Mucizat-ı Ahmediye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mucizat-ı Ahmediye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2021 Pazar

Modernistler ahirzaman hadislerinden neden hoşlanmaz?

Arkadaşım, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken dikkatimi çeken birşey şu, vaktin varsa seninle de paylaşmak isterim. Özeti şöyle: Mürşidim, eserinin bidayetinde, 'Nükteli İşaret'lerin "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizâtı çok mütenevvidir!" diye başladığı 'Üçüncü'sünde çeşitleri tasnif ettikten sonra diyor ki: "İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz..." Sonra da 'Dördüncü'de 'haber verildiği gibi çıkan' gaybî hadislerden zikrediyor.

Allah ondan razı olsun. Benim kafamı kurcalayansa şu arkadaşım: Neden derse böyle bir sıralamayla başlanıyor? Neden başkası değil de onlar 'ilk' seçiliyor? Öyle ya: Mürşidim ism-i azâmını 'el-Hakîm' olarak haber veriyor. Elbette böyle bir ismin mazharının her işine hikmet tefekkürüyle bakmak gerekir. Yani ki 'İnce görmek' gerekir. Ben de hep buna muvaffak olmaya çalışıyorum. Fakat ondan önce: Haşir Risalesi'ne de bir misafir etmem gerekir seni. Evet. İlla uğramamız gerek. Yağma yok. Malumun: 10. Söz olan Haşir Risalesi Rûm sûresinin 50. ayetiyle başlar. Onun gölgesinde seyahat eder. İşte orada kısa bir mealiyle buyruluyor ki arkadaşım: "Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O herşeye hakkıyla gücü yetendir." Amenna.

Peki bu ayetin bize öğrettiği tefekkür açısı nedir? Haşir Risalesi neden bu ayetle başlamıştır? Ondan ne almıştır? Bu soruların cevabının da şurada saklı olduğunu düşünüyorum arkadaşım:

Doğrudur. Haşir gaybî bir hâdisedir. Burada değildir. Bugünde değildir. Fakat gaybî hadiselerin tamamı da 'gıyabımızda' değildir. Böyle düşünmek yanlıştır. Evet. Bediüzzaman'ın da Haşir Risalesi'nde talebelerini uyandırdığı sır budur: Haşir 'olay' değil 'kanun'dur. Her anda olmaktadır. Her mekanda olmaktadır. Her zamanda olmaktadır. Her baharda olmaktadır. Her bedende olmaktadır. Kıyametten sonraki haşir bu kanunun en ahirki ucudur sadece. Nasıl ki insan âlemin en sonuncu meyvesidir. Onun dirilişi de âlemin en ucundaki diriliştir. Lakin ne tek yaratılan odur ne de tek diriltilen onun neslidir. Kur'an'ın gözlüğüyle bakarsak âlemin her yerinde haşirler zaten hep olagelmektedir. Hayy ismi böyle de tecelli etmektedir. Bize düşen kendi haşrimizin de bu kanunun parçası olduğunu kavramaktır. Haricine çıkamayacağımızı anlamaktır. Bu boyuttaki şahitliğimizi diğer boyuttakinin vücuduna delil kılmaktır.

Tıpkı yerçekimi kanunu gibi. Nasıl? Bilim tarihçileri derler ki: Galileo yerçekimi kanununu öyle-böyle keşfettiğinde bunun bütün uzaya da uygulanabileceğini kavrayamamıştı. Newton ise aynı kanunun 'kütle sahibi olan herşey için geçerli olduğunu' keşfetti. Yani bu dünyadaki şahitliğini en uzaktakı yıldızları anlamak için de kullandı. Ve... Ve söyledikleri doğru çıktı. Dünyada havaya atılan şeyler yere düştüğü gibi Venüs'te de, Mars'ta da, hatta en uzaktaki bir yıldızda da yere düşüyordu. Elbette kendi yerine düşüyordu. Kendi kütlesine göre düşüyordu. Ama bu oluyordu. Süreç tekrarlanıyordu. Böylece Newton yerçekiminden 'kütle çekim yasasını' çıkardı. Belki birgün bir başkası da kütle çekim yasasından daha aşkın bir genişlik farkedecek? Ancak bu yazının konusu fizik değil. Fizik bizim için bir şahitlik. Bir örneklik. Newton'un dünyadaki şahitliğini daha geniş bir düzeye taşıması gibi biz de fizikteki şahitliğimizi daha aşkın bir yere götürmeye çalışıyoruz. Rûm sûresinin 50. ayeti de bize bunu öğütlüyor: Bahardaki şahitliğinizi daha üst bir düzeye taşıyın. 'Ölülerin dirilmesi kanununu' görün. Bu kanunun sadece kendi dünyanızda geçerli olmadığını anlayın. İşte o zaman haşre iman etmek hiç de güç gelmeyecek. Güç görenleriniz varsa tabii.

Haşir Risalesi'nin usûlü de bunun üzerinedir arkadaşım. İçindeki herbir bahiste ayetin öğrettiği şablon esas alınıp isimler değiştirilir. Hakikatler kısmının "Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir..." türünden her girişi ayetteki 'rahmet' ve 'kudret'in yerine konulacakları söyler bize. Sonra da yerleştirilecekleri öğretir. Mesela: Artık gölgesinde gezilen 'Rahman' ve 'Kadîr' isimleri değil 'Hakîm' ve 'Âdil' adlarıdır. Hatta denilebilir ki: Yapabilecekler için ayetteki formülde "Lehü'l-esmaü'l-hüsna..." sırrı vardır. Esma değiştirildikçe yeni hakikatler açılır. Cenab-ı Hak bize de bu sırdan bahşeylesin. Âmin.

Fakat nerelere gittim? Asıl mevzudan uzaklaştım. 'Mucizat-ı Ahmediye' diyordum. "Neden öyle başlamış?" diye soruyordum. Koşarak geri döneyim. Çünkü zamanı geldi: Arkadaşım, Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, bana öyle geliyor ki: Aleyhissalatuvesselamın haber verdiği gibi çıkan hâdiseleri öğrenmek de mucizelere iman hususunda 'bizim şahitlik alanımıza giren' kısımdır. Ne yazık. Biz onun mübarek parmaklarından suların çağıldadığını görmedik-göremiyoruz. Kamer'in yarıldığına şahit olamadık-olamıyoruz. Duasıyla iyileşenleri bilemedik-bilemiyoruz. Zira, Ebubekir Sifil Hoca'nın da tabiriyle, 'yetim nesillerdeniz.' Yalnız varlığıyla bile kalplere hidayet olan vücudundan uzağız. Zamansal olarak uzağız. Mekansal olarak uzağız. Fakat gayba dair verdiği haberler o kadar da uzağımızda değil. Onların şahitliği dipdiri. Yaşıyoruz. Tarihsel süreçleri takibimizde bu mucizelerin varlığını daha yakınımızda hissediyoruz.

Sözgelimi: Eserde ilk nakledilen, Hasan radyallahu anhın 'iki orduyu barıştıracağını' haberini hatırladığımızda, bunun Muaviye radyallahu anh ile sulhlerinde gerçekleştiğini biliyoruz. Yani bir nevi, Rûm sûresinde bize öğretilen o formülde olduğu gibi, şahitliğimizdeki ucuyla şahit olamadıklarımızın da gerekliliğine/imkanına hükmediyoruz. Baharı gerektiren rahmetin haşri de gerektirmesi gibi. Baharı mümkün kılan kudretin haşri de mümkün kılması gibi. Onu yaratan kudretin/rahmetin bunu da yaratabileceğini anlıyoruz. Bir Newton da biz oluyoruz yani. Yasanın ucunu yakalamakla kilimin ilmeklerini çözebiliyoruz. Her yerde nakışının izlerini okuyabiliyoruz. Elhamdülillah. İlmeklerin sayısınca elhamdülillah.

Tam bu eşikte şuna da dokunmadan yazıyı bitirmeyeyim arkadaşım: Cemaleddin-i Afganî'den bu yana bütün modernistlerin 'ihbar-ı gayb' türünden hadislerle takık olmaları, hatta onlar içinde ahirzaman hâdiseleri hakkındakilerle ayrıca kavgalı bulunmaları, boşuna değil. Mesleklerinin muktezasını yapıyorlar. Neden böyle söyledim? Çünkü ahirzaman hadisleri ümmet-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam için bir koruma kalkanı işlevi görüyor. Bir 'koruyucu hekimlik' vazifesi yapıyor. Herşeyi peşinden sürükleyen o sel zamanı geldiğinde, ki biz o selin içinde yaşamaktayız, bir yerlere tutunup kapılmamayı nasihat ediyor. Elbette bu hakikatli uyarılar da müslümanların topyekün modernleşmelerini(!) engelliyor.

Aksini arzulayanların da çanına ot tıkıyor. Onlar da kem arzuları gereğince rahatsız oluyorlar duyduklarından. Peygamber 'gelecekten haberdar edilemesin' istiyorlar. "Hem mucizeleri de olmasın! Mucizeleri olursa bu gaybî haberlerin yanlışlığına kimseyi inandıramayız. Kalkanlarını indirtemeyiz. Adaptasyonlarını sağlayamayız. Dinde reform falan yaptırmazlar. Zinhar inkâr edilmeli bunlar!" diyorlar. Peki biz ne diyoruz? Elbette ciğerlerimiz yettiğince haykırıyoruz ki: "Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin bir gereğidir ahirzaman hadisleri. Evet. Elhamdülillah. Beşiğinde 'Ümmetim!' diyen, vefatı hengamında ümmeti için endişelenen, elbette gidişiyle de bizi terketmez. Fırtınada pusulasız bırakmaz. Karanlıkta fenersiz komaz. Yani bunlar onun şefkatinin de bir isbatıdır bize. İlgisinin delilidir. Eh, arkadaşım, mutlaka öyle: Aleyhissalatuvesselamın şefkatini bilen ahirzaman hadislerini yadırgamaz. Hem şunu da diyeyim mi sana: Rahmet kanununu bilen hiçbir mucizeyi "Nasıl olabilir ki?" deyip uzağında tutmaz. Çünkü hiçlikten varlığa çağrılmamız dahi o rahmetin muktezasıyladır. Hiçten gelen daha neyi/nasıl yadırgar?

7 Şubat 2015 Cumartesi

Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum

“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)

Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.

Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.

Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.

Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.

Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:

“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.

Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...