıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...