Beşer Kelamı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Beşer Kelamı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2021 Cuma

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (1)

Niyetliyim, 'gece üstü açılanların üstünü örtme bakanlığı' teklifimi devletime ileteceğim, çünkü büyük bir ihtiyaç var. Efendim, malum-u âliniz ya, yine de bir dokunmadan edemeyeceğim. Bu sıralar, gece eskaza üstü açılan bir kısım ilahiyatçılarımız, kalktıklarında, hakkın ve de insafın gereği olarak "Ulaan! Aboo! Galiba sabaha karşı tersimizden şeytan üfürdü!" diyemiyorlar da, yaşadıklarını 'büyük bir aydınlanmanın ruh-u tayyibelerine teşrif ettiğine' yoruyorlar. Sonra da yemeden-içmeden kesilip, hemen bir makale veya video döşenip, herzelerinden bütün âlemi haberdar ediyorlar.

"Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'lar mı dersiniz, "Namaz aslında üç vakittir!" diyen Yaşar Nuri'ler mi dersiniz, "Hadis usûlü aslında hadis uydurmanın usûlüdür!" diyen İslamoğlu'lar mı dersiniz, çeşidine/sürüsüne bereket bir 'aydınlanma eflasyonu' var. Muz cumhuriyetlerinde yatağından ilk kalkan generalin darbe yapması gibi gece üstünü daha açık bırakan ilahiyatçılarımız da ertesi günün en 'cool entelektüeller'i oluveriyorlar. Ellerine malayı alıp yeni bir din inşa ediyorlar. Aman ki sabahlar olmasın.

Allah hem razı olsun hem de sayılarını arttırsın, Ebubekir Sifil Hoca gibi, "Durun yahu! Bu din geçtiğimiz pazartesi gelmedi. 2000'lerin 19'unda cami avlusuna bırakılmadı. Bizim bir geçmişimiz var. 14 asır öncesinde bir kökümüz var. Koyulmuş hükümler var. Belirlenmiş esaslar var. Onlara gitmeyi öğreten usûller var. Hepsinden ötesi, bu ümmettin, zamanın her dilimine ve dünyanın her coğrafyasına yayılmış bir yaşanmışlık mirası (geleneği) var. Onlara dikkat edin. Sözlerini kollayın. Tavsiyeleriyle hareket edin. Haltetmeyin!" diyen salih âlimlerimiz sayesinde bizler de bu herzelerin götürebileceği uçurumlardan haberdar oluyor, ne kadar becerebilirsek, içimizde-dışımızda kaymalara karşı tedbir alıyoruz. Elhamdülillah.

Fakat, acayibin en acayibi, her ilim âlimlerine sığınılarak ayakta durur, bizse bu yeni nesil ilahiyatçılardan avamımıza sığınıyoruz. Onların sâfi kalplerinde şunların her türden çerçöple karışmış aklından daha fazla nur buluyoruz. Evet. Ahirzamanın ümmete yaşattığı "Yaşa ki neler göresin!" denilecek ne ilginçlikler var. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.

İşte 'gece üstü açık kalmışlar' âleminden dünyamıza teşrif edenler arasında bu sıralar Mustafa Öztürk ismi ayrı bir nurla çağıldıyor. Güneş gibi ehl-i bid'a dünyasını aydınlatıyor. Ya? Aaa! Duymadınız mı? Fakat nasıl olur? Pek ilgili değilsiniz demek ki bu konulara. Cık, cık, cık. Halbuki duymuş olmanız lazımdı. Ortalık çalkalandı canım.

Ne mi söyledi? Şeeey. 'Gece üstü açık kalmışlar' âleminde çok önemli birşey değil. Fakat sıradan mü'min boyutumuzda insanın yüreğine indirecek şeyler. "Mesela?" Hani, bizim Allah'ın kelamı diye iman ettiğimiz Kur'an var ya. "Eeee?" İşte o meğer tam da öyle değilmiş. "Yaaaa! Aaaa! Ya neymiş?" Meğer Aleyhissalatuvesselamın kalbine mana olarak geliyormuş. Lafızlarını ise kendisi belirliyormuş. Müellifi o yani. Yazarı canım. İşte bunun gibi şeyler. "Peki böyle olursa Kur'an insan sözü olmaz mı?" diye soracaksın. Ben de merak edip sordum. Yok. Olmuyormuş. Sevenleri öyle diyolaaağ. Çok da açık edemiyolaaağ. Yersen.

Bin kere elhamdülillah ki yemedik. Yiyemedik. Çünkü birşeyin 'manası' ile 'lafzı' arasına konulan ayracın, daha bırakılır bırakılmaz, 'ikisinin tastamam aynı şey olmadığını' imâ ettiğini anladık. Lise seviyesindeki edebiyat eğitimimiz dahi böyle bir farkı anlamaya yetti.

Yani, Kur'an'ın manasının Allah'tan, lafzının ise Aleyhissalatuvesselamdan geldiğini söyleyenler, aynı zamanda 'yolda birşeylerin değiştiğini de' imâ etmiş oluyordular. Bu imâ ve içerik ile ancak 'mana' ile 'lafzın' arasını açıyordular. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam birşeyleri 'eksik' ifade etti. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam bazı şeyleri 'yanlış' aksettirdi. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam Kur'an'da beşerî malzeme kullandı. Yani mana olarak gönlüne inen ezelî vahyi, güya, diliyle fanî insan işi etti. Peki sahiden Kur'an böyle miydi?

Cenab-ı Hak böyle düşünmekten cümle mü'minleri muhafaza eylesin. Böylesi bir şüphe Kur'an'a bir kere kondurulduğu zaman ne olur biliyor musunuz? Dinin bütün parçalarına aynı soru cümlesi gider: "Ya bu söylenen tam da Allah'ın muradı gibi değilse?" Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın 'ismetine/günahsızlığına' inanmamak, onun eylediği/öğrettiği işlerde "Ya burada hataya düştüyse!" şüphesine neden olur ve kalpte dinin muazzez kudsiyeti söner; aynen öyle de; Kur'an'ın kelam-ı beşer farzedilmesinde de benzer bir şüphe kelamullahın her köşesine siyaret edip mü'minin imanını kemirir-dişler. Çünkü içimizde en cahil bile bilir ki: Birisi, bir başkasının sözünü aktardığında, onun tam olarak ne söylediğini doğru şekilde aksettirmeyebilir. Hatta bu iki kişinin aralarındaki makam mesafesi arttıkça hata ihtimali de giderek artar. Bir matematikçinin söylediklerini bir çoban dostlarına ne kadar aksettirebilir? Bir filozofun beyanlarını bir çocuk ne kadar doğru aktarabilir? Bir insan Allah'ın 'Kelamım!' dediği vahyini ne denli 'kelamullah' ölçüsüne uygun nakledebilir?

Öyle ya! Kur'an'ın içindeki üslûp hiç de "Ben Allah'ın kalbime indirdiği manadan böyle anladım!" üslûbu değildir. Kur'an'ın içindeki cümlelerde apaçık anlaşılan odur ki: Âlemler Rabbi konuşmaktadır. Eğer, bu söz hakikaten Allah'ın sözü değilse, o zaman imâ edilen (aman Mustafa Öztürk fanatikleri kızmasın) Aleyhissalatuvesselamın kendisini Allah'ın yerine koyup öylece konuştuğu değil midir? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ! Böyle herzeleri uyduranlar 'hâşâ' demeyi bilmez. Biz diyelim. Dilimizden Allah'a sığınalım.

Mürşidim bir yerde benzer sadedde kendisine gelen bir soruyu zikreder: "Şeytan döndü yine dedi ki: Kur'ân'ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Onun cevabı ise, Mustafa Öztürk'ün rağmına, şöyledir: "Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 'Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?' düsturundan titrer."

Devamında ontolojik/yapısal olarak bu durumun imkansızlığını ise şöyle izah eder: "Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: 'Bu sahtekârdır!' İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?"

Yani Mustafa Öztürk ve emsalleri savunmaktadır ki: Ateşböceği bizleri yıldızlıkla kandırmıştır. Aynadaki güneş kendisini gerçek güneş diye bize satmıştır. Herkes de yemiştir. Fakat, nereden başladık, nereye geldik. Yazıyı da uzattıkça uzattık. Hem eyvahlar olsun. Başlarken asıl dokunmak istediğim meseleye ise hiç gelemedim. O zaman bir devam yazısı için şuracıkta sözverelim. Cenab-ı Hak nasip ederse, inşaallah, bu meseleyi Telvihat-ı Tis'a'dan bir alıntı ekseninde tekrar değerlendirelim. Tevfik Allah'tan. Hamd ise yalnızca Ona.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...