Zübeyir Tercan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zübeyir Tercan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2015 Salı

Hüzün de güzeldir

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out), izlemekten sadece keyif almadığım, aynı zamanda birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları çok güzel anlatılmıştı filmde. Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye dokunmamasını arzu ediyordu. Fakat o duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.

En nihayet, anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve merkezlerine dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, üzüntüyle bir bütünün iki parçası olduklarını öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın sahnede, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' Riley'nin, ailesine en çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe, kumanda masasının üzüntüye bıraktı. Böylece, evden kaçmak üzere bir otobüse binmiş olan Riley'i ailesine dönmeye ikna ettiler.

Bu hafta Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler de böyle bir konuyu işledikleri için hatırladım Ters Yüz'ü.[1] Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken ikili, söz, istemsiz bir şekilde hüzne kaydı.

Abdurreşid abi, 'rahat-ı kalp ve vicdan' halinin çılgınca bir neşe (bir 'Haydi eller havaya!') hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı (huzur makamında yaşandığı) bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün bizi kendi kendinelik kalemizden çıkmaya zorluyordu. Uyandırıyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya ihtiyaç hisseder miydi? (Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür sıralamasında aczi öncelemesi, bu açıdan, ne kadar anlamlıydı.)

Zübeyir abi, bu noktadan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisini arıyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı. Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman: "Bir dert görünürse, devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek.

Aczi konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiri. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' meselesi olduğu anlaşılıyor:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Esas soru budur.

Ben, bu sorunun cevabını, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum.[2] Hasan Söylemez, bu programda, sekiz buçuk ay süren Anadolu yolculuğunun hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere... Dile kolay, tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk (Hayy Kitap) kitabında da bu yolculukta yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlatmış. Kitap da okunmayı bekliyor. Ancak ben, bugün, o yolculuk hakkında Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım dersi aktarayım:

Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken, Söylemez, 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak duvar değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde, satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o, bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.

Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs... Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.

Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in iradeli bir şekilde 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. İhtiyaçlarını arttırmış. Bunu salt bir şuur halinde yapmamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Üstelik, çok özel bir farkındalıkla, her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek yapmış.

Bediüzzaman, aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz, ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah, bizi çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem'in acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize. Daha renkli dualar etmemize. Daha çok duygu yaşamamıza. Daha çok şey tatmamıza/düşünmemize. Daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuzu ancak bilirsiniz. Ve bilmenin kendisi ihtiyaçtır.

Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan, muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına muhtaç hissettiren, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren, hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.



[1] Hüzün kalbe neler öğretir? http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-69-bolum-huzun-kalbe-neler-ogretir-1027.html
[2] Kahve Bahane/Hasan Söylemez: http://www.tv111.com.tr/programlar/kahve-bahane/kahve-bahane-31-bolum-hasan-soylemez-gazeteci-gezgin-1026.html

19 Mayıs 2015 Salı

Hz. Hızır hayatta olmasa ne olur?

Düşe Kalka'da Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abiler 'hayat' üzerine konuştular. Hayat derken, hayatın parçalarından birisi üzerine değil, bildiğiniz hayat üzerine. Yani kendisi üzerine. "Neye canlı, neye ölü diyoruz?" gibi bir soruya gelip dayanan programda 'canlılık' tarifinin İslam'da farklı, modern bilimde farklı olduğunu öğrenmiş olduk. Diyeceksiniz ki şimdi: Farklı olduğunu zaten bilmiyor muydun? Ne yalan söyleyeyim, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis, onlar Rableri katında diridirler!" ayetinin böyle bir "Tanımlarına dön! Sen neye ölü/diri diyorsun?" sorgulaması içerdiğini düşünmemiştim. Bu program sayesinde düşünmüş oldum.

Ortaokul veya lisede canlılığın şartlarını şöyle okuduğumuzu anımsıyorum: 1)Solunum 2)Beslenme 3)Boşaltım 4)Üreme 5)Hareket 6)Hücreli yapı. (Belki bir yedinci madde de vardı, ama anımsayamadım.)

Peki, bu başlıklara münhasır görürsek canlılığı, insan, meleklerin/cinlerin varlığına ve canlılığına nasıl iman eder? İlk gençlik yıllarımda bunun sorgulamasını yaşadığını anımsıyorum. Canlılığı o kadar dar bir alanda tarif ediyordum ki, 'Meleklerle kastedilen belki de sebeplerdir...' diyecek noktaya gelmiştim. Semanın veya yeryüzünün bilimin bir türlü keşfedemediği canlılarla dolu olması fikri tuhaf gelmeye başlamıştı. Şimdi görüyorum ki; canlılığı dar tanımlara sıkıştırmakla bilimin 'tek gözüne' kanaat etmem hatalarımın başlangıcıymış. Yola hangi tanımlarla başlarsanız, yolun sonunda varabileceğiniz de ancak o oluyor. Pencereniz dar olursa, manzaranız ister istemez sınırlı olur. Benim hayat bahsinde penceremi genişleten Bediüzzaman'dı:

"Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyâlât-ı lâtife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır."

Bu noktada Bediüzzaman'ın hem 19. hem de 25. Söz'de tedrisine tanımlarla başlaması büyük bir dersi barındırıyor. 25. Söz'de "Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?" sorusuyla kapısından girilen kapsamlı tanım; 19. Söz'de, benzer bir yapıda "Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak..." denilerek yapılıyor. Birincisinde Kur'an, ikincisinde ise Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarif ediliyor. Fakat her iki tanımlamada da nazar-ı dikkati celbedecek bir benzerlik var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar..."

"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi..."

Modern zamanlarda kelimelerin anlamlarını kaybedişi; hatta bazen, değil yalnız karşıladığı mananın, kavramların dahi unutulması büyük bir musibet. Bu noktada Risale-i Nur'un böylesi bir kavram dünyasına da davet ettiğini görüyoruz bizleri. Bir mürşidin tedrisine talip olmak, onun kavramlarıyla düşünmeyi gerektiriyor. Yalnız mana değil, lafızlar ve kavramlar da o tedrisin parçası. Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları II'de böyle tarif ediyor kavramların önemini: "Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar." Başka bir makalesinde ise konuyu daha da detaylandırıyor: "Tehlikeli olan bu ruh halidir. Muhtevasını Kur'an ve sünnetin belirlemediği merhamet, sevgi, adalet... gibi büyülü kelimelerin hukukî sahada neyi nereye kadar belirleme gücüne sahip olması gerektiğini kim nasıl tayin edecektir? Hangi ceza türleri bu sözcüklerin kapsama alanında görülmeli ve hangileri bu şişirilmiş alanın dışında bırakılmalıdır?" Benzer yitirilişlere Bediüzzaman'ın da Lemaat isimli eserde dikkatlerimizi çektiğini düşünüyorum:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Peki, hayatın karşılığı/tanımı neden bu kadar önemli? Çerçevesi nereye kadar? Ayetü'l-Kübra Risalesi'ne baktığımızda görüyoruz ki, hayat, müminin kainatı algılayış şeklidir:

"O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti."

Risale-i Nur'da muhtelif yerlerde buna atıflar vardır. İnsanın, kainatı Allah'ın marifetine yönelik okumaya başlamasıyla birlikte varlık hayatlanır, canlanır, anlamlanır. Ona ayna olan herşey Onu tesbih eder. Tesbih eden herşey canlıdır. "Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp tesbih etmesin!" ayet-i celilesinden Bediüzzaman'ın çıkardığı ders budur. Bizim canlılık için aradığımız asgarî şartların onlarda bulunmaması canlı olmalarına halel getirmez. Çünkü artık canlılığı bu şartlar münhasır aramayız. Allah'ın esmasına aynalık yapmak yönünde bütün varlık hayattarâne zikir ve tesbihtedir. Hayat dairesi böylesine geniştir. Anlatılır ki; Allah Resulü avuçlarına aldığında taşlar bile hayatlanır ve zikirleri duyulur hale gelir.

Hayat dairesini böylesine geniş anlayan birisi elbette ne Hz. Hızır'ın hayatta olmasına şaşırır ne de Hz. İsa'nın (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) ahirzamanda nüzûl etmesine... Belki Hz. Hızır, Hz. İsa gibi hayatları hayatlarımızdan farklı peygamberlerin üzerinden bize verilen ders de budur: Hayatı yalnızca kendininkinden ibaret görme!

Ebubekir Sifil Hoca, üzerine çokça yazdığı nüzûl-u İsa (a.s.) meselesinin bu noktada tam bir turnusol kağıdı olduğunu söylüyor İslam ve Modern Çağ (3) kitabında. Bir insanın hayat algısını modern zamanların mı, yoksa Kur'an ve sünnetin mi şekillendirdiğini anlamada bu meselenin büyük bir ayraç olduğunu ifade ediyor. Hakkındaki naklî deliller bu kadar kuvvetliyken, aklına uygun bulmayıp Hz. İsa'nın nüzûlünü inkar edenler, modern bilimin 'hayat' tanımını kafalarına yerleştirmiş ve o ezber ile bakınca Kur'an ve sünnetin hayat perspektifine çıkamamış kişiler. Ve tam da bu açıdan Hz. Hızır'ın hayatta oluşu veya Hz. İsa'nın ahirzamanda tekrar dünyaya gelmesi gibi konular, bu insanların kafalarındaki ve dolayısıyla itikadlarındaki sorunları ele veriyor.

Nicedir düşünürdüm Bediüzzaman'ın Mektubat'a "Hz. Hızır hayatta mıdır?" gibi bir soruyla başlamasının sırrını. "Meratib-i hayat beştir..." deyişi çok da lazım olmaz bir bilgi gibi gelirdi önceleri. Şimdi biraz biraz farkediyorum: O mektupta Bediüzzaman; hem ölüme, hem hayata bakışımızı doğru yere oturtmaya çalışıyor. Bugün 1. Mektub'u böyle, yani Kur'an'ın ve sünnetin hayat algısının öğreticisi olarak, anlıyorum. Hasıl-ı kelam: Hayat da dahil olmak üzere tüm tanımlarımız Kur'an ve sünnet eksenine çekilmedikçe, imanın kalesine tam anlamıyla sığınabilmemiz mümkün değil. Çünkü iman ettiğimiz şey, aynı kelimeleri kullansak da, yine modernizm elverdiğince oluyor. Ve modernizm, kendi tanımlarına sığmayan şeyi, itikadımızın en temel parçalarından birisini oluştursa bile, reddeder.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...