5 Kasım 2015 Perşembe

Takva, mahrum kalmak için değil, daha çok farketmek için

"Bazı hastalar, acı ilaçlara tahammül gösteremeyip hastalık çekmeye devam ederler. Bazıları da kalbin tedavisindeki zorluğu düşünerek hastalıklı yaşamayı tercih eder. Bazen de kişi ilacın acılığına katlanmak istese de, kalbini tedavi ettirecek ehil doktor bulamaz. Çünkü bu hastalığın doktoru âlimlerdir. Oysa artık kalp hastalığı onları da sarmış durumda. Kendisi hasta olan doktorun yazdığı reçeteye pek iltifat edilmez. Bunun için günümüzde hastalık müzminleşti, dert ağırlaştı ve bu ilim ortadan kalktı. Öyle kalktı ki, kalbin tedavisi ve hatta hastalığı bile tamamen inkar edildi." (İmam Gazalî, İhyau Ulumi'd-Din, 3/63)

Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda geçen bir diyalog vardı. Doktor, esas oğlanımız Francesco'ya diyordu ki; "Sen, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Neden mi böyle söylüyordu? Çünkü Francesco sürekli 'ölüm fikriyle' uyanıyordu sabahları. Yalnız kaldığında duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Sesler, en küçükleri bile, kulaklarını boğacak bir çınlama gibiydi yalnızken. Meşgul ediyordu kendini 'kendi dışındaki herşeyle' karanlıktan kaçmak için. Hayat, düşmesi hiç bitmeyen bir boşluktu ona göre. Boşluktan kaçabilmenin tek yoluysa bir şekilde boşluğun varlığını unutmaktı. Bunu da 'hareketin sarhoşluğu' ile başarıyordu:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Fakat Francesco, doktorun bu söylediğine önceleri bir anlam veremedi. Nasıl yaşamaktan korkuyor olabilirdi? Hayatta tatmadığı şey/lezzet/tecrübe kalmamıştı. Uyuşturucu, içki, sigara... Her cinsten sefih eğlence, çılgın anı, türlü türlü delilikler, yığın yığın haz... Bunlardan onun kadar nasiplenmiş, tabir-i diğerle, hayattan onun kadar kâm almış ikinci bir kişi gösterebilmek mümkün müydü? Peki, bu doktor nasıl olup da onun 'yaşamaktan korktuğunu' söyleyebilirdi? Neye dayanarak?

Dayanamadı. Böyle demekle neyi kastettiğini sordu ikinci bir ziyaretinde. Doktor da ona yaşamaktan kaçtığı/korktuğu birçok şey olduğunu söyledi. Francesco itiraz etti. Mümkün değildi böyle birşey. Doktor anlattı. Francesco, sigara içmeyen bir insanın dünyayı nasıl algıladığını bilmiyordu. Uyuşturucu alınmadığında hayatın nasıl birşey olduğunun farkında değildi. Alkolsüz bir beynin nasıl bir uyanıklık içinde olacağını unutmuştu. Doktorun iddiası şuydu ki: Francesco'nun yaşamak sandığı tüm sefihlikler aslında asıl hayatı yaşamaktan duyduğu korkudandı. Yaşamaktan korktuğu için bunların arkasına sığınıyordu Francesco...

Roman, Francesco'nun kendi içinde yaşadığı böylesi sorgulamalar eşliğinde sürüp gidiyor. Fakat en nihayet doktoruna hak veriyor Francesco. Ve tüm kötü alışkanlıklarını bir kenara bırakıyor. Ondan sonraki halet-i ruhiyesini anlattığı bölüm çok güzeldi, ama kitap elimde mevcut olmadığı için doğrudan aktaramıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla tarif edeyim:

Kendisi gibi insanların ve böylesi şeylerden uzak duran (ben burada 'fıtratının koruyan' diyeceğim) insanların aynı dünyada iki paralel hayat yaşadıklarını farkediyor Francesco. Yani, ne aynı şekilde hissediyorlar, ne aynı şekilde algılıyorlar, ne de aynı şekilde görüyorlar. Bir sigara örneği veriyor orada mesela. Bıraktığında, koku farkındalığının şaşırtıcı bir şekilde arttığını belirtiyor. Daha önce tatmadığı şekilde tadıyor tüm lokmaları. Çiçeklerin varlığını daha bir hissediyor. Kötü alışkanlıklarını terk etmek onu asıl hayatın içinde bambaşka bir boyuta taşımış, itiraf ediyor:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Farkında olmak hayata tutunmanın/yaşamanın en güzel yolu. Francesco üzerinden Fabio Volo bize bunu öğütlüyor. Tabii buraya kadar aktardıklarım beni ister istemez 'takva'yı konuşmaya zorluyor. Takva nedir? Takva bir bedel midir sadece, Allah'ın, rızasını kazandırmak için ödettiği? Bence takvayı böyle algılarsak yanlış algılarız. Yük gibi taşırız takvayı. Takva, Allah'ın ihtiyaç duyduğu birşey değildir. Takva, cana da iyi gelendir. Takva ve ibadetle kurduğumuz ilişki, onların, Allah'a yardımımız/bağışımızmış gibi algılanmasıyla başlıyorsa, bu ilişki sakattır. Bediüzzaman, pekçok metninde bu nazar sorununu düzeltmeye çalışır:

"Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. Diyorlar ki: 'Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?'

Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Allah, ne ibadeti, ne de takvayı bizi birşeylerden mahrum etmek için emrediyor. Daha fazlası oradayken, razı olunmuş bir burada (bu kadarcık) değil takva. Allah, ona olan sevgimizi 'çile çektirerek' veya 'bedel ödeterek' ölçmüyor. Aslında takva, bizi hayat içinde asl-ı hayata davet ediyor. Almıyor, ikram ediyor. Ne demek asl-ı hayat? Daha üst bir farkındalık. Daha uyanık/canlı bir yaşam. Daha asil ve şiddetli bir hissediş... Bunlara davet ediliyoruz aslında takvayla. Yani, 'hayatı daha kaliteli yaşamak'tır takva. Biz aslında takvaya uygun hareket ettikçe Allah'ın o uygunluk içinde sakladığı güzelliklerle tanışıyoruz.

Hayatı hazlardan ibaret görenler çılgınlığın 'hayatını yaşamak' olduğunu sanıyorlar. Bizim buna karşı iddiamız şu: Hayır, hayatı yaşamak haz değil hissediş meselesidir. Ve ehl-i takva, kaçındığı her bir günahla, aslında daha üstdüzey bir hissedişe talip olur. Birçok örnek verebilirim buna. Fakat salt oruç hakkında konuşmak bile yeter. Ramazan Risalesi'ni tekrar okuyalım bu gözle lütfen. Oruç bize ne yapıyor? Nasıl yeni farkındalıklar kazandırıyor? Açken, tokken uyanamadığımız nelere uyanıyoruz?

Zaten hayat dediğimiz de bir 'farkedişler süreci' değil mi? Biz, birşeyin canlı olduğunu nasıl anlıyoruz en temelde? Çılgınlık yapmasından mı? Farketmesinden değil mi? Daha canlı olan da 'daha çok farkeden' değil mi? Peki, 'çılgınlık yapmak' ne ara yaşamanın ölçüsü oluverdi? İnsan hayvandan, hayvan bitkiden çılgınlığıyla değil farkındalığıyla üstün. O halde hayatı daha dolu yaşamak için talip olunması gereken şey uyuşmak değil, daha çok uyanmak! Daha çok farketmek! Ve takva, gafletten koruyuculuğu ile 'bizi mahrum etme' aracı değil, 'daha fazlasıyla muhatap kılmanın' aracı... Yeni farkedişlerin aracı. Oruç tutmamışların anlayamadığı bir dünyaya sahip oluyor oruç tutan. Namaz kılmayanların sezemeyeceği bir huzura eriyor namaz kılan. Yani demem o ki: Şemsiye, seni yapraklardan mahrum etmek için değil, daha fazlasıyla muhatap etmek için var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...